Türklerin Müslüman Olması Sırasında DÜNYADA GENEL DURUM

Ahmet MERAL ahmetmeral@yuzaki.com

711 yılında Talas Savaşı’yla başlayan Türklerin İslâmiyet’le tanışma ve Müslüman olma süreci 250 yıl sürmüş, 1000’li yıllara gelindiğinde Türk topluluklarının tamamı Müslüman olmuştu.

Türk topluluklarının Müslüman olması İslâm dünyasına yeni bir soluk katmış, taze ve dinamik bir kuvvet kazandırmıştı. Çünkü bu sürecin yoğunlaştığı X. yüzyılın ikinci yarısında İslâm dünyası siyasî, askerî ve içtimaî açıdan son derece kötü bir durumdaydı.

Bu olumsuz süreci başlatan birçok sebep vardı. Hazret-i Peygamber ve Dört Halîfe dönemindeki heyecan ve coşku azalmış, yöneticilere refah ve zenginliğin rehaveti çökmüştü. Emevîler döneminden itibaren Hilâfet merkezinde Bizans ve Sâsânî gelenekleri yer tutmaya başlamış, debdebeli hayat ve sefahat başta yöneticiler olmak üzere toplumda zaaf ve çürümelere yol açmıştı. Bu da dolaylı olarak din yolunda, yiğitlik ve bahadırlık peşinde olanların giderek azalmasına yol açmıştı.

Bu sebeplere bağlı olarak X. yüzyılın sonlarına doğru İslâm dünyası cıddî bir yıkımın eşiğine gelmişti. Hilâfete bağlı eyaletlerde büyük bir belirsizlik ve siyasî karmaşa hüküm sürmekteydi. Başkent Bağdat’ın eyaletler üzerindeki güç ve otoritesi iyice zayıflamış, kontrol altına alınamayan isyanlar sonucunda merkeze pamuk ipliğiyle bağlı çok sayıda devletçik meydana gelmişti. Sosyal ve siyasî anarşi taciz boyutuna ulaşarak iç güvenlikten eser bırakmamıştı. Emirler ve komutanlar birbirleriyle üstünlük yarışına girdiğinden, sınır güvenliği de büyük ölçüde tehlikeye düşmüştü. Sınırlardaki bu güvenlik zaafı ehl-i salîbin iştahını kabartacak seviyeye gelmişti.

Dönemin büyük Hıristiyan devleti Bizans’ın, İslâm dünyasındaki bu dağınıklıktan yararlanmaya kalkışmaması beklenemezdi. Nitekim 960 yılının yaz aylarında Bizans komutanlarından Nikephoros Phokas büyük bir deniz filosunun başına geçerek Girit’e bir sefer düzenledi. Bütün kış boyunca süren sert bir kuşatmadan sonra Nikephoros’un kuvvetleri 961 Mart’ında adanın başkenti Kandiye’yi yeniden ele geçirdi. Böylece bir buçuk yüzyıl kadar Araplara ait olan ve Akdeniz havzasındaki deniz güçlerinin en önemli üssü olan Girit Adası yeniden Bizans İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altına girdi. Bizanslılar uzun yıllardan beri böylesine büyük bir zafer elde edememişlerdi.

Nikephoros Phokas İstanbul’da kendisi için yapılan muhteşem bir törenden sonra Anadolu’da Seyfüddevle’ye karşı yürütülen mücadelenin başına geçirildi. Nikephoros bu harekâtı da başarı ile tamamlayarak şöhretini iyice artırdı. Nikephoros’un güçleri Kilikya’daki Anzerbos, Maraş, Raban ve Dülük şehirlerini bir bir ele geçirdi. Zor bir kuşatmanın ardından 962 Aralık ayında Seyfüddevle’nin başkenti Halep de düştü. Nitekim şöhretli komutan ödül olarak genç imparatoriçe Theophano’nun teklifiyle, imparator oldu, taç giydi. Nikephoros 965 yılında donanmasıyla Kıbrıs’ı işgal ederek Doğu Akdeniz’de Bizans Devleti’nin konumunu iyice güçlendirdi.

