İnsan Fıtratındaki Hususiyetler-3

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İmam Gazâlî Hazretleri, insan fıtratında üç temel sâik tespit eder:

  1. Kuvve-i akliyye,
  2. Kuvve-i gadabiyye,
  3. Kuvve-i şeheviyye.

KUVVE-İ ŞEHEVİYYE

İlâhî ölçüler ışığında gerek kuvve-i akliyyede gerekse kuvve-i gadabiyyede yani aklı ve öfkeyi kullanmak hususunda îtidali/dengeyi yakalamak, hiç şüphesiz ki insana büyük bir olgunluk kazandırır.

Ancak nebevî terbiyeye baktığımızda bu olgunluğun tamamlanması için ciddî bir eğitimden geçerek onda da îtidali gerçekleştirmemiz gereken bir kuvve daha vardır;

  1. KUVVE-İ ŞEHEVİYYE

Kuvve-i şeheviyye, ilâhî yasak ve haramların cazibesine kapılan bütün nefsânî isteklerin genel ifadesidir. Gerçekten de haramlarda ayrı bir cazibe vardır ki, insana azâb-ı ilâhîyi bile unutturacak ve hattâ umursatmayacak bir şekilde onu tesiri altına alır. Yoksa peşinden gelecek onca azap karşısında haramlara kim talip olurdu ki? Hiç kimse.

Eğer haramlardaki cazibe olmasaydı, imtihan sırrı olmazdı. Çünkü cazip olmayan bir şeye kimse yaklaşmaz. Hiç iştahla ve ille toprak yemeye kalkan akıllı bir insan var mı? Hiç zevkle odun kemiren akıllı bir insan olabilir mi? Olamaz tabiî.

İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, insanoğlunu imtihan etmek üzere haramların ve yasakların içine ayrı bir cazibe koymuş ve insana kuvve-i şeheviyye denen bir özellik vermiştir. Bu özelliğin yoğunlaştığı ve insanların cazibesine kapıldığı hususlar ise temelde şu üç nokta etrafında toplanır:

SERVET, ŞÖHRET, ŞEHVET

Bu üç hususiyet, nefsâniyetin insanlığa kolaylıkla galebe çalabildiği üç imtihan vesilesidir. İnsanlar için ebedî kayıplarının da kazançlarının da anahtarı bunlar olmuştur. Bunlara aldanmayanlar kazanırken, aldananlar da daima hüsrana uğramışlardır. Bu gerçek dolayısıyla çokları, bir mücadelede karşı tarafa galebe çalabilmek için servet, şöhret ve şehveti birer tuzak olarak kullanmışlardır. Hattâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bile, O’nun peygamberlik vazifesini tam anlamayan sığ idrakli müşrikler, dâvâsından vazgeçmesi için bu üç cazibe tuzağını kullanmaya kalkıştılar ve şu tekliflerde bulundular:

“–Zengin olmak istiyorsan, sana istediğin kadar mal verelim; öyle ki kabileler arasında senden zengin kimse bulunmasın!

Reislik arzusundaysan, seni kendimize baş yapalım; Mekke’nin hâkimi ol!

Şayet asil bir kadınla evlenmek fikrinde isen, sana Kureyş’in en güzel kadınlarından hangisini istersen verelim!

Ne istersen yapmaya hazırız. Yeter ki, gel bu dâvâdan vazgeç!”

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, müşriklerin bu gafilce tekliflerine ve bunlara paralel yapabilecekleri bütün seviyesiz ve nefsâniyet dolu isteklerine topyekûn bir cevap hükmünde buyurdu ki:

“–Ne mal, ne mülk, ne saltanat, ne reislik, ne de kadın! Ben sizden teklifleriniz etrafında hiçbir şey istemiyorum. Benim yegâne maksadım, tapmakta olduğunuz âciz putlardan vazgeçmeniz ve yalnız Allâh’a kulluk ederek kurtuluşa ermenizdir!” (Bkz. İbn-i Hişâm, es-Sîre, I, 236)

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu ifadeleri, vazifedeki ihlâsının, îmanda sebatının, ideal ve tertemiz bir kulluk hâlinde en mükemmel örnek olmasının en güzel nişânesidir.

