Âkif’e Göre Dilde Yeniliğin Şartı: MİLLÎ VAKAR

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

tali@yuzaki.com

Ülkemizde millî-mânevî değerlerine sahip çıkan nesillerin en mühim müracaat kaynaklarından biri Mehmed Âkif’tir. Kürsülerde, minberlerde Safahat’tan mısraların geçmediği hitabe azdır. Sessiz tabiatının tersi olan şuurlandırıcı, heyecanlı üslûbu ve samimî sözlerinin, ihlâslı özüyle uyum içerisinde oluşu, bu büyük şairin 2000’li yılların Türkiye’sinde de mühim bir şahsiyet olarak kalmasını sağlamıştır.

O; milleti için, çok sevdiği Mevlânâ, Sâdî ve daha yakın bir misal istenirse Muhammed İkbal gibi bir mevkie haklı olarak sahip olmuştur.

Şair ve mütefekkirlerin söylemeye çalıştıkları ile okuyucu ve takipçilerinin ondan alabildikleri her zaman aynı seviyede olmaz. Mehmed Âkif’in; çalışkanlık, tefrikaya karşı birlik ve beraberliğin önemi, millî-mânevî şuur, vatan sevgisi, merhamet ve adalet gibi konularda, mesajı milletimizce iyi benimsenmiştir.

Fakat onun bazı fikirleri üzerinde aynı hassasiyetle durulmamıştır. Mehmed Âkif’in, şiirlerinde ve yazılarında yer yer temas ettiği lisanda yenilik gayretkeşliklerine dair görüşlerini ele almak yerinde olacaktır. Çünkü, «Âsım’ın nesli» bu ikazı yeterince anlamış gibi görünmemektedir.

«Fatih Kürsüsünde» şiirinin giriş kısmı olan Fatih yolundaki iki arkadaşın konuşmasından şu bölüme kulak verelim:

–Aman şu «hâlet-i rûhiyye» bir de «mefkûre»
Ayıp değil ya, gıcıklar benim sinirlerimi!
–Niçin sinirleniyorsun? Taassubun yeri mi?
Biraz değişmeli artık bu eski zihniyyet.
«Lisâna hiç yenilik sokmayın!» demek: Cinnet.
–Hayır taassub eden yok… Şu var ki: îcâbı
Tahakkuk etmeli bir kerre; bir de, erbâbı
Eliyle olmalı matlûb olan teceddüdler…
Düşün ki böyle midir bizde?
–Şüphesiz.
–Ne gezer!
Delili: Kendi sözündür…
–Kimin, benim mi?
–Evet!
–Ne söylemiştim? Unuttum…
–Canım şu «zihniyyet!»…
–Beğenmedin mi? Fransızca yok mu «mentalite?»
Onun mukābili…
–Zâten budur ya dert işte!
Tasarrufâtını aynen alırsak İngiliz’in,
Fransız’ın, ne olur hâli, sonra, şîvemizin?

İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif’in bundan neredeyse bir asır önce İngiliz, Fransız tasarrufuyla aldığımızdan yakındığı ve sinirlerimi gıcıklar dediği kelimelere dikkat edelim:

«Zihniyyet», «Mefkûre», «Hâlet-i rûhiyye»…

Sırasıyla «mentalite», «ideal» ve «psikoloji» kelimelerine karşı, Arap sarfı kullanılarak üretilen karşılıklar.

Safahât’ın bir başka yerinde, Köse İmam’ın anlattığı vali bey fıkrasındaki; “Mânâsız / Bir yığın râbıta müştâkı perâkende lâfız, / Bir etek yâve…”den; yani mânâsız ve bağlantısız bir sürü lâf kalabalığı saçmalıktan meydana gelen konuşmada da böyle kelimeler geçer:

Şe’niyet (Realite), Aksülamel (Reaksiyon, tepki), Ferdiyet (İndividualite, bireysellik)

Fakat ne acı ki, bu karbon kopyaların çoğu, yabancılarının yaygınlaşmasına mânî olamadıkları gibi kendileri eskimiş ve kaybolmuşlar.

Kelimeler; Arap kıyafetinde, Müslüman Türk kılığında… Ama ruhları, mantıkları Frenk… İşte Âkif buna dikkat çekiyor.

