TEVHİDE GEL TEVHİDE

Prof. Dr. Ömer ÇELİK

omercelik08@hotmail.com

Tevhid, Allâh’ın birliğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmektir. Bir insanın Müslüman olabilmesi için, kelime-i tevhîdi yani; “Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullah: Allah’tan başka ilâh yoktur; Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de O’nun peygamberidir.” sözünü, inanarak ve kalp ile tasdik ederek söylemesi lâzımdır. Bu bakımdan tevhidi sadece dil ile ifade etmek yeterli değildir. Onun kalpte bir şuur hâlinde karar kılması gerekir.

Hakikî mânâda tevhide erişmenin nasıl mümkün olacağını, gerçekten tevhide ermiş insanların hâlinin nasıl olduğunu ve tevhid hâlinden sonra kalpte şirk tortularının yeniden ortaya çıkmasının mahiyetini yüce Rabbimiz bize bir misalle şöyle beyan etmektedir:

“Sizi karada ve denizde gezdiren O (Allah)’tır. Hattâ siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgârla alıp götürdüğü ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yönden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allâh’a halis kılarak; «Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız» diye Allâh’a yalvarırlar. Fakat Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere yeryüzünde taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece dünya hayatının menfaati(ni elde edersiniz); sonunda dönüşünüz yine bize olacak ve o zaman yapmakta olduklarınızı size bir bir haber vereceğiz.” (Yûnus 10/22-23)

Bu misal, birbirini takip eden gayet canlı ve hareketli sahneler hâlinde takdim edilmektedir:

Birinci sahne: Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi yaratan ve idare eden Allah Teâlâ olduğu gibi insanları karada ve denizde gezdiren; onlara hem karada hem denizde hareket edebilme güç ve kabiliyetini veren; bütün engelleri kaldırarak ister yürüyerek ister binitli bir şekilde gezmelerine imkân sağlayan Allah’tır.

İkinci sahne: Limanda bir gemi ve yolcular o gemiye doluşuyor, birer birer yerlerine oturuyorlar. Gemi doluyor, halatlar çözülüyor ve yavaş yavaş iskeleden uzaklaşıp denizin ortasına doğru akmaya başlıyor. Yalnız burada kullanılan ifadede dikkat çekici bir durum var: Geminin içinde bulunanlar da biziz, onun ve içindekilerin âkıbetini sahilden izleyenler de biziz.* Hava güzel, rüzgârın esişi güzel, manzara güzel; insanlar keyiflerinden neşeleniyorlar, seviniyorlar. Fakat işin garibi, hiçbirinin aklına Allah gelmiyor. Ancak O’nun izniyle geminin su üzerinde durduğunu, ancak O’nun isteğiyle rüzgârın estiğini ve bütün bunların O’nun bir nimeti olduğunu kimse düşünmüyor. Tam mânâsıyla gafil bir zümre!

Üçüncü sahne: Gemi ve içindekiler rahat bir şekilde yolculuklarına devam ederlerken hemen ânî ve müthiş bir fırtınanın koptuğunu ve derhâl gemiyi sardığını görüyoruz. Fırtınanın tesiriyle oluşan dağlar gibi dalgalar gemiye ve içindekilere hücum ediyor; geminin dengesi bozuluyor, sağa-sola yatıp kalkmaya başlıyor. Dalga vurdukça derinliklere gömülür gibi oluyor; iniyor, çıkıyor.

Evet, şimdi o müthiş fırtınanın önünde ve o son derece büyük ve şiddetli dalgaların arasındaki geminin hazin durumunu izliyoruz. Gemi bu hâlde olursa, içindeki yolcuların hâlini tasavvur edin! Şimdi gözümüzün önüne denizde çalkanan bu geminin içindeki zavallı yolcular geliyor: Hepsi feryat içinde; az önce seyrettiğimiz keyifli ve neşeli hâllerinden eser yok! Neşe, yerini bütünüyle korku ve dehşete terk etmiş durumdadır. Her biri yerinden fırlamış, bağrışıp çağrışıyor; dalgalarla çepeçevre kuşatıldıklarını, kurtuluşun mümkün olmadığını anlıyorlar. Son derece zayıf, güçsüz, âciz ve çaresiz olduklarını iliklerine kadar hissediyorlar. İşte ancak bu müthiş hercümerç içinde gönüllerde katmerleşen kirler sıyrılıyor, fıtrat-ı selîme açığa çıkıyor, kalp silkinerek iğrenç tasavvurların kalıntılarından kurtuluyor ve selîm fıtrattan tevhid fışkırıyor. Her şeyi bırakıp ihlâs ile Allâh’a sarılıyorlar:

“Bizi bu tehlikeden sağ-salim kurtarırsan yemin ederiz ki şükreden kullarından olacağız. Ne olur Rabbimiz bizi kurtar. Sen’den başka bizi kurtaracak kimse yok!”

Şimdi biz bu yolcuların kalplerinin tâ derinliklerinden gelen bir âh u enînle Rablerine yalvarışlarını, kurtuluş ümitlerini O’na bağlayışlarını; ihlâs ve samimiyetle şâkirlerden/şükredenlerden olacaklarına dair Allâh’a söz verişlerini seyrediyor ve dinliyoruz.

Dördüncü sahne: Onların bu samimî yalvarışları dergâh-ı izzete ulaşıyor ve kabule şâyan olup hemen neticesini veriyor. Fırtına diniyor, dalgalar kesiliyor ve deniz sakinleşiyor. Yolcular, nefesleri içlerine sığmazken artık rahat rahat nefes alabiliyorlar. Çırpınan kalpleri sükûnet buluyor. Gemi emniyetle sahile yanaşıyor, yolcular boğulup mahvolmaktan emin, korkusuzca karaya ayak basıyorlar. Fakat karaya ayak basar basmaz birden olan-biten her şeyi unutuyorlar. Tabiî bununla birlikte Allâh’ı da unutuyorlar. Sanki başlarına hiçbir şey gelmemiş, sanki hiçbir sıkıntıya uğramamış ve sanki Allâh’a hiç yalvarmamış gibi, hiç ara vermeksizin hemen azgınlığa, taşkınlığa ve haksızlığa başlıyorlar.

İşte insanın gerçek yapısı budur. «Nisyan» kökünden; «unutkan», «üns» kökünden ise; «başından geçenleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğu durumla ünsiyet eden, kaynaşan» bir yapıya sahiptir. Allah Teâlâ, bu vasfımızı böyle câlib-i dikkat bir misalle hatırlatarak bizlerden daima dalgaların sarsıntıları arasında gemide bulunup kurtuluş için Allâh’a yalvaran insanların o anda sahip oldukları ihlâs, samimiyet ve tevhidî şuuru istemektedir.

Beşinci ve son sahne: Bu misal, kıyâmete kadar bütün insan gruplarının hâlini ihâta edecek bir keyfiyettedir. Bu sebeple Allah Teâlâ bütün insanlara hitap ederek yaptıkları taşkınlıkların hep kendi aleyhlerinde olduğunu bildiriyor. Belki bu taşkınlıkları sebebiyle fânî dünyada geçici bazı menfaatler elde edebilirler. Bu ise aldatıcı bir menfaattir. Sonra ister istemez mecburî olarak Allâh’a dönecekler, O da bütün yaptıklarını kendilerine haber verecektir. İşledikleri yanlışları orada anlayacaklar ama artık iş işten geçmiş olacaktır.

* Âyette; “Siz gemilerde bulunduğunuz zaman…” buyurulduktan sonra: “O gemiler hoş bir rüzgârla «bikum: Sizinle birlikte» akıp gittikleri…” denmeyip, «bihim: Onlarla birlikte» buyurularak hitaptan gāibe (2. şahıstan 3. şahsa) bir iltifat (geçiş) yapılmıştır. Bunun da gayesi şudur: Her insan, içinde bulunduğu durumu iyice düşünüp tartamaz. Bu bakımdan yapılan bu iltifatta hem muhataplara, kendi hâllerini soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de bunların hâllerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince bir tasvir sanatı bulunmaktadır. (Râzî, XVII, 69; Elmalılı, IV, 2699)