Daha doğrusu;

Âhiretten vazgeçirici dünyevî teklif ve cazibeler karşısında bizleri irşaddır. Çünkü insanlığın irşada muhtaç olduğu en mühim hususların başında bu üç nokta gelir. Çünkü insanlık tarihi, bu üç husus yani servet, şöhret ve şehvet etrafında sayısız ve büyük aldanışların hazin ve ibretlik manzaralarıyla doludur.

Dolayısıyla terbiyeden geçirilmemiş bir kuvve-i şeheviyye insanoğlu için;

EN BÜYÜK HANDİKAP

Nefsin en zayıf ve aynı zamanda en kuvvetli noktasını oluşturan kuvve-i şeheviyye, insanın en büyük handikaplarından biridir. Çünkü öfke, ancak olağanüstü durumlarda meydana gelirken; kuvve-i şeheviyye, insanı her zaman tahrik eden ve onu nefis esaretine sürükleyen bir kuvvedir.

Bu bakımdan;

Kuvve-i şeheviyyeyi doğru değerlendirebilmek için, çok güçlü bir irade ve tezkiye-i nefs ile tasfiye-i kalb eğitiminden geçmiş olgun bir kalb-i selîme sahip olmak zarûrîdir. Zira cennete davet, kalb-i selîm sahiplerinedir. Bu saadet ve şereften uzakta kalan zavallı insan; yemek, içmek ve şehvet eksenli bir hayatın perişanlığı içerisinde ebedî bir hüsrana dûçâr olur.

Çünkü kuvve-i şeheviyyenin oluşturduğu nefsâniyet, insan hayatında sızdığı her güzel ameli perişan edebilecek bir virüs gibidir. O virüs; ibadetlere sızar, mahveder. Güzel ahlâka sızar, mahveder. Gurur, kibir ve ucub olarak kalbe sızar, mahveder.

Bunu engellemek için her insana şart olan;

ÜÇ ÇEŞİT TEZKİYE VARDIR

İnsanı toparlayıp olgunlaştıracak olan tezkiye, Kur’ân-ı Kerim’de şu üç şekilde ifade edilir:

◆ Cenâb-ı Hakk’ın tezkiye etmesi,

◆ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tezkiye etmesi,

◆ İnsanın kendini tezkiye etmesi.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“… Eğer üzerinizde Allâh’ın fazlı ve rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah, kimi dilerse onu temize çıkarır. Allah hakkıyla işiten ve her şeyi kemaliyle bilendir.” (Nûr, 21)

Bu tezkiyeye en zirvede mazhar olan -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir duası da şuydu:

“Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velîsi ve mevlâsısın.” (Müslim, Zikr, 73)

Bu şekilde ilâhî tezkiye ile kemâlâtın zirvesine ve makām-ı Mahmûd’a ulaşmış olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en temel vazifelerinden biri de insanları tezkiye etmek olmuştur. Allah Teâlâ buyurur:

“(Ey insanlar!) Andolsun ki, kendi içinizden, size bir peygamber gönderdik. O, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye edip kötülüklerden arındırıyor, Kitâb’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğretiyor.” (Bakara, 151)

Bu âyette Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vazifelerinden biri olarak bildirilen hikmet hususunu bilhassa kavramak gerekir. Çünkü hikmeti kavramak, diğerlerini de anlamanın anahtarıdır. Çünkü;

Hikmet bir okyanustur. Kulun kalbinin seviyesine göre derinlik kazanır. Akılla kavranamayan nice sırlar, ancak hikmetle çözülür. Kâinat da hikmetle okunur. Eğer hikmet olmasaydı, sırlar kapalı kalırdı. Onun için sırlar, daima hikmetle açılmıştır. Şayet açılmasaydı, irfan ikliminde gönüller beslenemez ve büyük şahsiyetler meydana çıkmazdı; Hazret-i Mevlânâ ve benzeri Hak dostları ve cihana yön veren büyük şahsiyetler yetişmezdi.

