SAFAHAT SAHİLİNDE…

Sadettin KAPLAN

sadettinkaplan@gmail.com

Şiir; yıllar sonra sorulacak soruların da peşin olarak verilmiş cevabıdır.

Şair; bu sorulara verilecek cevabı hazırlarken, yüreğini idrakin örsünde döverek inceltip, geleceğin gökyüzüne kendi çapınca bir yıldız aydınlığı iliştirebilendir…

Âkif’i düşündüm yine. «Bir lokma bir hırka» geçirdiği çileli ömrünü… Her imkânı elde edebilecekken, elde olanları bile delik cebinden düşürüp yitiren; «tek onluk bile» olmayan kesesinde sadece «mühür»ünü taşıyan o büyük adamı rahmetle andım yine…

O, bir «şair» olarak, bugün aklımıza birer kanca gibi takılan soruların cevabını, yaşadığı dönemde birer birer vermiş…

Şu «Avrupa» denen, pervanesi olduğumuz ve yatsıya kadar yanacak mumun, titredikçe bizi de titreten kör ışığında; şaşı şekiller, âmâ gölgeler vehmeder olduk…

Bastırıp, bizi yönetenlere çıkarttıkları onca «uyum yasaları»yla da bizi bir türlü bir yerlere uyduramadılar Avrupalı dostlarımız(!)…

Daha fazla özgürlük… Daha fazla!..

Özgürlük, yani hürriyet… Tutsaklığın, yani esaretin zıddı… Kim istemez? İyi de, Âkif diyor ki:

Sâde hürriyyeti îlân ile bir şey çıkmaz,
Fikr-i hürriyyeti hazmettiriniz halka biraz…

Akraba akrabayı bilmez, komşu komşuyu tanımaz oldu. «Sıla-i rahm» nedir? Bilen yok…

Yıllarca aynı apartmanın karşılıklı dairelerini paylaşanlar birbirlerini tanımıyorlar. Milletin başvurularına cevap alacağı merci neresidir belli değil. Feryâda kulak veren yok. İğrenç bir istiğrak ki yer demir, gök bakır… Herkes ve her yer sağır-dilsiz bir duvar kesilmiş…

Âkif’in, bu garabet karşısında inleyişi şöyle:
Yâ Rab, bu nasıl cihân-ı hâmuş;

Bir «yok» diyecek sadâ da yokmuş!..

Para babalarında hamiyet hissi körelmiş, hamiyet sahiplerinde ise para yok. Dert çok, dertlere çare çok uzaklarda… Safahat şairi, yine inliyor ötelerden, acı ve nedametle:

O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!..

Kahveler, parklar tembel tembel, eli koynunda gençlerle dolu… Ülke, resmî açıklamaların aksine büyük bir ekonomik ve buna bağlı olarak (ne acıdır ki) ahlâkî çöküş içinde… Üstelik, gayret gibi kanaat de kalmadı… Tüm bunları «kader» bilip, uyuşuk ve sünepe duruşumuza ta ötelerden haykırıyor Âkif:

Ey bütün dünyâ ve mâfîhâ ayaktayken yatan;
Leş misin, davranmıyorsun? Bâri Allah’tan utan!..

Diriler medarsız, ölüler mezarsız…

Gençliğinin gücünü, ömrünün en güzel yıllarını devletine, milletine hizmet etmekle geçirmiş emekliler banka ve hastane kuyruklarında itilip kakılmakta… Son nefeslerinde acılarını dindirecek, ateşlerini söndürecek bir şefkat eli arayan kimsesiz yaşlılara uzanmıyor «tabip eli». Ama çam yarması gibi iri kıyım bir müstahdemin güçlü kolları kavradığı gibi itebiliyor merdivenlerden… Âkif, yine sesleniyor Safahat sahilinden:

Götür İstanbul’a bir yerde bırak ki; gurabâ,
-Kimsenin onlara aldırmadığı bir sırada-
Uzanıp ölmeye bir şilte bulurlar orada!..

Ne yazık ki; parklar ve köprü altları, çöplüklerden edinilmiş şilteler üzerinde can çekişen insanların dramını sermekte gözler önüne… Tahammül tepe üstü yıkılıyor yere, sabır taşı çatlıyor ve isyanın ateş pençesi tutup sıkıyor hançereyi… Biz susuyoruz, bizim yerimize Âkif patlıyor bir yanardağ gibi. Ama hâşâ, isyanı Hakk’a değil, istiğrak hâlindeki «halk»adır… O, etse etse, büyük bir teslimiyet içinde boyun büküp, Yaradan’a naz eder:

Nûr istiyoruz, Sen bize yangın veriyorsun,
Yandık diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun.
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun, yok musun ey adl-i ilâhî?..

Bu millet, sabır ile koruğu helva eden bir millettir. Elbette sabredecektir…

Sabır ve gayretin yanında, uyanıp gerçekleri görmekle düze çıkılacağına olan umudumuzu asla yitirmemeliyiz… Merhum Mehmed Âkif ERSOY, o günlerin çok yakın olduğunu müjdeliyor:

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın;
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın…