Mesajlarıyla İSTİKLÂL MARŞI

Ahmet Ünal BAĞBAŞLIOĞLU

İstiklâl Marşı’nı değerlendirirken yazıldığı şartları göz önünde bulundurmak lâzımdır. Gerçek bir istiklâl marşı, esarete düşmek tehdidiyle karşı karşıya kalmış bir milletin bu durumdan kurtulmak için mücadele ettiği bir zamanda, istikbâlde doğacağına inanılan istiklâl güneşini müjdelemek için yazılır. Türk İstiklâl Marşı bu tarife en uygun şiirlerden biridir.

Mondros Mütârekesi ile 1918’den sonra işgaline başlanan Anadolu’yu bu durumdan kurtarmak gayesiyle başlatılan istiklâl mücadelesinin en buhranlı ve ümitsiz günlerinde yazılmıştır.

1921’de Maârif Vekâleti, bir millî marş yazma yarışması açtı. Kazanan şiire 500 lira mükâfat va‘detti.

Mehmed Âkif, yarışmaya bu mükâfat yüzünden katılmak istemedi. Yarışmaya gönderilen şiirler, İstiklâl Marşı olmaya lâyık görülmeyince zamanın Maârif Vekili Hamdullah Suphi, Âkif’in dostu Hasan Basri’yi araya koyarak mükâfatın verilmeyeceğini bildirdi.

Bunun üzerine Mehmed Âkif’in gönderdiği şiir, Büyük Millet Meclisinin 12 Mart 1337 (25 Mart 1921) tarihli oturumunda Maârif Vekili Hamdullah Suphi tarafından okunmuş ve millî marş olarak kabul edilmiştir.

İstiklâl Marşı, yazıldığı yılların heyecanlı ve hamâsî havası ile doludur. İstiklâl Harbi’ne bütün varlığı ile katılan Âkif, bu savaşa iştirak edenlerin duygu ve inançlarına sahip olduğu için onlara çok iyi tercüman olmuştur. O; şiirinde kendisiyle beraber Müslüman-Türk milletinin duygu, inanç ve heyecanını ifade etmiştir.

İstiklâl Marşı’ndaki bazı ifadelerden anlaşılacağı gibi o tarihte henüz İstiklâl Harbi kazanılmamış, hattâ çok ümitsiz ve zor şartlar altında devam ediyordu. Düşman karşıda olduğu için ve millete cesaret vermek maksadıyla şair, şiirine; «Korkma!» kelimesiyle başlamıştır.

İstiklâl Harbi, Müslüman Türk milletinin ölüm-kalım savaşıdır. Bu şartlarda milletler kendilerini yaşatan temel kıymetlerin farkına varırlar. Vatan, millet, hürriyet ve istiklâl gibi mefhumların kıymeti barışta pek anlaşılmaz. Fakat ölümle karşı karşıya olan bir millet, bu mefhumların ne kadar kıymetli olduğunu kuvvetle hisseder. Çünkü millet, bu kıymetler olmadan yaşayamaz. Âkif, İstiklâl Marşı’nda Müslüman-Türk milletinin ne için çalıştığını ve savaştığını açık bir şekilde ortaya koymuştur.

MİLLETİMİN YILDIZI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Birinci dörtlükte; mevzubahis olan al sancaktır. Al sancak, Müslüman-Türk milletinin sembolüdür. Yurdumun üstünde tüten ocak kaldıkça yani başka bir ifadeyle memleketimde tek fert kalıncaya kadar, bayrak; şafaklarda dalgalanmaya devam edecektir. Türk bayrağındaki yıldız ile gökteki yıldızı birleştiren şair, gökteki yıldız gibi bayraktaki yıldıza da kimsenin el süremeyeceğini söyler. Âkif’in bu imajlarla söylemek istediği, Müslüman Türk milletinin ölmezliği fikridir.

Türk bayrağındaki hilâl, Allâh Teâlâ’yı; yıldız ise sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i temsil eder.

Hilâl kelimesindeki harfler ile Allah isminin harfleri aynıdır. Osmanlı, Allâh’ın zâtını ve ismini tenzih etmek için aynı değeri taşıyan hilâli bayrağına sembol yapmıştır.

Aynı şekilde hilâlin kucağındaki yıldız da Muhammed imlâsının şeklinden alınmıştır. Çünkü sülüs hattıyla Muhammed yazılınca beş köşeli bir yıldız meydana çıkar.

Böylece asırlardan beri hürriyetimizin sembolü olarak gökyüzünde dalgalanan bayrağımızdaki hilâl, Allâh’ın birliğini; yıldız da Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğini temsil etmiş olur.