Hikmetin en faydalı özelliği de tabiri caizse aklın ayaklarını yere bastırmasıdır. Yani ona kabiliyetini kullandırırken aczini de kavratmasıdır. Bu bakımdan sırra ve hikmete nâil olunca akıl devreden çıkar. Çünkü akıl, gerçekten de her şeyi tek başına kavramak için yeterli değildir ve bu sebeple insanoğlu daima âciz ve daima Rabbine muhtaçtır.

Bu itibarla kul için en bereketli ömür, bu gerçekler etrafında şuurlu olarak yaşanan bir hayattır. Bunun yolu da tezkiyeden geçmektedir. Nasıl beden için gıdaya ihtiyaç varsa, ruh için de tezkiye gıdasına ihtiyaç vardır. Tezkiyenin inceliklerini anlamaya ihtiyaç vardır.

Bilmeli ki;

Tezkiyenin inceliklerini anlamak da hikmetledir. Hikmet pınarları, ancak tezkiye olmuş kalpte tecellî eder.

Bu itibarla mü’min, hem Allâh’ın hem de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tezkiyesi ve terbiyesi altında kendisini arındırabildiği yani tezkiye edebildiği nispette tam bir kalb-i selîme nâil olur. İşte bunlar;

 

KURTULUŞA ERENLER

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّهٖ۪ فَصَلّٰى

“Gerçekten temizlenen ve Rabbinin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (A‘lâ, 14-15)

Böyle bir tezkiye, kalbin takvâsına bağlıdır.

Bir Hak dostu, tezkiye bereketiyle takvâ ile yoğrularak kemale ermiş kimselerin hasletini ve nefsine mağlûp olanların da gafletini şöyle tespit eder:

Bu âlem;

Âkıller için seyr-i bedâyî,

Ahmaklar için yemekle şehvet!

Yani;

“İçinde yaşadığımız kâinat, idrak sahibi kâmil kimseler için ilâhî ihtişam ve saltanatı, ondaki eşsiz güzellik ve mükemmelliği seyretmek, sonsuz ilâhî sanatlardaki sonsuz harikaları görmektir. Yani ilâhî kudret akışları ve azamet tecellîlerinde derinleşip hayran olmaktır. Ahmaklar için ise diğer mahlûkat gibi sadece yemek ve şehvettir.”

Çünkü kâmil insan; takvâya ermiş perdesiz bir gözle, bakar, yani gönül gözüyle âlemleri seyreder, kâinatın hikmet dolu sayfalarını çevirip okumaya başlar; zavallı gafil ise gaflet parmağını gözlerinin önüne koyar da hiçbir şey göremez. Tabiî ki aslolan, bize gönül gözü nasip edecek bir takvâya ermektir. Cenâb-ı Hak buyurur:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

“Siz Allâh’a karşı takvâlı olun; Allah da size (bilmediklerinizi) öğretsin!” (Bakara, 282)

Çünkü takvâ, Allâh’a yakınlık ve vuslat kapısıdır. O dostluk kapısından geçenler; hayatı, med-cezirlerine kapılmadan, denge ve muvâzeneyi bozmadan huzur içinde yaşarlar. İşte bu dünyada, böyle bir yaşayış sanatının adı takvâdır.

Bu çerçevede takvâ;

Nefsânî arzuları tesirsiz hâle getirebilme, rûhânî istîdatları inkişaf ettirme sanatıdır.

Yine takvâ;

Güzel ahlâka kavuşabilme sanatıdır. Daha doğrusu Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından tanıyabilmenin sanatıdır.

Yine takvâ;

Şikâyeti unutma sanatıdır.

Yine takvâ;

Ruh olarak kendimizi ikmal edip mahlûkata yönelebilme ve onun eksikliğini telâfi edebilme sanatıdır.