Evet, bugün; «Aman Türkçemiz elden gidiyor!» diyenlerin bile geliştirebildiği mukabele, mukabiller bulmaktan öteye geçmiyor. Dün Arap sarfıyla, bugün Türkçe dilbilgisi imkânlarıyla… Ama sadece tercüme, sadece elbise…

Hâlbuki bu, yabancı kelimeyi olduğu gibi almaktan daha da fecî bir yol. Çünkü bu kelimelerin; dilin kendi tabiatı, kendi mantığı ile doğmadıkları hâlde, Türkçe kök ve eklerle arz-ı endam etmeleri, gelecek neslin dil mantığını tehdit ediyor.

Bu noktada yapılması lüzumlu işlerden biri kelimelerimizin tarihçesini çıkarmak… Bugün Batı dillerinde kelimelerin etimolojisi/menşe/köken bilimi ile birlikte o kelimenin hangi asırdan beri kullanıldığını gösteren lügatler mevcut. Şahitli sözlüklerin yaygınlaştığı Türkçemizde artık etimoloji ve kronolojili sözlüklerde sıra…

Dil mantığının sâfiyetini korumak için ise, bu tesirlerin yoğunlaşmadığı devirlerin, Türkçenin nefâsetini koruduğu zamanların mûteber yazarlarından günümüze ulaşan eserleri, -sadeleştirmelerden uzak durarak- okumaktan başka çare yok. İşte bu hassasiyete sahip Mehmed Âkif’in külliyatı döne döne okunmalı…

Mehmed Âkif zamanında mektep ve medresede güçlü bir Arapça sarfı okutulduğu ve sağlam bir Türkçe hissiyatı mevcut olduğu için hiç değilse «hâlet-i rûhiyye» gibi kulağı okşayan tercümeler yapıyormuşuz. Belki «zengin Türkçemiz»i daha da zenginleştirirken, daha dikkatli imişiz. Şimdikiler, tasfiyecilik rüzgârından sonra «ruhsal durum» gibi oldukça sert, kaba-saba karşılıklar üretiyorlar.

Peki yabancı kelime ve kavramlar karşısında mûtedil bir tavır ne olmalıdır?

Merhum şairimiz, karşılıklı konuşma üslûbunun avantajıyla konuyu her yönünden ortaya koyarken, tavrının taassup olmadığını, yenilik düşmanlığı için bu tür yeni kelimelere karşı durmadığını ifade ediyor ve lisanda yeni bir kelime ihdası için üç şart sayıyor:

  1. İcabı tahakkuk etmeli yani gerekli olduğu ortaya çıkmalı.

Çoğu kez, yabancı bir kelime yahut kavram, peşine kendi dünyasını takıp kapılarımıza dayandığında, o kelimeyi içeri bir şekilde almaya kendimizi mecbur hissediyoruz. Hâlbuki içeride ondan daha şümullü, daha derin kelimelerimiz var. Meselâ «empati»… TDK, «duygudaşlık» gibi bir tercümeye girişmişse de tutması mümkün değil. Empati, «kişisel gelişim» cereyanı içerisinde kendisine bir ihtiyaç duyurdu ve gelip dilimize oturdu. Hâlbuki, -kendini başkasının yerine koymak- deyimi dilimizde zaten mevcut idi. Ama empati yapmak, empati kurmak tabirleri illâ girecekti. Oysa bizim kültürümüzde bir taktikten ibaret olan empatiden çok daha ötesi; îsar, diğergâmlık, fedakârlık, feragat, şefkat gibi hasletleri isimleri ve müsemmâlarıyla kaybetmek üzereyiz.

