Âkif’in Yükseldiği VEFA YOKUŞU

Ahmet Şükrü BAĞBAŞLIOĞLU

Mehmed Âkif arkadaşlarıyla bir sohbet meclisindedir. Dostlarından biri Vefa Yokuşu’ndan bahseder. Âkif bu, durur mu? Hem gülümseten hem de düşündüren nüktesini hemen yapıştırır:

“Bırak Allah aşkına! Şimdiki nesil o yokuşu dümdüz etti.”

Ama Mehmed Âkif o vefasız nesilden değildi. Tam mânâsıyla sâdık, vefalı, özü-sözü, içi-dışı bir, dost canlısı… kelimenin tam anlamıyla adam gibi bir adamdı. Onun eşsiz vefasına misal olarak şu hâtırayı nakledebiliriz:

Halkalı Baytar Mektebinde beraber okudukları ve çok sevdiği arkadaşı Baytar Hasan Efendi ile şu konuda sözleşirler:

Eğer Âkif ölürse Âkif’in çocuklarına Hasan Efendi bakacak, eğer Hasan Efendi ölürse onun yetimlerine de Âkif babalık yapacaktır. Onların bu tatlı muhabbetlerini duyup da henüz Âkif’i yeterince tanımayanlar, aradan zaman geçince bu güzel sözlerin hep unutulacağına kānî idiler.

Aradan yıllar geçti ve arkadaşı, Âkif’ten önce vefat etti. Âkif, söz verdiği gibi onun çocuklarına kendi evlâtları gibi baktı, hem de bir haksızlığa isyan ederek istifa ettiği, işsiz kaldığı bir zamanda…

Âkif, bir söz verdiği zaman o sözü ne pahasına olursa olsun tutmak için ne gerekiyorsa yapardı. Bu mevzudaki bir misali de sizlerle paylaşmak isterim. Yakın dostlarından Hâfız Âsım anlatıyor:

Bir gün Mehmed Âkif’in oturduğu Çengelköyü’ndeki Fıstıklı Köşk’te birleştik. Oradan bir yere gidecektik. Vapurun hareketine de pek az kalmıştı. Bir de baktık; Hüseyin Kâzım, Fatin Hoca, bir-iki kişi daha çıkageldiler. Üstad onlara;

“Buyurun!” dedi, her birinin hâl ve hatırını ayrı ayrı sorduktan sonra;

“Müsaadenizi rica ederim. Biz, Âsım’la bir yere gidiyoruz. Söz verdik. Mâzur görünüz. Siz buyurun, istirahat edin. Başka gün yine görüşürüz inşâallah…” dedi. Çıktık. Misafirler evde kaldı. Yokuşu süratle indik, vapura yetiştik. Bu hareketi benim havsalam pek almadı:

“Üstad”, dedim. “Bu tuhaf bir iş oldu!”

“Hayır, hiç de tuhaf değil. Söz verdik, bizi bekliyorlar. Her medenî insanın bunu kabul etmesi tabiîdir. Hele Hüseyin Kâzım böyle şeyleri pekâlâ bilir, tabiî görür.” dedi.

Hakikaten birkaç gün sonra Hüseyin Kâzım Bey’i gördüğüm zaman üstadın bu hareketini pek tabiî gördüğünü hattâ takdir ettiğini anladım. (Eşref Edip FERGAN, c. 1, s. 259)

Kendisi sözüne bu kadar bağlı iken sözlerini tutmayanları ise bir türlü affedemezdi. İstanbul Rasathanesinin kurucusu Prof. Fatih GÖKMEN anlatıyor:

Ben Vânîköyü’nde oturuyordum. Âkif de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sel kesildi. Merhum yürümeyi severdi. Havanın bu hâliyle karadan gelemeyeceğini tabiî gördüm.

Mîâddan (söz verdiği zamandan) biraz evvelki vapurdan çıkmadı, diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim! Bu arada Âkif; sırılsıklam bir hâlde gelmiş, beni evde bulamayınca, hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış;

“Selâm söyle” demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş!

Ertesi gün kendini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim, dinlemedi:

“Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mâzur görülebilir.” dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı. (Hasan Basri ÇANTAY, s. 246)

Âkif’in tek meziyeti sözünde durmak değildi tabiî ki. Daha pek çok mümtaz vasıf onda toplanmıştı. Onun aklının, fikrinin ve bedeninin sağlamlığına dair pek çok şey anlatılır:

Hasan Basri ÇANTAY der ki:

Âkif’in mektep tahsili zamanlarında en açık ve candan görüştüğü Sabri SÖZEN Bey merhumun bize kuvvetle temin ettiğine göre;

“Mehmed Âkif Bey içki kullanmamıştır. Onun nezâheti (ahlâkının temizliği), terbiyesi, seciyesi (yaratılışı, huyu), akranları içinde mesel-i sâir (dilden dile dolaşan numûne) olmuştu. O, bir karıncayı bile incitmedi. Çok temiz, çok hayırhah, çok namuslu bir gençti…” (Hasan Basri ÇANTAY, Âkifnâme, s. 28, İstanbul 1966)

Âkif, gençliğinde deniz yarışlarında, yaya koşularında, atlama müsabakalarında hep birinciliği kazandı. Saatlerce kürek çeker, Boğaz’ı yüzerek geçerdi. O, iyi taş atardı. Ankara’da bulunduğu zamanlarda tatil günlerini bu gibi idmanlarla geçirirdi. O vakit bile binnisbe (kendisine nispetle) daha genç ve daha idmanlı bazı arkadaşlarına tefevvuk ederdi (üstün gelirdi).

Değirmen arkının en geniş yerlerinde öyle bir atlayışı vardı ki, insan helecandan (kalp çarpıntısından) bakamazdı. (Hasan Basri ÇANTAY, Âkifnâme, s. 36, İstanbul 1966)

Yakın arkadaşlarından Mithat Cemal, Âkif’in eserlerindeki başarıyı da onun temiz ahlâkına bağlar:

Sağlam yaratılan bu adamı kendi adalâtı (adaleleri) sımsıkı bağlamış, hiçbir zevkin, sefâhatin (eğlenceye düşkünlüğün) elleriyle bu bağın kördüğümleri gevşetilmemişti. Kuvvetli bünyesi, maden ocağında yatan, insan eli değmemiş demir kadar sertti, bâkirdi. Kumar, kadın, içki gibi insan etini pelteleştiren hazları Âkif bilmiyordu. Hayatı, her sabah yeniden başlayan bir mahrûmiyetti. Onda ne politika ihtirası, ne mevkî hırsı, ne kadın ve kumar hazzı vardı.

Kuvvetli bünyesinin beynine topladığı fazla kan damlalarını bu ihtiraslara, bu hırslara, bu hazlara nâil olmanın verdiği serinliklere dağıtmıyordu. Ve beynindeki bu terâkümler (birikimler) bünyesinin kuvvetiyle birleşti; benliğinden îman hâlinde fışkırdı. Onun içindir ki îman şiiri söylediği zaman eserinde Süleymaniye şâha kalkıyor sanırsınız. Gene onun içindir ki İstiklâl Marşı’nı yazdığı vakit şair, kendisini bile geçti. (Midhat Cemal KUNTAY, Mehmed Âkif-Hayatı, İstanbul 1944, s. 235.)

Daha söylenebilecek o kadar çok şey var ki, bizim burada aktarmaya çalıştıklarımız o müstesnâ şahsiyetin arkadaşlarından kalan birkaç misaldir. O sessiz, mütevâzı şahsiyetin saklı tuttuğu, Allah’tan başka kimsenin bilmediği nice fazilet sahneleri vardı kimbilir…