Velhâsıl takvâ;

En mühim eğitimdir.

Kul olma eğitimidir.

Allah ile dost olma eğitimidir.

Takvânın özü de, tevhid sırrı içinde yaşamaktır. Yani kalpler tevhid ile nefislerimizdeki küfür, şirk ve günah gibi bütün mânevî kirlerden temizlenmeli ki gönüller Cenâb-ı Hakk’ın murad ettiği huşû ve huzura nâil olabilsin. Gönül hanesi ilâhî nazarlara mâkes olabilecek bir kıvama ulaşsın.

Şair ne güzel söylemiş:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak

Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan

“Gönül sarayından Allah’tan başka ne varsa hepsini çıkar. Çünkü içerisi mâmur hâle getirilmedikçe padişah saraya girmez.”

İşte kelime-i tevhîdin sırrı:

Kalpten menfîlikler boşalacak.

Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olacak. Cemâlî sıfatlar kalpte tecellî edecek ve kâmil insan hüviyeti meydana gelecek…

Gönül sarayına padişahlar padişahının teşrifi ise;

GERÇEK PADİŞAHLIK

Osmanlı sultanlarından Yavuz, içinde yaşadığı zâhirî saraydan daha ziyade bir ömür gönül sarayını mâmur etmekle meşgul olmuştur. Onun gönül kıvamını gösteren şu hâli, ne kadar olgun bir kalb-i selîm numûnesidir:

Yavuz, doğu seferlerinden İstanbul’a büyük zaferlerle dönmüştü. Şehre girmeden önce kendisini büyük bir kalabalığın beklediğini haber aldı. Bekleyenlerin heyecanlı hâlleri ve alâkaları karşısında nefsine gurur sızacağı endişesiyle hemen şehre girmedi. Koca orduları dize getirmiş bir kumandan olarak fânîlerin alkışlarına kapılıp da nefsine mağlûp olma ihtimalinin korkusu ve endişesi içindeydi. Ordusunu Çamlıca eteklerinde konaklattı. Nedimi Hasan Can’a dedi ki:

“Hasan! Havanın kararıp da herkesin evine dönmesini bekleyecek, İstanbul’a ondan sonra gireceğiz. Meydanlarda galip olduk, burada mağlûp olmayalım. Fânîlerin alkışları, zafer tâkları ve iltifatları bizi nefsimize mağrur etmesin!..” dedi.

Aynen öyle yaptılar. Şehre gece karanlığında sessizce girdiler. Hiçbir âlâyiş yapılmadı. Çünkü Yavuz’un derdi, dışa dönük olan geçici bir şatafatlı sultanlık değil iç dünyada gerçekleşecek kalıcı ve ebedî sultanlıktı. Bunun için bir velîye bende olmayı saltanatından daha değerli görüyordu. Sık sık şu beyti okuyordu:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş

İşte bu kıvamla ve olgunlukla Allâh’a yönelebilen kimsenin gönlünde artık Allah’tan başka hiçbir endişesi kalmaz. Tefekkürü, şuuru, gaye ve hevesleri hep Hakk’ın harmanında şekillenir. Tezkiye ile pırıl pırıl hâle gelir. Böylece mârifetullah/kalpte Allâh’ı tanıyabilmek sırrına erer. Çünkü nefsinin hakikatini öğrenmiş olduğundan Rabbini bilmenin aşk ve hikmet kapıları ona ardına kadar açılmıştır. Artık nefes nefes bütün ömrünü;

“Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” hakikati çerçevesinde yaşar.

Nefsi bilmek, yani;

NEFSİN HİLELERİNİ BİLMEK

Ashâb-ı kirâmın en dikkat ettiği hususlardan biri de nefsin hilelerini öğrenmekti.

Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Gerçeği anlayabilmek için ashabdan bazıları Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den insanı azdıran nefsin hilesine dair bilgi isterlerdi. «Nefis; ibadetlere, rûhî ihlâslara, öz temizliğine gizli garazlardan neler katar?» diye sorarlardı. Peygamber’den, ibadetin faziletini ve sevabını arayıp sormazlar da, görünen ayıplara dair bilgiler isterlerdi. Gülü kerevizden ayırt edercesine, inceden inceye, zerreden zerreye nefsin hilelerini tanır, bilirlerdi.