“Korkma! Yurdumun üstündeki son ocak sönmedikçe, bu şafaklarda dalgalanan al sancak da sönmez, dalgalanmaya devam eder. O al bayrak, benim milletimin yıldızıdır, talihidir. O sancak benimdir ve benim milletimindir.”

EY HİLÂL!

Çatma, kurbân olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

İkinci kıt’ada; Türk bayrağının sembollerinden olan «hilâl»den hareket edilmiştir.

“Ey nazlı hilâl! Ne olur kaşlarını çatma! Kahraman milletime bir gülümse, şiddet ve öfkeyle bakma! Bu millet, senin uğrunda on binlerce şehid vermiştir. Yoksa o dökülen kanlarını helâl etmez. İstiklâl, yalnızca Cenâb-ı Hakk’a inanan ve ibadet eden milletimin hakkıdır.”

Kıt’ada geçen ırk kelimesi, ırkçı bir düşüncenin yansıması değildir. Âkif’in ırkçı, kavmiyetçi fikirlerin karşısında olduğunu Safahat’tan öğreniyoruz:

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı
Temelinden yıkacak zelzele kavmiyyettir.

İslâmiyet’te «Hak», Allah ve adalet mânâlarına gelir. Milletler, böyle yüksek kıymetlere inandıkları takdirde istiklâle, hür yaşamaya hak kazanırlar. Çünkü mü’minlerin bir vasfı Allah’tan başkasından korkmamaktır.

EZELDEN BERİ HÜR!

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Üçüncü dörtlükte şair; Türk milletini konuşturmaktadır:

“Bu millet, ezelden beri hür yaşamış ve hür yaşamaya alışmıştır. Ona zincir vurulmaya kalkışılırsa, o; sel gibi taşarak bendini çiğner ve aşar. Engin denizlere sığmaz ve taşar.”

Gerçekten Anadolu-Türk devleti 1071 Malazgirt Zaferi’nden itibaren daima hür ve müstakil olmuştur. Bu hürriyetten mahrum kalmak, ona çıldırtacak derecede ağır gelir.

BATI’NIN GERÇEK YÜZÜ

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
«Medeniyyet!» dediğin tek dişi kalmış canavar?

Dördüncü kıt’ada; Türk milleti ile düşmanları mukayese edilmiştir. Garp/batı âlemi; maddî gücüne, ağır silâhlarına güvenerek Anadolu’ya saldırmıştır. Onların maddî üstünlüklerine karşı Müslüman Türk milletinin hiçbir güç ve zorluk karşısında sarsılmayan îman dolu göğsü vardır.

Şair, hiçbir hakkı olmamasına rağmen milletine saldıran sözde medenî garbı; «Tek dişi kalmış bir canavar»a benzetiyor. Şair, onun çok korkunç görünmesine rağmen eski kuvvetini, gücünü kaybetmiş olması sebebiyle bu ifadeyi kullanmıştır. Burada bütün vahşîliğiyle beraber kendisini medenî olarak tanıtan batıyı lânetlemiştir.

Mehmed Âkîf’in batının vahşîliğine karşı söylediği mısralar bundan ibaret değildir. O, Çanakkale şehidleri için yazdığı şiirde;

Âh o yirminci asır yok mu? O mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkiyle sefîl…

Başka bir şiirinde;

«Medeniyyet» denilen maskara mahlûku görün,
Tükürün maskeli vicdânına asrın tükürün.

gibi ifadeler kullanmıştır.

Şair; burada tabiî ki müstevlî, vahşî, korkunç derecede yıkıcı ve yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi gibi ifadelerde kendisini gösteren batıyı kastediyor. Yoksa Mehmed Âkif; Avrupa’nın ilmini, tekniğini, sanatını almak gerektiğini ifade ediyor:

Bu cihetten, hani hiç yılmasın, oğlum gözünüz
Sâde garbın yalınız ilmine dönsün yüzünüz.
O çocuklarla berâber, gece-gündüz didinin;
Giden üç yüz senelik ilmi sık elden edinin.

Yani Mehmed Âkif, sadece ilim ve teknik için batıya gitmeyi tavsiye eder. Çünkü o; kendi halkına tepeden bakmayan, batıya kuru bir hayranlık beslemeyen, kendi milletine yabancılaşmayan bir aydındır.

