Efendimiz’in Nazlı Kuzusu FÂTIMA VÂLİDEMİZİN İRTİHÂLİ

İrfan ÖZTÜRK

Peygamber Efendimiz’in ye-di evlâdı olup; üçü erkek, dördü kız idi. Altı evlâdı Hazret-i Hatice’den, ismi İbrahim olan bir evlâdı da Hazret-i Mâriye -radıyallâhu anhâ-’dan doğmuştu. Altı evlâdı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sağlığında vefat etmiş, yalnız Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den altı ay sonra Hakk’a yürümüştür.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hastalığında Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın odasında yatıyordu. Kızı Hazret-i Fâtıma sevgili babasını her gün ziyaret eder, hatırını sorardı. Efendimiz’in hayatta biricik evlâdı, kızı Fâtıma kalmıştı. Hazret-i Hatice’nin sevgili yâdigârı, babasının biricik nazlı kuzusu idi. Fâtıma eve gelince, onu ayakta karşılar, kucaklayıp öper, yerine oturturdu.

Hastalığındaki bu ziyaret çok hazin olmuştu. Fâtıma, babasını hasta ve bitkin görünce:

“Kim bilir ne acılar çekiyor babacığım?” diye inledi.

Efendimiz de ona:

“Babasının sevgili kuzusu, bugünden sonra babacığın hiç acı çekmeyecek.” dedi.

Bu, elem dünyasından göçeceğine işaretti. Hazret-i Fâtıma gözyaşlarını tutamadı. Efendimiz teselli etti:

“Niye ağlıyorsun yavrum; yerde ve gökteki kadınların en hayırlısı olmak sana yetişmez mi?”

Bununla beraber Hazret-i Peygamber ölüm döşeğinde ona şu fazilet dersini vermişti:

“Ey Peygamber’in kızı Fâtıma! Sen, âhiret gününün mes’ûliyetinden kurtaracak hayırlı işler yapmaya bak. Peygamber kızı olmak sana bir şey kazandırmaz, ben seni o günün dehşetinden kurtaramam!”

Efendimiz, Cenâb-ı Fâtı-ma’nın kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Fâtıma ağladı. Efendimiz yine kulağına bir şeyler daha söyleyip onu mesrur etmiş, sevindirmişti. Cenâb-ı Fâtıma’ya bu durumdan sual ettiklerinde:

“Sevgili babacığım bana:

«Yakında ben Rabbime gideceğim.» dedi. Bu haber beni çok üzdü, ağladım. Sonra:

«Ehl-i beytimden en evvel sen, bana gelirsin.» dedi, sevindim.” diye buyurdular. Hakikaten öyle de oldu.

Efendimiz’in âlem-i ukbâyı teşriflerinden sonra, Cenâb-ı Fâtıma; yemez-içmez olmuş, gülmeyi, ferahı unutmuş, kendisine bir oda inşa ettirip; ismini beytü’l-hazen (üzüntü evi) koymuş, gece-gündüz orada sevgili babası Rasûl -aleyhisselâm- için gözyaşı ile ciğerini dağlar, âh u enîn ile vakit geçirir, hiçbir şey onun bu mahzuniyetini gideremez olmuştu. Yalnız yuvasının işlerini, efendisi Ali ve sevgili kuzuları olan Haseneynü’l-ahseneyne olan vazifesini yapar, sonra yine ağlamaya devam eder;

“Ah sevgili babacığım! Fâtıma’nı kimlere bıraktın?” diye gözyaşları dökerdi.

Böylece altı ay geçmiş, Cenâb-ı Fâtıma zayıflamış; bir deri, bir kemik kalmıştı. Bir gece yine ağlar iken, dışarıdan;

“Ey Allâh’ın Rasûlü’nün sevgili kızı!” diye bir ses işitip dışarıya baktığında; Efendimiz’in irtihalinden sonra Medine’den firar eden ve Efendimiz’e ait olan Gadbân isimli devenin kendisine seslendiğini anladı.

Bu deve, Efendimiz’in irtihâline tahammül edememiş; dağlara, çöllere firar etmiş idi. Bazı günler Medine’ye gelir, Mescid-i Nebevî’nin kapısından içeri, mihrâb-ı Rasûl’e bakar, gözlerinden yaşlar dökerek, tekrar çöllere firar eder, giderdi.

İşte şimdi o deve gelmiş, kapıda Hazret-i Fâtıma’ya fasih bir lisan ile:

“Ey Allâh’ın Rasûlü’nün kızı! Allâh’ın selâmı üzerine olsun. Baban Rasûlullah dünyadan gideli bana yemek-içmek haram oldu. Benim Rasûl’e iştiyakım ziyadeleşti. Ben yarın Allah Rasûlü’nün yanına, âhirete gitmeye kararlıyım. Bir emrin var mı?” diyordu.

Cenâb-ı Fâtıma, ağlaya ağlaya devenin boynuna sarıldı, gözlerinden öptü ve:

“Yâ Gadbân! Babama selâm söyle, artık gözü nûru Fâtıma’sının ayrılığa tahammülü kalmadı. O’na, beni yanına almasını söylemeni istiyorum!” dediğinde, Gadbân;

“Başım üzre!” deyip Cenâb-ı Fâtıma’nın ayaklarına yüzünü sürüp oradan ayrılarak Mescid-i Nebevî’ye geldi. Mihrâb-ı Nebî’ye bakıp, böğürüp, başını taşlara vura vura kendini öldürdü.