Bilirlerdi ki;

Bütün putların anası, nefis putudur. Hariçte görülen putlar, birer yılandır, hâlbuki nefis putu bir ejderhâdır. Nefis, çakmak taşı ile demirdir. Put ise çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner.

Kıvılcım söner ama çakmak taşı ile demir, su ile söndürülebilir mi? İnsanoğlu bu ikisi kendisi ile beraber oldukça nasıl emin olabilir? Çakmak taşı ile demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi söndürsün. Su, ancak dışarıda bulunan ateşi söndürür. O, taşın ve demirin içine nasıl girer? Nefsin ve şehvetin sembolü olan çakmak taşı ile demirden, küfrün ve bütün kötülüklerin kıvılcımları sıçrar, dumanları yükselir. Kaptaki, küpteki su bitse de, nefis çeşmesinin suyu tazedir, kesilmeden akar durur. Put, testide gizli duran kara sudur. Sen, nefsi bu gizli kara suyun kaynağı bil… O yontulmuş put; çamurlu, kirli, kara bir sele benzer. Put yontan nefis ise ana yoldaki çeşmedir. Bir taş parçası yüz testiyi kırar. Fakat çeşmenin suyu durup dinlenmeden akar.

Put kırmak kolaydır, hem de pek kolay, fakat nefis putunu kırmayı kolay sanmak; bilgisizliktir, bilgisizlik. Nefsin, her anda bir hilesi vardır ki, onun her hilesi ile isyan denizinde yüzlerce Firavun ile o Firavun’a uyanlar batmadadır. Sen kurtulmak istiyorsan Musa’nın Rabbine ve Musa’ya sığın. Benliğe kapılıp, firavunluk ederek îmanını kaybetme. Ey kardeş! Sen Allâh’ın emrine ve aziz Peygamberimiz’in sünnetine uy da, ten Ebû Cehli’nden ve nefsânî isteklerden kurtul…”

Bu kıvama erişebilen kul, kuvve-i şeheviyyenin bütün girdaplarından kendisini muhafaza eder. Dolayısıyla nefsini bilmenin en temel yönlerinden biri de nefsindeki nefsânî hususiyetleri bilmeyi gerektirir. Bilhassa;

Kuvve-i şeheviyyenin hususiyetlerini de diğerleri gibi en güzel şekilde bilmek, son derecede mühimdir.

  1. KUVVE-İ ŞEHEVİYYEDE İFRAT:

Fücurdur/günaha sürüklenmektir. Cenâb-ı Hak, insanoğlunu imtihan için onun yapısına fücûru da takvâyı da ilham ettiğini beyan buyurmaktadır. Bu demektir ki, fücûrun tedavisi, ancak takvâdır.

Yani çözüm, dönüp dolaşıp mevzuu yine takvâ gerçeğine getirmektedir. Çünkü takvâ;

Ruh olarak kendimizi ikmal edip mahlûkata yönelebilme ve nefsimizin kusur ve eksikliklerini telâfi edebilme sanatıdır.

Bu itibarla insan;

Ancak takvâ hayatı içerisinde yaşadığı takdirde kuvve-i şeheviyye hususunda ifratlardan kendisini muhafaza edebilir. Günahtan günaha sürüklenmez. Gafleten bir günaha düşmüşse, hemen tevbe eşiğine baş koyar. Bütün hazzı, sevaba ve ecr-i ilâhîye yönelik olur.

