Dertler ve Istıraplar Artarken; NE KADAR MÂTEMLERİN CİVARINDAYIZ?

M.Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Gece vaktiydi. Karanlık zifiriydi. Üstelik dışarıda sert bir ayaz vardı. Bir çadırın içinde de iniltili bir avaz. Çocukların avazıydı bu. Zavallılar;

“–Açız, açız!” diye feryat ediyordu.

Yaşlı bir kadın sesi de;

“–Biraz daha sabredin kuzularım! Pişti pişecek!” diyordu.

Diyordu demesine ya, bu cevabı kaçıncı kez vermişti kadıncağız. Çocukların tâkati de gittikçe tükenmişti:

“–Hâlâ pişmedi mi nineciğim!”

“–Az kaldı evlâdım, birazdan pişmiş olacak!”

İki taraflı bu çaresiz konuşmalar, çadırın yanından geçmekte olan iki kişinin dikkatini çekti. Biri mü’minlerin emîri Hazret-i Ömer, diğeri de Hazret-i Abbas’tı. Merak içinde selâm verip içeri girdiler. Hazret-i Ömer sordu:

“–Bu yavruları niçin ağlatıyorsun? Doyursana!”

Yüreği yanık kadın, tencerenin kapağını açtı ve çocuklara fark ettirmeden dedi ki:

“–Tirid mi zannediyorsun? İçinde sâde su var;
Çakıl taşıyle berâber bütün zaman kaynar!
Ne çâre! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.*”

Gördüğü manzara karşısında Hazret-i Ömer’in içi burkuldu. Kederle doldu. Onu beytülmâle yönlendirip yardım etmek maksadıyla sordu:

“–Gidip de mü’minlerin emîrine durumunu niçin anlatmıyorsun?”

Keder ve yoklukla zaten içi dolmuş olan kadıncağız patladı:

“–Emîr’e, öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun…
Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!”
“–Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek?”
“–Ya ben yetîm avuturken, Emir uyur mu gerek?”

Duyduğu sözlerle yüreği parçalanan Hazret-i Ömer, mazeret ileri sürdü:

“–Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne hâldesin bilemez.
Öfkeli kadın, bu mazereti haklı bulmadı:”
“–Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabul?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbul?
Zavallının işi çokmuş… Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş…”

O sırada çocuklar yine ağlamaya başladı. Karşısındakinin Hazret-i Ömer olduğunu bilmeyen kadıncağız, bu defa uzaklara doğru âdeta bir cinnet hâlinde seslendi:

“–Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine;
Ömer! Savâik-ı tel’în olur, iner tepene!
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme!”

Çocuklar yine hıçkırdı:

“–Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…”
“–Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!”

Zavallı kadın, çaresizlik içinde kıvranıyordu; ne yapacağını bilemez vaziyetteydi. Tekrar Hazret-i Ömer’e yüklendi:

“–Ölür de yüz suyu dökmem sizin halîfenize!..”

Yutkundu Hazret-i Ömer. Can evinden vurulmuştu. Hafif bir sesle; “Haklısın teyze!” diye mırıldandı ve hızla çadırın kapısına koştu:

–Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.

Nefes nefese yola koyuldu. Adalet ve merhamet güneşinin yüzü öyle solmuştu ki! Bitik bir hâldeydi. Perişandı. Suçlu bir kimse gibiydi. Doğruca beytülmâle vardı. Bir çuval unu sırtlandı. Hazret-i Abbas’a da içi yağ dolu bir testi verdi.

Gönlü yaralı, yükü hayli ağır, mesafe de oldukça uzundu. Hazret-i Abbas, rica etti:

“–Yâ Ömer, müsaade buyur, çuvalı biraz da ben taşıyayım.”

Fakat Halîfe kararlıydı. Kendi taşıyacaktı. Dedi ki:

“–Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın;
Vebâli kendine âittir İbn-i Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi, Abbâs, işitmedin mi demin?
Yarın huzûr-i ilâhîde, kimseler, Ömer’in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle…
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!”