Bu kıt’ada bulunan «ulusun» kelimesi bazıları tarafından yanlış olarak; büyük, yüksek mânâsındaki «ulu» kelimesiyle karıştırılmaktadır. Burada bir canavara benzetilen batının uluması bahis mevzuudur. Şair; «Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak varsın ulusun…» artık onda korkulacak bir taraf kalmamıştır, demek istemiştir.*

ZAFER YAKINDIR

Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va‘dettiği günler Hakk’ın…
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Beşinci dörtlükte; düşmanla savaşan askere hitap ediliyor. Ordu dayanırsa zafer muhakkaktır. Bu mısralarda geleceğe büyük bir inançla bakılmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın va‘dettiği günler, Allâh’ın yardımı ve fetih yakındır. Belki yarın, belki yarından da yakın. Bu beyitlerde şu âyet-i kerîmeye işaret edilmiştir:

“Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım ve yakın bir fetih. Mü’minleri (bunlarla) müjdele.” (Saff, 13)

İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında dinî inancın rolü büyük olmuştur. Bunu, o devre ait pek çok vesikadan anlamak mümkündür.

VATAN TOPRAKTAN İBARET DEĞİL

Bastığın yerleri «toprak» diyerek geçme tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı;
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Altıncı kıt’ada; vatan bahis mevzuudur. Dış görünüş bakımından bir toprak parçası olan vatan; binlerce, belki milyonlarca şehid tarafından kazanılmış ve korunmuştur. Bu sebeple ona bakarken toprağı değil, onun altındaki şehidleri düşünmeli ve görmelidir. Dünyada hiçbir şey vatan kadar değerli ve mukaddes değildir.

Şehidlerin evlâtlarına ecdadını incitmemek, aynı fedakârlığı göstererek vatanı için canını vermek düşer. Cephelerden gelen menfî haberler üzerine Bülbül şiirinde Âkif, kan ağlayarak şu mısraları söyler:

Ne hüsrandır ki: Şarkın ben vefasız, kansız evlâdı,
Serâpâ garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!

CENNET VATAN

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün vârımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Yedinci dörtlükte; yine vatan konusu ele alınmıştır. Burada vatan ile şehidler arasındaki münasebet üzerinde durulmuş, dörtlüğün sonunda insan kendi canını veya cânânını kaybetse bile vatan ve milletin var olacağı düşüncesiyle teselli bulur, denilmektedir.

“Bu cennet vatan uğrunda kim canını vermez ki? Ki ecdadımız da bu vatan uğrunda canlarını vermişlerdir. Öyle ki vatanın toprağını sıksan şehidler fışkıracak gibidir. Onun için Allah, canımı, cânânımı hattâ bütün varlığımı alsın, yeter ki vatanımdan ayrı bırakmasın.”

TEK DİLEĞİM

Rûhumun Sen’den İlâhî, şudur ancak emeli;
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli.
Bu ezanlar -ki şahâdetleri dînin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

Cânı ve cânânı pahasına vatanından ayrı kalmamayı isteyen şair; bu beraberliğin esaretle, kâfir çizmesi altında değil, din ve namusun hür olacağı istiklâl hâlinde olmasını da Rabbinden isteyecektir:

“Yâ Rab, rûhumun Sen’den bir tek emeli/arzusu vardır: Vatanımın mukaddes yerlerine nâ-mahrem/yabancı eli değmesin. Şahâdetleri dinin temeli olan ezanlar yurdumda ebediyen/sonsuza dek okunsun, susturulmasın.”

Şüphesiz yabancılar yurdun sadece mâbedlerini değil, hiçbir karış toprağını işgal etmemelidir. Burada en hassas yer olan mâbedler zikredilerek tamamı kastedilmiştir. «Mâbedin göğsü» ve «nâ-mahrem eli» ifadeleriyle, mâbedler; örtülü bir istiâreyle bir milletin, namusunu beklemekle vazifeli olduğu iffetli bir yakınına benzetilmiştir.

Nâ-mahrem bir fıkıh ıstılahıdır. Kişinin, aralarında evlenme yasağı olmayan yani akrabaları haricinde kalan, bakmasının/görünmesinin, dokunmasının haram olduğu karşı cinsleri ifade eder, kısaca «yabancı» demektir.

Bülbül şiirinin sonunda Âkif’in yanık bir dille anlattığı gibi, Yunan işgaline uğrayan şehirlerimizde ezan susuyor, mâbedlerimize türlü hakaretler yapıldığı haber alınıyordu:

Ne zillettir ki: Nâkūs inlesin beyninde Osmân’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Dolaşsın sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!

Ezanın şahâdet cümleleri şunlardır:

«Eşhedü en-lâilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah» yani «Ben şahâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine ben şahâdet ederim ki, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın Rasûlü’dür.»

Bu ifadeleri söylemek ve bunlara inanmak, İslâm dininin temelidir. Bir kimsenin Müslüman olabilmesinin şartıdır. İslâm memleketlerinde günde beş vakit İslâmiyet’in temelini teşkil eden bu cümleler tekrarlanır.

İslâmî Türk tarihinde din, vatan, millet, istiklâl duyguları yüzyıllar boyunca birbirine bağlı olarak yaşamış ve gelişmiştir. Âkif’in anladığı ve Safahat’ta ortaya koyduğu İslâm dini bu ve benzeri yüksek kıymetlere dayanır. Gerçekten de Türk devletinin var olmasında İslâmiyet’in çok büyük rolü olmuştur.

Kıt’ada şahâdetlerin dinin temeli olduğu bilhassa vurgulanmış, ezan eğer bir işgal neticesinde susturulursa din yıkılır, mânâsı hissettirilmiştir. Çanakkale Harbi’nin de sancağında okunan «namus ve din» vurgusu, bir milletin uğrunda öleceği ve Rabbinden niyaz edeceği en ulvî hususlardır.

ŞEHÂDET TABLOSU

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım,
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na‘şım;
O zaman yükselerek Arş’a değer belki başım.

Dokuzuncu dörtlükte; şair, vatanı için canını vermiş şehidler adına konuşur. Yani şehid, yurduna düşmanın girmemesi ve dinin temeli olan şahâdetleriyle beraber ezanın dinmemesi şeklindeki duaları kabul olunca; canını kaybettiğine hiç üzülmez, vecd hâlinde yani kendinden geçmiş, coşkun bir huzur içinde, şükür secdesine kapanır. Şehid, artık zâhiren ölü olduğundan secdeyi -o da eğer o yokluk ve telâş içinde dikilmişse, varsa- taşı yapacaktır. Her cerîhasından yani bütün yaralarından âdeta sevinç gözyaşları akacaktır. O tarifsiz coşku ve heyecan içinde na‘şı yani cansız cesedi, sanki mücerret; cesetten ayrılmış, maddeden hâlî bir rûhun hızla ait olduğu yere gidişi, kayıtlarından kurtulmuş güçlü bir suyun fışkırışı gibi, yerden yani kabrinden yükselecek, o hızla belki de en yüksek gök katı ve Cenâb-ı Hakk’ın makam-ı kibriyâsı olan Arş-ı Âlâ’ya çıkıverecektir.

Çok yüksek ve derin bir tasvirin yer aldığı bu kıt’ada şehidlerin Allâh’ın yanında diri olarak rızıklandırıldıklarını bildiren âyet-i kerîmeye (Âl-i İmrân, 169) işaret vardır.

Zincire vurulma iddiası karşısında çılgına dönen, cennet vatanına nâ-mahremin girmemesi için canını, cânânını feda eden yiğidin, son nefesinde tek emelinin/arzusunun gerçekleştiğini görerek huzur içinde rûhuyla göğe yükselmesi resmedilmiştir.

İSTİKLÂL, MİLLETİMİN HAKKIDIR

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl
Olsun artık, dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Onuncu ve son kıt’a; şiirde ortaya konulan fikir ve inançların bir nevi özeti gibidir. Burada milletin ölmeyeceği ve ebediyyen yaşayacağı inancı vardır.

“Ey şanlı hilâl! Sen de ezanlar okunan memleketimde şafaklar gibi dalgalan. Senin için döktüğümüz kanların hepsi sana helâl olsun. Ebediyen sana ve milletime izmihlâl yoktur. Hürriyet, hür yaşamış bayrağımın; istiklâl, Hakk’a tapan milletimin hakkıdır.”

İstiklâl Marşı’nda kullanılan teşbihler/benzetmeler halk zevkine uygundur. Şiir; dil ve üslûp bakımından oldukça sadedir. Aruz veznine son derece hâkim olan Âkif, mısralarına bir konuşma ve hitabet edâsı vermiştir. Kıt’aların dört mısraını da kendi içlerinde arka arkaya gelen dört sağlam kafiyeye oturtmak sûretiyle muhtevaya uygun, kuvvetli bir âhenk sağlamıştır. Dil ve şekil bakımından şiire hâkim olan düşünce, güven duygusu, sağlamlık ve sadeliktir. Bunlar Türk milletinin ve şiirin ithaf edildiği Türk askerinin temel vasıflarıdır.

* Bkz. A. Ünal BAĞBAŞLIOĞLU, «İstiklâl Marşı Hakkında», Yüzakı, Mart 2007, sa: 25, s: 20-21.