Bizans İmparatorluğu’ndaki toparlanma Nikephoros Phokas’tan sonra Cimiskes ve Basilios II’nin zamanında da sürdü. İmparatoriçe olan fettan ve dessas Theophano, komutan Cimiskes’in metresiydi ve yatak odasında kocası Nikephoros’un öldürülmesinde de başrol oynamıştı.1 Hıristiyan saldırıları çok geçmeden İber Yarımadası’ndaki Endülüs İslâm Devleti üzerine yöneldi. Bu bölgedeki Haçlı saldırıları sadece Endülüs Müslümanlarını zayıflatmakla kalmamış, uzun yüzyıllar sürecek Büyük Haçlı Seferleri’nin de önünü açmıştı. Böylece İslâm dünyasının kalbi Kudüs’e kadar uzanacak olan Haçlı saldırılarının ayak sesleri duyulur hâle gelmişti.

Aynı dönemde Kuzey Afrika’da güçlü bir siyasî figür olarak Bâtınî-Şiî Fâtımîler ortaya çıktı. Abbasî Halîfelik merkezi Bağdat ise benzer aşırılıkları taşıyan Büveyhoğulları’nın siyasî ablukası altına girdi. Büveyhoğulları bununla da yetinmedi, gücünü Bağdat’ı esaret altına alma ve haraca bağlama seviyesinde bir baskıya dönüştürdü.

Çeşitli karmaşık akımların ortaya çıkması ve temel İslâmî akidelerin aşındırılması İslâm âlimlerini endişeye sevk etmiş, bu endişenin sonucu olarak 700-750 yılları arasında İslâmiyet’le ilgili ekoller/mezhepler müesses hâle gelmişti. Âlimler arasındaki ton farklılıklarına rağmen temel kaygı daima İslâmiyet’in istiklâl ve bekāsını korumak, Kur’ân’ın temiz akîdesini ve Hazret-i Peygamber’in sağlam sünnetini müdafaa etmek, İslâmiyet’in ilk dönemlerdeki rûhunu korumak ve yaşatmak olmuştur. İslâm-irfan okulları da yine bu dönemde benzer kaygılardan yola çıkarak ferdin nefisle mücadelesiyle ilgili asr-ı saadetten beri var olan çeşitli yol ve yöntemleri sistemleştirmişlerdi.

Ancak özellikle VI. ve VII. yüzyıllarda gerçekleşen büyük fetihler sırasında birçok toplum hızla İslâm dairesine sokulabilmiş ancak aynı hız ve başarı bu kitlelerin İslâmî derinliğe kavuşturulmasında gösterilememişti. Özellikle İran, Afganistan ve İndus Nehri boyunca uzanan topluluklarda, İslâm inanç ve kültürüyle mahallî Mecusî ve putperest gelenekler arasında kalın bir çizgi çizilememişti. Bu durum zamanla şeklen İslâmî motifler taşıyan, ancak muhteva açısından eski din ve geleneklerin karışımı mahiyetinde birçok tehlikeli ve sapkın akımların ortaya çıkmasına yol açmıştı. Türklerin Müslüman olduğu yıllar bu açıdan da sıkıntıların yaşandığı bir dönem olmuştu.

İslâm dünyası bu kanlı felâketler içerisinde ümitsiz ve perişan, ardı ardına yaşanabilecek fâciaların dehşet verici haşyetiyle titrerken tarihî bir olay gerçekleşti: Türkler İslâmiyet’le tanıştılar.

Altay eteklerinin bu gürbüz ve cesur evlâtları; Hazret-i Peygamber devrinin mücahidlerindeki samimî ve heyecanlı bir îmanla en kesif zulüm bulutlarını târumar ettiler, keskin ve devamlı şimşekler gibi İslâm ufuklarını aydınlatmaya başladılar. İslâmiyet’le şereflenen Türk boyları batının İslâm dünyası üzerindeki baskısını dağıtacak, kimsesizlere sahip çıkacak, İslâm medeniyetine büyük katkılar sağlayacak taze ve yeni bir güç olarak artık tarih sahnesine girmişti. Ancak İslâm dünyasındaki mevcut cereyanların ister istemez İslâmiyet’i yeni benimseyen Türklerin göçebe kesimlerine de intikal ettiği, henüz tam benimsenmemiş dinî değerlerin içine Türk boylarının kendi kadîm inanç ve âdetlerinden de sızmalar olduğu unutulmamalıdır.