Yani; şehvetten kurtulmanın, nefsâniyete aldanmamanın tek çaresi, takvâdır. Dolayısıyla insanlık haysiyetini rencide eden menfî sıfatları bertaraf etmek için, zühd, takvâ ve ihsan kıvamında bir kulluk hayatı yaşamak zarurîdir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim, namazın rek’atlarına temas etmiyor. Bunları sünnet-i seniyyeden öğreniyoruz. Fakat o, namazla ilgili olarak edası talimatının yanında huşûu ve Cenâb-ı Hakk’a kalbî râbıtayı bilhassa emrediyor. O derecede ki, takvâ kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif kalıplarda 258 yerde geçmektedir.

Fakat takvâdan uzak bir gönül, nefs-i emmârenin girdapları arasında intihar edip ebedî hayatını ziyan etmiş olur. Allâh’ın rızâsına uygun düşmeyen bir hayat yaşar da ömür boyu çöllerdeki seraplara aldanır. Aldandıkça haktan ve kurtuluştan ayrı düşer. Şayet biraz fikredip de düzelmeye niyet etse bile her şeytanî tahrikte yine tevbesini bozar. Günahlardan bir türlü el çekemez. Dolayısıyla takvâ, ebedî kurtuluş için yegâne çıkar yol ve mutlak bir mecburiyettir. Yoksa insan, kuvve-i şeheviyyede dengeyi kuramaz. İfrattan kaçayım derken tefrite düşer.

  1. KUVVE-İ ŞEHEVİYYEDE TEFRİT:

Cümûd, yani donukluktur. Beşer hayatında cansızlık, hareketsizlik ve pasiflik demektir ki, bu da asla makbul değildir. Bir yanlıştan diğer bir yanlışa kapılmaktır. Bütün bunlar, insanın ilâhî ölçü ve denge içerisinde eğitilmemesinden kaynaklanır.

Zira mânevî terbiyeden geçmemiş insanda bütün menfî/olumsuz temâyüller her zaman ön plândadır. Meselâ;

Ham bir insanda en kötü temâyül, fânîliği unutma ve fânîliği aşma arzusudur. Bu arzu, şuuraltı temâyüllerinin en dehşetlisidir. Neticesinde ihtiras, haset ve kibir gibi nefsânî hususlar ortaya çıkar. Bu menfîliklerle insan, insanın kurdudur. Onda zulüm bir tabiat-i asliye hâlindedir.

Bu kategoriye giren kimseler de, Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine hidayet vermeyeceğini vurguladığı uslanmaz zalimler, fâsıklar ve kâfirlerdir; Nemrutlardır, Firavunlardır ve emsalleridir.

Bunlar şu gerçeği unutmuşlar:

Her varlık gibi insan da gayeli yaratılmıştır. Hem de daha zirve bir gaye ile. Bunun içindir ki dünya ve içindekiler insana tahsis edilmiştir. İnsan, dünyada doğacak, dünyada yaşayacak ve dünyada ölecek. Yani yalnız gelecek yalnız gidecek. Nefis engeline takılmazsa, Âdem -aleyhisselâm-’ın yaratıldığı cennete döndürülecektir.

UNUTMAMALI Kİ;

Hayat, Cenâb-ı Hakk’ın her canlıya bir tek defa kullanmak üzere lutfettiği bir nimettir. Başı ve sonu itibariyle belli bir zamanla tahdîd edilmiştir. Sayılı nefesler bittikten sonra her şey biter.

Nasıl ki, bardağa düşen son damla, önceki damlalara göre bir netice hâsıl ederek bardağın taşmasına sebep oluyorsa, daha önceki nefeslerimiz de böyledir. Yani son nefesimiz, evvelki nefeslerimize göre bir netice hâsıl eder. Onun için son nefese hazırlık, şu an aldığımız nefesleri nasıl kullandığımıza bağlıdır.

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, hayatı, fırsat eldeyken doğru değerlendirmek hususunda insanoğlunu şöyle îkaz buyurur:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın/infak edin.” (Münâfikûn, 10)

Hayatın geçiciliğine ve eldeki vaktin hemen değerlendirilmesine dikkat çekmek için Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de zamana yemin etmektedir. Bu yemin, geçen bir ömrün ne kadar hızlı akıp gittiğinin îkazıdır. Gerçekten de hayat günleri, bir bardağı doldurulan damlalar gibi. Herkesin kabına göre farklı zamanlarda ama mutlaka son damla/ecel damlası hayata veda ettirecektir. Seneler sürse de hayat ırmağı çok hızlı akmakta ve nice yıllar bir an hükmünde son bulmaktadır.

