KRİZ SADECE EKONOMİDE Mİ?

Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Son günlerde hanımların bile bir araya gelince konuşmadan edemediği bir mevzu var; ekonomik kriz. Her ne kadar sebeplerini anlayamasalar da sonuçlarını görüyor, hattâ yaşıyorlar. Bizi bu kadar etkilemesine mânâ veremeseler de ortalıkta dolaşan haberlerden tedirginlik duyuyorlar:

“–Kuzum, anlamıyorum ben bu işi. Amerika’nın ekonomisi bozuluyor ama bizim memleketimizde dolar pahalanıyor. Bu nasıl iş?”

“–Bize borç veren finans kuruluşları paralarını çekiyorlarmış. O yüzdenmiş.”

“–Borsa düştü diyorlar. Bana ne borsadan? Hisse senedi aldığım-sattığım yok ki?”

“–Ama borsa düşünce dolar pahalanıyor. Dolar pahalanınca da her şey pahalanıyor. Ama maaşlar ona göre artmıyor. Hattâ firmalar işçi çıkarıyor. Tabiî biz de yoksullaşıyoruz.”

“–Amaan! Karışık işler bunlar. Benim aklım ermiyor.”

Herkes konuşuyor, ama bu işlerin içyüzünü pek kimse bilmiyor. Çünkü çoğu kişinin tek bilgi kaynağı televizyonda seyrettiği akşam haberleri…

İnsanlar maaşlarını alıp alışverişlerini yaparken kitleler hâlinde yoksullaştıklarını hissediyorlar, ama sebebini bilmiyorlar. Geçim darlığı çekse de gününü idare edenler; «buna da şükür…» diyor. Öte yandan bir kesim ise krizin sonuçlarını çok acı bir şekilde yaşıyor.

Kocasının işleri bozulduğu için evini kiraya verip daha küçük bir ev kiralayan, aradaki farkla geçinmeye çalışan bir hanım dert yanıyor. Ardından:

“–Buna da şükür!” diyor. “Hiç ummadığım kişilerin evlerine haciz geldi. Ne zamandan beridir durgunluk vardı. Şimdi iyice berbat oldu ortalık. Ne olacak bu insanların hâli? Ah eskiden ne güzeldi!”

“–Hangi eskiden?” diyorum. Biraz düşünüp;

“–80’li yıllar…” diyor. “Herkes birden zenginleşmişti sanki. Herkes işini büyütüyordu. Lüks evler, arabalar alıyor, çocuklarını en iyi okullara yazdırıyorlardı. Yurt dışında çocuğunu okutanlar oluyordu. Sonra dünkü çocukların baş döndürücü maaşlar aldığını duyuyorduk. Kendi işini kuranların da birden zengin olduğunu görüyorduk. Hayat tarzımız değişmişti birden. Lüks otellerde düğünler, tatiller yapar olduk. Sonra ne oldu bilmem, her şey altüst oldu.”

Bu birkaç cümle aslında durumumuzu çok iyi özetliyordu. Gerçekten de bir dönem ülkemizin ekonomisinde çok hızlı bir büyüme yaşanmıştı. İşlerin sürekli büyüyeceğine güvenerek sermayesinin birkaç katı borçlananlar, durgunlaşma ile birlikte tabiî olarak zor duruma düştüler.

Bazı kişiler banka kredisi kullanırken bazıları da işlerinin büyüyeceğine ve muhtemel alacaklarına güvenerek çek-senet yazmış, piyasaya borçlanmıştı. Ancak söz verdiği ödemeleri yapmayanlar domino taşı gibi başkalarını da etkileyerek piyasada karmaşaya sebep olmuştu.

Zannedildiği gibi her şey altüst olmamıştı, aslında. Gayet tabiî olarak, aşırı hız yapanlar takla atmıştı. Sadece takla atanlar değil, yığınla insan bu taklanın sebep olduğu zincirleme kazanın kurbanı olmuştu.

Bu ise beklenmesi gereken tabiî bir neticeydi. Çünkü ülke ekonomisinin büyümesi zaten kendi öz kaynaklarına değil, yukarıdan aşağıya doğru yayılan sun’î bir tüketim modeline dayanıyordu. Memleketin seçkin kesiminin örneklik ettiği bir hayat modeliyle ürettiğimizden daha fazla tüketiyorduk. Tüketimimizin çoğunu ise dış borçla ithal ediyorduk. Görünüşte ürünler bizim fabrikalarımızda üretiliyor olsa bile; makine parkı, hammadde, patent hakları ve benzeri temel girdilerin hepsi için dışarıya para gidiyordu. Bu durumda bize düşen sadece montajcılık ve fason işçilikten ibaret kalıyordu.

Üstelik zaman içinde onu da yapamaz olduk; çünkü işgücü bakımından bizden daha ucuz olan Uzak Doğu ile rekabet edemez hâle geldik. Zaten tüketimimize nispetle az olan üretimimiz daha da azaldı. İthalatçılık daha da kârlı hâle geldi. Bunun sonucu olarak önce küçük atölyeler, esnaf ve sanatkârlar; sonra daha büyük fabrikalar, mağazalar sıkıntıya girmeye başladı.

Aslında başından beri hiçbir zaman bütün kesimlere yayılan bir zenginleşme yaşanmamıştı. Küçük bir kesim zenginleşirken yığınla halk yoksullaşıyordu. Ancak yoksullaşma dalga dalga geldiği için bütün kesimler aynı anda hissetmiyordu.

Meselâ önce marketler açılırken bakkallar birer birer kapanmaya başladı. Sonra hipermarketler ve süpermarket zincirleri istîlâ etti her yeri ve marketler can çekişmeye başladı. Bir sonraki aşamada fabrikadan halka satış mağaza zincirleri her yanı sararken mağaza diye bir şey kalmayacak. Kısacası sistemde büyük sermaye daha büyük, en büyük hâle gelirken orta sınıf sürekli yoksullaşacak. Yoksullaşma alttan üste doğru dalga dalga ilerlerken, ancak gidişatı erken sezinleyip birikimleriyle akıllıca yatırım yapanlar durumlarını koruyabilecekler.

Bütün bu gidişatta görünüşte büyük sermayeli işletmeler kazançlı görünse de onlar da büyümek için ya kredi aldıkları veya hisse senedi satarak finans piyasalarına borçlandıkları için tehlike altındalar. Çünkü sürekli artan yoksulluk, alışverişte canlılığın düşmesine ve böylece bütün iş sahiplerinin; yatırımlarının karşılığını alamaz hâle gelmesine yol açmaktadır. Bir başka deyişle paranın bütün halk kesimlerinde sağlıklı bir şekilde dolaşımı sağlanamayınca bundan bütün bir bünye zarar görür hâle gelmiştir.

Öyle ki bütün bu ekonomik zincirin en üstünde duran global sermaye bile bir noktadan sonra alacaklarını toparlayamaz hâle gelmektedir. Bundan dolayıdır ki hemen hemen bütün dünyada bankalar, artık üreticilere veremedikleri krediyi tüketicilere vererek piyasaları canlandırmaya uğraşmaktadırlar. Ancak bu işin nihâî bir neticesi olmadığı ortadadır. Çünkü halk yığınları işsizlik yüzünden bankalara borçlanmaktadır. Paranın aslını bile ödeme imkânına sahip olmayanlar nerede birleşik faizle hızla katlanan borcu ödesinler?

Bugün dünyada öyle karmaşık bir finans düzeni ortaya çıkmıştır ki, ortada dönüp duran kâğıtların arkasında gerçek bir değer olup olmadığı konusunda kimsenin bir fikri yoktur. Bir ekonomi uzmanının benzetmesiyle finans dünyası köpüklenerek kabarmış bir suya benzemektedir. Zaman içinde köpükler söndükçe alttaki suyun kirliliği ortaya çıkmaktadır.

Gerçekten de ekonomistlerin bile anlamaktan acze düştüğü bu ekonomik gidişat tam bir üçkâğıt oyununa dönmüştür. Birçok aklı başında devlet adamı, finans dünyası hakkında; «dünyanın en büyük kumarhanesi» diyor. Çünkü ortada dönen paraların büyük bir çoğunluğu hakikî bir değerin karşılığı olarak el değiştirmiyor.

Gelişen teknoloji sayesinde dünyanın her yerinden katılan oyuncular arasında saniyeden daha kısa zaman aralıklarıda büyük meblâğlar el değiştiriyor. Ancak bunların sadece yüzde onu gerçek mal veya hizmetin karşılığı iken, yüzde doksanı sadece finans oyunları için dolaşıyor. Bu kaos ortamında büyük sermaye sahibi küçük bir kesim, büyük kazançlar elde ediyor.

Bu kazançla medya kuruluşlarını elinde tutan büyük sermaye, onunla her şeyi, hattâ ülkeleri yönetiyor. Dolaylı sömürülerle yetinmeyen büyük sermaye; bazı güçlü devletleri maşa olarak kullanarak zayıf ülkelerin petrolüne, büyük şirketlerine ve öz kaynaklarına el koyuyor.