  1. Erbabı eliyle gerçekleştirilmeli.

Âkif, yeni kelimeleri erbabı ortaya koymalı, diyor. Günümüzde hemen her köşede Türkçe tabirler uyduruluyor. Meselâ Microsoft Türkçesi diye alay edilen bir Türkçe var ve kendi terimlerini ortaya koyuyor. Basın, yayın, spor, müzik sahalarında insanlar yabancı kelimeleri veya karşılığında ürettikleri sun’î Türkçe karşılıkları ortaya salıveriyorlar. Burada Mehmed Âkif’in kastettiği «erbab», illâ akademik bir uzmanlık anlamında düşünülmemeli. Arap ülkelerinden bir örnek işitmiştim: Orada dil heyeti, meselâ bir otomobil parçasını isimlendirirken gidip henüz yabancı bir tesir görmemiş bir çırağa soruyor; «Sen buna ne diyorsun?» diye. Yabancı kelimelerin dilimizde nasıl telâffuz edileceği, nasıl imlâ edileceği ve eğer karşılık bulunacaksa nasıl bir mantıkla karşılık geliştirileceği hususunda Türkçenin rûhu muhafaza edilmeli. Bunun gerçek erbabı lisanla alâkalı özü muhafaza eden sanatkârlar olmalı…

  1. Mehmed Âkif’in koştuğu üçüncü şart ise umumî bir esas mâhiyetinde:

Lisânın olmalıdır bir vakār-ı millîsi,
O olmadıkça müyesser değil teâlîsi.

Millî bir vakar…

Tarihinin, medeniyetinin, lisanının kudretini bilen, başka millet ve kültürlere ağzı açık bir hayranlıkla değil, «liteârafû»1 sırrınca, istifade etmek ve istifade ettirmek anlayışıyla bakan bir gözle…

Lisanı millî bir vakar ile değil de maymunca bir taklit ve tercüme zilletiyle geliştirme modası umumî bir hastalık hâlini alırsa, teâlî yani yükselme şöyle dursun âkıbet lisanın bozulması, mevcudun yitirilmesi olur:

Bilir misin, bu moda
Teammüm etmeye başlarsa…
–Başlasın! Ne olur?
–İler, tutar yeri kalmaz, lisânımız bozulur.
Bugün ne maskara olmuşsa milletin kılığı;
Lisan da öyle olur!

İnkisarların şairi, lisanda da kılıkta da bugün geldiğimiz noktayı o günkü ipuçlarından görmüş ve ikaz etmiştir.

Bir düşünelim:

Bugün akademisyenlerimizin, eğitim, sağlık ve bütünüyle iş dünyasının dilinden düşmeyen; «Geri besleme» yahut; «Geri bildirim» tabirleri Türkçe midir? Yoksa «feedback» tabirinin millî vakardan mahrum tercümeleri mi?

Ya; «Recycle»ın tercümesinden ibaret «geri dönüşüm?»

Ya hayatımızda artık çok yoğun bir şekilde yer alan internet, bilgisayar tabirleri?

«Arama motoru» tabirinde Türkçemizdeki motordan eser var mıdır? Yoksa orada motor diye tercüme edilen kelime (engine) aslında cihaz mı demektir?

Bunların Türkçe ruh taşımadığını, tercüme koktuğunu biz bugün anlayabiliyoruz. Fakat yarınlar bunları aslî kelimelerimizden ayırt edemeyecekler. Tıpkı bizim; şekli sakat, kaidesi yabancı, kelimeleri köhne2 «efkâr-ı umûmiye» kelimesinin Fransızca «opinion publique» tâbirinin hatalı bir tercümesi olduğunu hissedemediğimiz ve Türkçemizin öz malı sandığımız gibi. Bugün onun da yerine icat edilen «kamuoyu» ise dağdan yuvarlanan bir kamyon âhenginde! Üstelik bu kamuoyundan bir de özür dileniyor!

Necip Fazıl’ın bülbül kokan, anne kokan diye tarif ettiği o güzel dilimiz bu yüzden mantığından ve âhenginden oluyor:

Ruhsal – parasal – soyut – boyut – yaşam – eğilim…
Ya bunlar Türkçe değil yahut ben Türk değilim!
Oysa hâlis Türk benim, bunlar işgalcilerim,
Allah Türk’e acısın yalnız bunu dilerim. (Necip Fazıl)