İşte bu sırrı tam kavrayanlar, anlık hazlardan sıyrılarak ebedî hazlara râm olmasını bilenlerdir. Bu bakımdan hayatı doğru değerlendirmede bilhassa dikkat edeceğimiz husus;

  1. KUVVE-İ ŞEHEVİYYEDE ÎTİDAL:

İffet, hayâ ve edep ölçüleri içinde yaşamaktır. Bu ölçüler, kuvve-i şeheviyyenin insana veriliş gayesi olan neslin devamı ve imtihân-ı ilâhîde kalbin kıvamı hususunda İslâm ahlâkının en temel şartıdır. Öyle ki tasavvuf büyükleri:

“Yolumuzun başı da sonu da edeptir.” buyurmuşlardır.

Hazret-i Mevlânâ da bunu şöyle ifade eder:

“«Îman nedir?» diye aklıma sordum. Kalbimin kulağına eğilip: «Îman edepten ibarettir…» diye fısıldadı..”

Aksi takdirde yani edep olmaksızın insan, kendisini asla terbiye edemez. Nefsâniyet ve şehvetin handikapları arasında helâk olur gider. Şairin dediği gibi:

Ehl-i diller arasında aradım kıldım talep,

Her hüner makbûl imiş, illâ edep, illâ edep!

Çünkü edep ve hayâ ölçüleri, nefsânî arzuları idealize eden ve onlardaki beşerî zaruretleri ilâhî faziletler ile yoğuran bir dengedir. Meselâ;

Gazi ile kātil arasında ortaya konulan icraat bakımından hiçbir farklılık yoktur. İkisi de bir insanın hayatına son vermek hususunda aynı fiili yapmaktadır. Fakat kātilin işlediği adam öldürmek fiili nefsâniyetinin bir neticesidir ve cinayettir, ama gazinin Allah yolunda vatan müdafaası için düşmanı bertaraf etmesi bir kahramanlık ve fazilettir. Yani her iki şahsın yaptıkları iş aynı fakat mahiyetleri dağlar kadar farklıdır.

Kurban da böyledir. Allah adına kesilen bir koyun; helâldir, şifadır. Lâkin Allah adına kesilmeyen bir koyun ise; haramdır, leş hükmündedir.

Kazanç ile faiz de böyledir. Biri alın teridir, öbürü istismardır. Biri Allâh’ın emrettiği şekilde, diğeri nefsin arzuladığı şekildedir.

Nikâh ile nikâhsız beraberliğin arası da böyledir. Biri Allah adınadır. İdeal bir neslin yetişmesi içindir. İlâhî muhabbete bir basamaktır. Makbuldür. Diğeri ise şeytaniyet ve nefsâniyet duyguları içinde yaşanan bir iğrençliktir, merduttur. Toplumların kanseridir. İnsanlık haysiyetine zehir saçmadır. Diğer mahlûkatın seviyesine düşmektir. Zira diğer mahlûkatta nikâh mevzuu yoktur.

Dolayısıyla kuvve-i şeheviyyede îtidali en doğru şekilde kavramalıdır. Bu itidalde en güzel örnek de;

HAZRET-İ YÛSUF ÖRNEĞİ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de Yûsuf Sûresi’nde beyan etmektedir:

“Derken, bulunduğu evin hanımı, Yûsuf’u kendisine bağlamak, onun nefsinden murâd almak istedi ve kapıları kapatarak:

«–Haydi gelsene bana!» dedi.

O ise:

«–Maâzallah! (Allâh’a sığınırım!)» dedi. (Yûsuf, 23)

Allah da onu korudu.