Başlangıçta Türkler askerî yönden kendilerinden yararlanılan bir güç olarak Abbasî Devleti bünyesinde yer almış, bu durum zamanla Türklerin askerî ve siyasî alanlardaki ağırlıklarının artmasına yol açmıştır. Şüphesiz Türklerin Orta-Asya, Kafkaslar, Afganistan, Hint ve Çin’e uzanan bölgelerde İslâmiyet uğrunda aktif bir şekilde mücadele etmeleri insanlık tarihinin seyrini değiştirmiş, bu bölgelerdeki medenî seviyenin yükselmesinde belirleyici bir etkiye yol açmıştır. Nitekim İbn-i Fadlan isimli ünlü Arap seyyah, Orta Asya üzerinden çıktığı seyahatte çeşitli Türk ve İran topluluklarını resmettikten sonra Volga Nehri eteklerinde gördüğü Rus toplum hayatını seyahatnamesinde şöyle dile getirmiştir:

“Bunlar boylu-poslu, akça-pakça, sarışın, gürbüz insanlardır. Bellerinde iri baltalar taşır ve vücutlarına dövme yaparlar. Kadınları yarı-çıplak dolanır, mutlaka bir gerdanlık taşırlar. Göğüslerini hukka denilen metal kapaklarla kapatırlar. Güzel bir ırk olmalarına rağmen pistirler, domuz yer ve ağır kokarlar. İçer içer sızar, nadiren ayılırlar. Kadınlarıyla milletin içinde yatar-kalkar, kuldan da utanmazlar. Suyla barışık değildirler ancak sabahları hancı kadın leğen içinde su tutar. Sırayla yüzlerini yıkar, ağızlarını çalkalar, burunlarını sümkürtüp kaba atarlar. Sonra ardındaki kişi aynı suyla aynı işleri yapar. Su katran kesilir. Bilerek değiştirmezler, bunun kirlisini makbul tutarlar. Henüz putperesttirler. Ticaretleri yolunda gitsin diye totemlere hayvan adarlar. Hastaları bir başına arazide bırakırlar. İyileşip de dönerse ne âlâ, yok dönmezse çadırıyla beraber yakarlar. Gerçi hastalanmadan ölenleri de yakar, bunun için süslü bir kayık yapar, nadir kumaşlarla donatırlar. Canlı canlı paraladıkları sığırları, atları, horozları tekneye atarlar. Cariyelerini kenara çeker; «Mevtayla cennete gitmek isteyen hanginiz?» diye sorarlar. İçlerinden biri öne çıkar, ona kraliçe gibi davranır, allı-morlu giydirir, şarap içirip aklını başından alırlar. Sonra kızı bir çadıra kapatırlar, ölünün akrabaları peş peşe çadıra girer, zavallıya bayıltasıya tecavüz eder, canını çıkarırlar. Çığlıkları duyulmasın diye dışarıdakiler sopalarla kalkanlara vururlar. İhtiyar ve atletik cadılar çadıra girer, kızı doğrar. Onu da ölünün yanına tekneye atar ve çatır çatır yakarlar. Kazârâ rüzgâr çıkarsa çok sevinir; «Bak, Tanrı yanına aldı!» diye bağırırlar.”2

Rusların medeniyetten uzak utanç dolu vaziyeti sadece bir örnektir. Dereceleri farklı olsa da benzer durum Orta Asya, Kafkaslar ve Güney Asya kavimleri için de geçerliydi. Oysa Bağdat’tan Gırnata’ya kadar İslâm kentleri o dönemde bilimde, mimarîde, sanatta ve en önemlisi insanlıkta zirve noktasında bulunmaktaydı.

1 Georg OSTROGORSKY, Bizans Devleti Tarihi, s. 265.

2 İbn-i Fadlan Seyahatnâmesi.