Bütün bu olanların sonucunda her şeyden habersiz insanların cebindeki paranın değeri çalınıyor. Birçok kişinin ise doğrudan doğruya hayatı elinden alınıyor.

Okul çağındaki milyonlarca çocuk, yoksulluk sebebiyle okula gidemiyor. Çünkü bedenini satmak da dâhil en insanlık dışı şartlarda çalışarak ailesine üç-beş kuruş para götürmek zorunda. Dünyanın en büyük ekonomisine sahip Amerika’nın bile pek çok eyaletinde kitleler, açlık seviyesinde yaşıyor. Suç, fuhuş ve her türlü ahlâksızlık fakirlikle birlikte daha da yaygınlaşırken, fakirliğin acısını ikiye katlıyor.

Ülkemizin durumu da hiç şüphesiz çok iyi değil, ancak bazı mânevî değerlerimiz sayesinde bu kadar kötü durumda değil. Bugün ülkemizde hâlâ aile bağlarının korunması, bizi kapitalizme karşı biraz daha mukavemetli yapıyor. Pek çok aile, dışarıdan ücretli işçi çalıştırarak sürdüremeyeceği işini, aile içinde imece usulü yardımlaşma ile sürdürüyor. Köylerde yaşayanlarla şehirlere göçenler arasındaki bağlar korunuyor. Yazları tatile değil, köye gidiliyor. Dönüşte elbirliği ile üretilen memleket ürünleri getiriliyor.

Halkımız dinî inançları icabı faizden çekiniyor, birikimlerini altın veya gayrimenkul gibi gerçek değerlerde tutuyor. Aile içinde evlenecek, ev alacak biri oldu mu, ona yardım ediliyor veya ailenin birikimleri ona borç veriliyor.

Birçok şuurlu Müslüman yabancı sermayeli hipermarketlerden değil hemşehrisinden veya meşrebine yakın gördüğü esnaftan alışveriş ediyor. Şark usulü alışverişin sembolü semt pazarları da, hem yoksul müşteri kesimine ihtiyaçlarını giderme imkânı sağlıyor, hem de az sermayeli üretici ve tüccarın müşteriye ulaşmasına imkân veriyor. Bilhassa gençler için helâl kazanç elde edebilecekleri bir alternatif sağladığı için bu pazarlar çok önem taşıyor.

Ülkemizde ailevî değerlerin korunuyor olması da ekonomik dayanıklılığımızı artıran bir faktör. Meselâ birçok aile, büyükleriyle bir arada yaşayarak tasarruf ediyor. Ayrıca hanımlar ev içi mamulleriyle tüketimi en aza indiriyor. Genelde halkımız aza kanaat ediyor, sade hayat yaşıyor. Kötü alışkanlıklardan uzak dururken, eğlence ve zarurî olmayan harcamalardan kaçınıyor. Halkımız arasında iyi vakit geçirme anlayışı olarak daha çok insanî münasebetler ve sohbetler tercih ediliyor.

Bunun yanında vakıf ve dernekler, kadın emeğini değerlendiren hayır çarşıları ile farklı cemiyet tabakaları arasında yardımlaşmayı sağlıyor. Elbette yardımlaşma faaliyetleri bundan ibaret değil. Bilhassa çocuk ve gençlerin eğitimini destekleyen yardım faaliyetleri, büyük önem taşıyor.

Kısacası, çoğunlukla inancımızın icabı ve tavsiyesi olan kurumlarımız, bizi büyük sermayenin sömürüsünden bir derece koruyor. Ancak elbette bunların dünya çapında geliştirilerek artırılması gerekiyor. İslâm ülkeleri arasında yardımlaşma ve işbirliğinin geliştirilmesi sayesinde dünyayı mahveden bu sömürü ağını delip geçmemiz, hattâ başka milletlere de örnek olmamız mümkün olabilir.

Bundan daha iyisi, medeniyetimizi yeniden yükseltirken «vakıf ekonomisini» alternatif bir model olarak ortaya koyabiliriz. Osmanlı’nın tecrübesini günümüz şartlarına uygulayarak yeni bir ekonomik sistem üretmemiz bütün dünyanın hayrına olacaktır.

Komünizmden sonra kapitalizmin de can çekiştiği günümüzde insanlık yeni bir ümide muhtaç. İnsanlığın ümidi olmamız için insanlığın baş belâsı faizden uzak, yardımlaşma kültürüyle bezeli bir ekonomik modeli uygulayarak ortaya koymamız, tek çıkış yolu olarak görünmektedir.