Millî Meselelerde Uyanıklık İçin; SAFAHÂT’I YENİDEN OKUMAK

Ayla AĞABEGÜM

Âkif’i, Necip Fazıl’ı, Cemil MERİÇ’i, Erol GÜNGÖR’ü ve listemizde olan diğer yazarları severiz, eserlerini zevkle okuruz, anma günleri düzenleriz, onların fikirleri yaşasın isteriz. Hâfızalarımızda onlardan seçilmiş güzel cümleler, mısralar vardır. Sonra yetişkinler oluruz. Bir mesleğimiz olmuştur.

İşte o zaman dönüp bakalım; hayatımızda fikirlerinden etkilendiğimiz düşünce insanlarının etkisi var mı? İlk gençlik yıllarımızda belki idealistliğimiz devam eder. Bir süre sonra; çevre, ailemiz, para kazanma hırsı, başarılı olma hevesi yavaş yavaş bizi biz olmaktan uzaklaştırır.

Yazdıklarımı ilk okuyanların arasında; “Hayır, genelleme yapmayın, ben değişmedim.” diyerek itiraz edenler olacaktır. Onların yazımı okumayı bitirdikten sonra düşünmelerini ve tarafsız olarak kendilerini ve çevrelerini gözden geçirmelerini gönülden istiyorum. Hattâ düşüncelerini paylaşmak benim için de faydalı olacaktır.

«Safahât’ı Yeniden Okumak» için yaşadığımız günlerin çalkantılarını da göz önüne alalım ve çıkış yolları arayalım.

Mehmed Âkif’in düşünceleri Safahât’ın mısralarına yansımıştır. Okuduğumuz her mısra, bize iyi bir insan, iyi bir mü’min, iyi bir vatandaş olmanın sırlarını verir. Zaman zaman hayata romantik baktığımız devreler vardır. Düşünmeden; “Yazık, öyle olsa ne olur, biraz daha hoşgörü…” dediğimiz zamanlar olur. Düşünmeden söylediğimiz her kelimenin, her cümlenin sorumluluğunu taşımak zorundayız. Taşımazsak bunun hesabı bizden sorulur.

İslâmiyet’in inceliklerini yakalamışsak, sosyal alandaki sorumluluklarımızı da kavramış oluruz. Kavrayamadığımız ve hoşgörü adına yaptığımız yanlışın vebalinden titremeliyiz. Günlük hayatta insanlara karşı affedici olabiliriz.

Mehmed Âkif de öyledir. Hassastır, yardımseverdir, maddeye değer vermez; fakirin, hastanın, yaşlının yanındadır. Bilhassa manzum hikâyelerinde bu duygular yoğun yaşanır.

Küfe, Hasta Çocuk, Mahalle Kahvesi, Seyfi Baba öylesine canlı ve etkileyicidir ki; hikâye, bir film gibi gözünüzün önünde canlanır.

Âkif’in Seyfi Baba hikâyesinin sonunda söylediği;

Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

cümlesi içinizi acıtır. Günlük hayatta duyguları yoğun yaşayan Âkif; vatan, millet ve dinî konularda haykıran bir destan kahramanıdır. Bir başka sayıda Nasrullah Camii kürsüsünden cemaate seslenişini, gözlerinden yaşlar akarken;

“Yoksa biz o muazzam ecdadın ahfâdı değil miyiz?!” diye haykırışını yazalım.

Bayram tatilinde birkaç günlüğüne Kastamonu’ya gittim. Nasrullah Camii’ni de ziyaret ettim, Âkif’i duymak ve biraz daha cesurca seslenmek için, moda söyleyişle, enerji toplamak için:

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz,
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz yürürüz.
Düşer mi tek taşı sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğerki harbe giden son nefer şehîd olsun…

Âkif, Âsım’ın nesline vatanı koruma görevini verir, aydınlar o nesilden çıkacaktır:

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır,
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.

mısraları vatanını seven aydınlara bir vasiyettir, göreve davettir.

Biz; aydınların sesini gazetelerden, dergilerden, televizyonlardan, kitaplardan duyabiliyoruz. Aldığımız her gazete, kitap bizimdir. Çünkü biz okumak için zaman harcıyoruz. Kitabı, gazeteyi, dergiyi almak için zor şartlarda kazandığımızı onlarla paylaşıyoruz. Televizyonlar reklâmla yaşıyor, biz reklâmdaki ürünleri alıyoruz. Televizyonlar da halkındır.

Şuurlu halk, Âkif’in mısralarını anlarsa; “Vatan ve memleket meselelerinde romantik olamayız!” der ve Âkif gibi heyecan yaşarsa; «romantik aydınlar» bu ülkede barınamaz:

Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır,
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır…

mısraları bize yol gösteriyor.

Son günlerde 1915 yılları için Ermenilerden özür dileme kampanyasına; «EVET» diyerek imza veren yazarlara:

“Tarihimizi okumadan yazdığın her yazı, attığın her imza yalnız Türklere değil; Ermenilere de zarar veriyor. Çünkü ben onlarla aynı apartmanı paylaşıyorum, onlar benim komşum, ustam, kuyumcum, öğrencim…

Bu ayrılık tohumlarıyla kime hizmet ediyorsunuz? Siz Amerika’ya gidip, Ermeni nineleri dinleyip, romantik hikâyeler yazarken, biz; Harput, Erzurum, Van, Tarsus ve diğer illerimizde yaşanan acılı hikâyeleri yazmak istemedik.

Âkif’in mısralarından hareketle, uyanık dinleyici ve okuyucular olduk. Çıkan her gazete, program yapan her televizyon «BENİMDİR». Sermayeniz, benim ekmek alırken bölüştüğümüz paramdır. Öyleyse vatanla ilgili her konuda romantik olamazsınız.” diyebiliriz.

Telefonlarımız, fakslarımız, mektuplarımız, elektronik postalarımız onlara doğru yolu gösterecektir. Çünkü o aydınlar;

“Benim dedemin şehid olduğu bu topraklarda yaşıyor ve benim sermayemle besleniyor.”

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım;
Mârifet bir de fazîlet… İki kudret lâzım.

Lise öğrencilerine kompozisyon dersinde açıklamaları için verdiğim yabancı kaynaklı bir cümleyi hatırladım:

“Gazeteleri, biz gazeteciler çıkarır, halk da yazdırır.” Şuurlu halk, Âkif’i seven halk gazetesine sahip çıkar.

Âkif’in millet kavramı içinde, milletten bekledikleri var: «ÇALIŞMAK». Millet, çalışan fertlerin topluluğudur:

Bekāyı hak tanıyan sa’yi bir vazîfe bilir,
Çalış, çalış ki bekā sa’y olursa hak edilir.
(sa’y: Çalışma)

Devrin ahvâlini anlatırken; umumî bir ruh bozukluğu ve kaybedilen bağımsızlıktan söz ederken acı tasvirleri vardır:

Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler
Esâretiyle mübâhî zavallı milletler,
Harâbeler, çamur evler, çamurdan insanlar,
Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar…

Sükût belirdi mi bir milletin hayâtında
Kalır senin gibi zillet, esâret altında.
Nedir bu meskenetin, sen de bir kımıldasana!
Niçin kımıldamıyorsun? Niçin? Ne oldu sana?
Niçin mi: «Çünkü bu fânî hayâta yok meylin,
Onun netîcesidir sa’ye varmıyorsa elin.»

Mısralar devam eder, düşünüyorum, çalışmayan insanlara; «yazık» diyerek yardım etmenin vebalinden nasıl kurtuluruz? İşte cevap:

Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir,
Davransana bak… El de senin, baş da senindir

Nedir üç-dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.

Âkif’i anlayanlara düşen görevler var. Oturup beraberce düşünelim. Ben; zengin olsaydım, vakıf başkanı olsaydım, idareci olsaydım, siyaset adamı olsaydım, bakan veya daha üstü görevlerde olsaydım ve Âkif yaşasaydı, bana neler söylerdi? Âkif yaşamıyor. Fakat bizi mısralarıyla, konuşmalarıyla, yazılarıyla göreve çağırıyor.

Önce kendim çalışmalıyım, yol gösteren mısra;

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.

olacaktır. Benim hayatımla, davranışlarımla, çalışmalarımla, bulunduğum yüzyılda İslâm’ı tebliğ görevim var. Tebliğ, yalnız konuşmakla-yazmakla olmaz, yaşamakla olur. Bazen bir giyim tarzı, bazen bir ev döşemesi, bazen bir bakış, tebliğdir. Yaşamadan inandırıcı olmak mümkün mü?

Kendim yaşarken, çalışırken, çevremdekilerden de çalışmayı istemeliyim. Çalışmayan insanlara maddî yardım, onları tembelliğe alıştırmaktır. Onları eğitmeden yapılan maddî yardımlar, mânevî değerlerin yok olmasına sebep olur. Annesini, kardeşini, kızını, oğlunu, komşusunu döven, öldüren acımasız bir güruh gün geçtikçe artar ve ülke yaşanmaz hâle gelir.

Âkif’in mısralarından hareket edersek, maddî yardımda bulunduğumuz her insanı, yardımı vermeden eğiteceğiz ve yardım ederken onları çalıştırmanın yollarını arayacağız.

Odunu, kömürü, erzağı vermeden eğitim seferberliğine katılmasını sağlamazsak, onları çalıştırmanın yollarını aramazsak;

“Kimin malını kime dağıtıyorsunuz? Çalışmadan, alnından ter boşalmadan almayı hak ediyorlar mı?” diye sorarlar. «Ne iş yapsınlar?» derseniz, yün verelim, kumaş verelim. Örsünler, diksinler, fakir ülkelere gönderelim, oradaki insanları sevindirelim. İnsanımızı, el açmaktan, istemekten kurtaralım.

Mehmed Âkif; “Emek verilmeden kazanılanı haram sayan bir düşünce insanıdır.” İdareciler, yönetenler, yardım vakıfları yetkilileri Safahât’ı yeniden bu gözle okumalı.