Tercüme etme hastalığının ortaya çıkardığı problemlere bir başka misali; «edebiyat» kelimesiyle verebiliriz: Edeb Arapçadan dilimize geçmiş, başka mânâları içinde lisan ile ilgili ilimleri de karşılayan bir kelime idi. Batı dillerindeki «okumak, yazmak, öğrenmek» temelinden gelen «literature» kelimesine; «edebiyat» karşılığı bulundu. Yazmak kökünden geldiği için «literatür» bir sahada yazılmış bütün eserleri de ifade ediyor. Bu sebeple tıp literatürü gibi terkiplerde de kullanılıyor. Fakat tercüme mantığı ile hareket edilerek; tıp edebiyatı, hadis edebiyatı gibi tabirler üretmek, kelimenin; üretildiği kökün değil, karşılık olarak türetildiği yabancı kelimenin mantığına kurban edildiğini gösteriyor.3

Milletimize yakışır bir vakarla hareket edip, icap ettiğinde erbabı eliyle yeni kelimeler meydana getirsek de mesele tam olarak çözüme kavuşmaz. Yabancı kelime akışının bir başka sebebi daha vardır:

Üretim ve tüketim farkı.

Çalışan, üreten, yeni fikir ve icatlar ortaya koyanlar, elbette mahsullerinin adını koymaya da hak kazanacaktır. Çalışmayan, üretmeyen, sadece tüketenler ise, yeni icatları alıp kullandıkları gibi onların isimlerini de ya olduğu gibi yabancı olarak yahut aynı tembellikle tercüme ederek alacaklardır.

Tembelleri;

Azâb içinde kalır sa’yi görse rûyâda!

mısraıyla hicveden Mehmed Âkif’in farklı fakat yakın bir sahadaki düşüncesine kulak verelim:

Balkan Harbi sonlarında ecnebî mekteplerine Türk çocuklarının gitmesini önlemek için yapılan tartışma sonunda Âkif söz alır ve şunu söyler:

“Bunların hepsi boştur. Ecnebî mekteplere Türk çocuklarının gitmemesi için tek bir çare var. Aynı ayarda mekteplerle onların karşısına çıkmak. Bunu yapabildiğimiz gün ecnebî mekteplere bir Türk çocuğu gitmez.” 4

Mesele çalışmak, üretmek meselesidir.

Fakat bu çalışma ve üretme faaliyeti de millî bir vakarla olmak şartıyla.

Ne garabettir ki bugün Türkler tarafından üretilen pek çok mamûlün de yabancı isimlerle pazarlandığını görüyoruz! Bu garabeti ve bahanesini şu kıt’a ile dile getirmiştim:

Öz çarşımızın levhası el dillerinin…
İnsan sanıyor İngiliz işgāl etmiş.
Duydum ki meğer Türk malı ihrâcı için;
Türkler bu yaban âdeti ithâl etmiş! (Tâlî)

Bunun sebebi için Âkif’i gıcıklayan fakat artık dilimize iyice yerleşmiş o kelimeye müracaat edeceğiz: Zihniyet. Zihniyet yabancı olunca, üretiminiz de fason bir üretimden, taşeronluktan öteye geçmiyor. Böylece aynı, kelime üretirken olduğu gibi taklitten öteye geçemiyoruz.

Kıyafette Türk tavrını, Türk vakarını ortaya koymuyor, Amerikan modası kotu Türk işçilerine kestirip biçtiriyor, diktiriyorsanız elbette göğsünüzü gere gere Türkçe bir isim koyamaz, Amerikan diline müracaat edersiniz. Eğitimde de, akademide de, tıpta da durum farklı değil…

Şart mı millî vakar, millî tavır?

Hayır!

Eğer yok olmak, globalleşen dünyada çalışkan üreticilerin mamûllerini tüketerek, tükenip gitmek istiyorsak hiçbir problem yok! Ama yarınlara kalmak istiyorsak, bekā istiyorsak tek çare var: millî bir vakar ile çalışmak:

Bekāyı hak tanıyan sa‘yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekā sa‘y olursa hak edilir.
(Mehmed Âkif)

Her sahada millî vakarı bulabilmek dileğiyle…

1 «Tanışasınız diye» Hucurât Sûresi 13. âyette Cenâb-ı Hak insanlığı farklı kavim ve kabileler hâlinde yaratışının sebebi olarak bu ifadeyi kullanmıştır.
2 İbrahim Alaattin GÖVSA.
3 «Fransızlar littérature médicale diyebilirler, ama biz tıp edebiyatı dememeliyiz.» Nurullah ATAÇ.
4 Hasan Basri ÇANTAY, Âkifnâme, s. 253.