Ertesi gece, Fâtıma -radıyallâhu anhâ- âlem-i mânâda Efendimiz’i görüp:

“Ey gözümün nûru Fâtıma! Seni göreceğim geldi, sana müştâkım, yarın bana geleceksin!” tebşîrâtını alıp, sabahleyin gayet sevinçli olarak huzur u izzete durdu, namazdan sonra Hasan ve Hüseyn’i yıkayıp, saçlarını taradı, yeni elbiseler giydirdi. Hâne-yi Aliyyi’l-Murtazâ’yı tathir etti.

İmam Ali -radıyallâhu anh- eve geldiğinde Hazret-i Fâtıma’nın sürurunu görüp taaccüb eyledi. Ondaki sevincin sebebini sorduğunda, Cenâb-ı Fâtıma, bu soruyu cevaplandırmadı. Ekmek yaptı, beraber yemek yediler. Cenâb-ı Murtazâ:

“Yâ Fâtıma! Allah aşkına bana söyle! Rasûl’ün irtihâlinden beri seni böyle sevinçli görmemiştim. Ne var, ne oluyor?” dediğinde, Cenâb-ı Fâtıma:

“Ey sâki-i kevser ve ey fâtih-i Hayber! Ey benim helâlim. Buluşmamız mahşere kaldı. Bize sefer göründü, dün gece sevgili babamı gördüm. Beni yanına çağırdı, bugün ben sizlere misafirim. Bana hakkını helâl et. Hasan’ımı, Hüseyin’imi evvelâ Allâh’a, sonra sana ısmarladım. Onlara iyi bak! Onlara ikram et! Benim yokluğumu onlara bildirme! Yâ Ali! Anamı kaybettim, öksüz kaldım. Sevgili babamı kaybettim, yetim kaldım. Bu dünyada garipler, öksüzler ve yetimleri görünce beni hatırla, benim için dua eyle!” dedi.

İmam Ali, Hazret-i Betül’den bu sözleri işitince gözyaşlarını tutamadı, ağlayarak;

“Ey Allah Rasûlü’nün sevgilisi! Kerem et, babana benden şikâyet etme! Sana hakkı ile ikram edemedim. Fakir idim, seni mesut edemedim, sen de bana hakkını helâl eyle!” deyip hanımların en hayırlısı Cenâb-ı Fâtıma’ya şefkat ve hasretle sarılıp ağladı ve ağladılar. Cenâb-ı Hasan ve Hüseyin de bu ayrılık feryâdına katılmışlardı.

Cenâb-ı Fâtıma öğle namazından sonra rahatsızlandı. Rivayete göre Cenâb-ı İmam Murtazâ’yı yanına çağırdı, vasiyet ediyordu:

“Yâ Ali! Şu sandığı getir…” dedi. Hazret-i Ali sandığı getirdi. Hazret-i binti Rasûl, sandığı açıp bir bohça içinden yeşil bir atlas ferman çıkardı; üzerinde nurdan bir yazı var idi:

“Yâ Ali! Bu fermanı kefenimin arasına koy. Bu ferman nedir, bilir misin? Beni sana nikâh edeceklerinde, dört yüz dirhemlik mihri kabul etmedim. Benim mihrimin, yarın kıyâmet gününde bu ümmetin âsîlerine şefaat olmasını diledim. Bunu Allah Teâlâ kabul buyurdu. Bu ümmetin âsîlerine benim tarafımdan şefaat etme hakkı verdiğine burhan, bu fermân-ı ilâhîdir. Bunu kefenime koy ki, yarın huzur u izzette bu fermanı ibraz edeyim.” dedi.

Vasiyetine devam etti:

“Beni, babamın «Ravza»sına götürür: «Yâ Rasûlâllah, gözün nûru sevgili Fâtıma’nı getirdik.» dersin. Oradan ne cevap gelirse ona göre amel edersin.” dedi. Bir müddet sonra Cenâb-ı Fâtıma’nın rûhu; «İrciî!» emrine imtisâlen âlem-i illiyyîne kanatlandı.

Ehl-i beyt, mihnet deryasına dalmış, âh u figan göklerdeki melekleri ağlatmıştı. Bütün Medine kan ağlıyordu. Şâh-ı Rasûl’ün ciğerpâresi de, bütün ümmeti öksüz bırakıp âlem-i fenâdan, âlem-i bekāya irtihal ediyordu. Yalnız bu ayrılıktan memnun olan, sevgili babasına kavuşan Hazret-i Fâtıma idi.

“Hazret-i Ali namazını kıldırıp, Ravza-i Rasûl’e geldi. Cenâb-ı Fâtıma’nın tabutunu Ravza-i Mutahhara’nın kapısına koydu ve içeriye nidâ etti:

«Yâ Rasûlâllah! Kızın sevgili Fâtıma’yı Sana getirdim!» dedi.

Rivayete göre bu esnada kabr-i nebî yarılıp, kabirden iki mübarek el çıkıp ve oradan şöylece cevap verilmiş:

«Getirin! Gözümün nûru, gönlümün süruru Fâtıma’mı!»

Bir müddet Efendimiz, Fâtıma’yı kucaklamış sonra yine dışarıya iade eylemiş.

Sonra Hazret-i Fâtıma’yı Cennetü’l-Bakî‘ denilen kabristana defnettiler. Şimdi orada yatmaktadır.

Allah Teâlâ herkese helâl para ile Ravza’yı ziyaret etmeyi nasip eylesin. Gidenlere de tekrar gitmeyi müyesser eylesin.

Ravza’yçün ah etmek hasret işidir,
Hasret ile yakan aşk ateşidir,
Gitmeyip «Ravza’ya âşıkım» diyen;
Aşk u meşk bilmeyen gafil kişidir.
(Gülzâr-ı İrfan)

.