Gerçekten de hidayet ve tevbesinden evvel Züleyhâ, nefislerin en çok zebûnu olduğu üç vasfın; yani servet, şöhret ve şehvetin zirvesinde bulunuyordu. Gençti, cemal sahibiydi ve pek çok kimseyi kendisine râm edebilecek bir cazibeler meşheri hâlindeydi. Üstelik odanın kapısını da sımsıkı kilitlemişti. Böylece gizlilik ve tenhalığın, günahları daha rahat işleyebilme ortamını oluşturmuş ve Hazret-i Yûsuf’a şiddetli bir arzuyla:

«Heyte lek!» yani «Gelsene bana!» diye seslenmişti.

O çirkin bir fiili, en cazip dış güzelliklerle yaldızlamıştı. En sağlam iradeleri bile eritecek bu teklif, nitekim Hazret-i Yûsuf’u da ilk anda güç bir vaziyette bıraktı. Fakat Allâh’ın yardımına sarıldı ve o edep âbidesi Hazret-i Yûsuf :

«Maâzallah/Allâh’a sığınırım!» dedi.

Onun bu ihlâs ve takvâsı, kendisi için mânevî bir zırh oldu ve Allah, Hazret-i Yûsuf’u o fitneden muhafaza etti.

Bu hikmetlerle dolu misal, aynı zamanda bize şunu da hatırlatmaktadır:

ŞEHVÂNÎ CAZİBELER KARŞISINDA
ALLÂH’A SIĞIN!

Hayatta nefsâniyet ve şehveti körükleyen nice dünyevî cazibeler, nefsânî menfaatler, maddî imkânlar, makam ve mevkiler vardır ki insana her köşe başında; «Heyte lek!/Gelsene bana!» demektedir. Pek çok iradenin eriyip de kapıldığı bu şeytanî davetler, insanın ebedî helâkine sebep olan cazip tuzaklardır. Bunlara mukavemet göstermenin yegâne yolu da gönlün her zaman Allah ile beraber olması ve her şeyde Allâh’a candan sığınmasıdır. İhlâs ve takvâ ile kalben; «Maâzallah!» demesidir…

VELHÂSIL;

Unutmamalı ki;

Hayatı, dünya gayesi ile yaşayanların ve nefislerinin arzusuna göre sürüklenenlerin sonu, âhiret perişanlığıdır. Aynadaki yalanlara aldanmaktır.

Çünkü;

Nefsânî olarak yaşanan bir dünya hayatı, helâke götüren hile ve desîselerle doludur. Bu desîselerden kendisini kurtaramayan insan, nefsâniyete meyleder. Fıtratında bulunan cehalet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi temâyüllere kapılır. Neticede ilâhî nimetler karşısında nankörlük ederek günah işler. Böylece onun bütün hazzı da kendi de fânîliğin girdabında helâk olur. Yani günahlara dalmak, fânîliği isteyenlerin bir vasfıdır.

Şayet;

Ölümsüz bir dünya yahut ihtiyarlığı olmayan bir hayat arzu edilirse, bu ancak nefis engelinin aşılması, yalancı ve fânî eşyaların esaretinden kurtulup Hakk’a râm olunması sûretiyle elde edilebilir!..

İşte bu şekilde;

Fânî ve nefsânî varlığından sıyrılıp aslına rücû eden bir cevher kıvamına erenlerin gönül nidaları, üzerinden asırlar geçmesine rağmen ne eksilir ne kirlenir ne de kokar!..

O nefsini aşıp hakkı yaşayan bahtiyar kullar, ebediyen âbad, aziz ve insanlığa meş’ale birer örnek olmuşlardır.

Cenâb-ı Hak, bizlere de sâlih kullarına bahşettiği îtidal, istikamet ve takvâyı ihsan eylesin! Hem kuvve-i akliyyemizi, hem kuvve-i gadabiyyemizi ve hem de kuvve-i şeheviyyemizi, ilâhî ölçüler ve onların bize veriliş maksatları çerçevesinde terbiye ile kalb-i selîme ulaştırsın!

Âmîn!..