Eski Zamanlardan BİR NEFES HUZUR

Özlem DOĞAN

doganozlem79@hotmail.com

“Komşu komşunun külüne muhtaç” demiş atalarımız. Lâkin ne hakkıyla komşuluk kaldı, ne de içten paylaşılacak bir tutam kül…

“Komşusu açken tok yatan, bizden değildir.” düsturuyla yetişen ceddimiz Osmanlı’nın komşuluk ve mahalle âdâbından bugüne çok şey değişti. Zaman; sadece takvim yapraklarını değil, bazı insanî ve vicdanî hassasiyetlerimizi de birer birer savurup dağıttı geçtiği yüzyıllara…

Bu topraklarda bizden önce yaşayan Müslüman-Osmanlı halkı için komşuluk ne demekti, ilk önce onu ele alalım:

Çekirdek aile bir mahallenin ana öğesiydi. Mahallenin âsâyiş ve huzuru, yeni gelen komşunun o mahalleye karşı uygun olup olmadığına bağlıydı. Herhangi bir rahatsız edici davranış ve hareket, ihtar ya da mahalleden uzaklaştırma ile sonuçlanırdı. Bugünlerde sıkça kullanılan «mahalle baskısı» tabiri o zamanlardan yadigâr bizlere…

Bir çocuk, yani ailenin yeni bir üyesi, mahalle içinde doğar ve doğumunda da yine o mahallenin gözüpek, elinden her iş gelen yardımsever hanımları rol alırdı. Evde sancılanan annenin imdadına; Ebe Hatice Nine, Fatma Kadın koşar, doğumdan sonra bebeğe tebrike gelen mahalle sakinlerine elleriyle hazırladıkları nar kırmızısı lohusa şerbetini onlar ikram ederlerdi.

Yemyeşil ağaçların gölgelediği evlerinin avlusunda, sakız gibi örtülerin süslediği yer sofralarının üzerindeki çaylarından keyifle yudumlayan hanımlar, etrafta cıvıl cıvıl koşuşan çocuklarının, mektep-medrese heyecanlarından bahsederlerdi.

Gelinlik kızlar kasnakların arasındaki örtülere; sanatlarını, hünerlerini en önemlisi hayallerini nakşederlerdi bin bir umutla. O günden bugüne kalmayı başarabilmiş bu eserlerde, hâlâ o güzelliklerin kokusu ve muhabbeti gizlidir âdeta…

Çocukların hayal dünyasında, birbirlerine zarar vermeyi görev edinmiş hayal kahramanları yoktu. Hacivat ve Karagöz’ün atışmaları, Nasreddin Hoca’nın göle maya çalması vardı.

Komşular; sadece varlık değil, darlık zamanında da birlikteydiler… Hastalıkta kimseyi yalnız bırakmazlar, bir tas çorba, bir nebze moral olurdu şefkatleri. Kimsenin, kimsesizin cenazesi ortada kalmazdı.

Eğer bir esnaf o gün satış yapmışsa, gelen müşteriyi yandaki komşusuna gönderirdi. Osmanlı’nın komşuluk anlayışı, insanî ve İslâmî değerler üzerine kuruluydu…

Aradan uzun yıllar geçti. Nice savaşlar, ihtilâller, darbeler ve bu arada hayat kaygısı nedir bunu gördü ve öğrendi insanımız… Bir şeyler gitmiş, yerine başka şeyler gelmişti. Avluların içine gizlenen o muhabbet ve hürmet dolu evler, mahalleler, tarihin tozlu sayfalarına karışmış ve yerine yeni bir sayfa açılmıştı; Apartman daireleri…

Televizyonda tek kanal dönemi. Tek başına işten eve, evden işe yaşamayı tercih eden şehir insanı… Artık başını kaldırıp selâmlaşmalar eskisi gibi değildi, ama tamamıyla da yok olmamıştı henüz.

İlk önce necefli maşrapa girdi hayatımıza. Daha sonra; beyaz perdenin gerildiği, eski kırık-dökük sandalyelerin üzerinde oturan kırmızı yanaklı komşu çocuklarının, birlikte gülerek izledikleri Hacivat ve Karagöz göründü bu soğuk ve samimiyetsiz ekranda. Seksenli yılların çocukları, yapayalnız büyüdüler, tek başlarına seyrettiler hayal dünyamızın misafirlerini…

Mevlid akşamlarının vazgeçilmez geleneği helva ikramı, daireler arasında gider gelir, bayram sabahları kapı kapı dolaşıp harçlık toplama âdeti çocuklar tarafından asla unutulmayan bir gelenek olarak devam ettirilirdi.

Bir de on beş günde bir yapılan kabul günleri vardı. Hanımlar en güzel ikramlarını hazırlar, evde koşuşan çocukları bir güzel payladıktan sonra konu-komşuyu beklerlerdi. Lâkin bu bir görev gibiydi, zamanı bile belirlenmişti daha önceden. Üstelik buluşmak için belli bir miktarda anlaşılmıştı üstelik (para, altın gibi…)

Artık samimî bir bardak çayı içmek için bile belli bir randevu günü bekleniyordu.

Arada bir buluşulup Gülhane’ye de gidilirdi. Rezzan Hanım poğaçayı, Nazik Hanım keki, Ayşe Hanım salata ile çayı hazırlar, çocukların elinden tuttukları gibi Gülhane’nin yolunu tutarlardı. Hayvanat bahçesindeki her kafesin önünde, daha önce hiç görmemiş gibi durulup incelenir, kukla tiyatroları bir bir izlenir, daha sonra piknik için uygun bir yer bulunur, neşe içinde yemekler yenir ve yoldan geçenlerin hâl-hareket tahlili yapılırdı komşular arasında.

O zamanlar hayat, hayalin suya yansımış küçük bir sûretiydi. Ama zaman bu yıla da geçerken şöyle bir uğramış ve kendini milenyumun kollarına bırakıvermişti. Artık yalnızlık kendini her mânâda komşu olarak kabul ettirdi şehir insanına.

Alt komşu taşınalı sekiz ay olmasına rağmen daha adını bile bilmiyor diğer apartman sakinleri. Hattâ henüz tanışmadıkları için kuru bir selâmı bile esirgiyoruz birbirimizden.

Üstelik bu aldırmazlıktan rahatsız bile olmuyoruz. Bazen üst kattan ağlama sesleri duymamıza rağmen;

«Aman neme lazım!» deyip üç maymunu oynuyoruz kendimize ve hayata karşı.

Bir binada, bir mahallede birbirine yabancı ve son derece güvensiz insanlarız maalesef.

Peki, o birlikte Hacivat ve Karagöz seyreden, ip atlayan, körebe oynayan elma yanaklı, gül suratlı, tertemiz dimağlı çocuklara ne oldu?

Bilgisayar başında sanal kahramanlardan bir dünya kurdular kendilerine.

Tüm güzellikler sisli bir perdenin gerisinde kaldı. Osmanlı’dan günümüze dek çok şeyler kaybettik. Bunlardan birisi de insanî ilişkilerimiz.

Şöyle kendimize biraz zaman ayırıp, İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif ERSOY’un bir dönem yaşadığı Fatih Sarıgüzel’e gidelim. Ya da Üsküdar’ın Osmanlı’dan hâlâ izler taşıdığı sokaklarında ahşap evlerin önünde durup bir kulak verelim.

Hani kâinatta hiçbir ses yok olmaz derler ya! Belki o güzel mahallelerin, o güzel insanların, elma yanaklı gül çocukların huzur ve sevgi dolu, güven dolu komşuluk günlerine ait fısıltılar duyarız.

Kim bilir!