Bu kabil ifadeler etrafında mes’ûliyet şuurunu, gönül yangınını, derdini ve üzüntüsünü dile getiren Hazret-i Ömer, o âna kadar malûm kadıncağız ve çocukları hakkında gösterilen ihmali telâfi ettirircesine gecenin bir vaktinde sırtlandığı çuvalı kan-ter içinde ısrarla kendi taşıdı. O yaşlı hâline rağmen. Alnından akan terlere çölün soğuk ayazı çarpınca sırtındaki çuvalın daha bir ağırlaşmasına rağmen.

Çünkü bu;

Dünyada taşınması gereken bir kıyâmet yüküydü. Ağır bir yüktü. Fakat taşırsa, omuzlarındaki dağ gibi yükleri hafifletecekti. Bu yüzden hiç kimse hakkında;

“Niçin bu kadının durumunu görmediler?” diye düşünmedi Hazret-i Ömer. Sadece kendini mes’ul tuttu ve;

“Niçin bu kadının hâlini daha önce fark edip de derdine çare olmadım!” diye sadece kendisine hayıflandı. Yapılması gerekeni de kendisi sırtlandı. Öyle sırtlandı ki, Hazret-i Abbas, ne kadar;

“Yâ Ömer! Biraz da ben taşıyayım!” diye ısrar ettiyse de yükünü ona vermedi. Yorgunluktan ne kadar nefesi tıkansa da yine kendi taşıdı.

Düşünmekteydi ki;

Eğer bu ağır çuvalı şimdi sırtlanmasa yarın mahşer meydanındaki hesap yükü taşıyamayacağı kadar ağırlaşacaktı. Böyle duygularla adımlarını çabuklaştırdı. Zira yetim yavrular dayanılmaz bir açlık içindeydi.

Nihayet çadıra vardılar. Yazık ki ocak da sönmeye yüz tutmuştu. Hazret-i Ömer, yakacak bir şeyin var olup olmadığını sorunca;

Kadın, getirdi beş-on parça yaş diken, Ömer’e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere…

İçindeki yangınla üfledi ocağa. Yüzünde terler köpürürken bağrında alevler rûhunu kavurmaktaydı. Yaş dikenleri tutuşturabilmek için yanık yanık üfledi. Üfledi, üfledi. Sonunda ocak başladı yanmaya. Çok geçmeden yemek hazır oldu. Çocuklar sofranın başına üşüştü:

Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekliyecek!
Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfliyerek!

Nihayet çadırda akşamki mâtem ve hüzün kesildi. Sevincin rûhu tekrar uyandı. Ertesi gün olunca da Hazret-i Ömer, kadıncağıza beytülmalden nafaka bağladı.

Hâsılı;

O mübarek Halîfe, sorumluluk çuvallarını liyakatle sırtlandı. İhmalleri ve yapılması gerekenleri başkalarına yıkmadan omuzladı.

Ya bizler?

Bugün aynı hassasiyet ve liyakati gösterebiliyor muyuz? Sırtımızda hangi çuvallar var? Omuzlarımızda hangi paketler?

Bugünkü dünya ahvâli karşısında hepimiz birer Ömer olup da yardım, hizmet ve mes’ûliyet çuvallarını sırtlanabiliyor muyuz? Omuzlarımızda kardeşlik paketleriyle garipleri ve muhtaçları dolaşabiliyor muyuz?

Dolaşırsak ne acılı manzaralar göreceğiz. İşte küçük bir çocuk:

Cılız bacaklarının dizden altı çırçıplak…
Bir ince mintanın altında titriyor, donacak!
Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer!
Düğümlü alnının üstünde sâde bir çember.
Nefes değil o soluklar, kesik kesik feryâd;
Nazar değil o bakışlar, dümû-i istimdad.
Bu bir ayaklı sefâlet ki yalnayak, baş açık;
On üç yaşında buruşmuş cebîn-i sâfı, yazık!

İşte bir başka çocuk. Öyle hasta ki:

Rengi uçmuş yüzünün, gözleri çökmüş içeri;
Elmacıklar iki baştan çıkıvermiş ileri.
O şakaklar göçerek cepheyi yandan sıkmış;
Fırlamış alnı, damarlar da berâber çıkmış!
Bet-beniz kül gibi olmuş uçarak nûr-i şebâb;
O yanaklar iki solgun güle dönmüş, bîtâb!
O dudaklar morarıp kavlamış artık derisi;
Uzamış saç gibi kirpiklerinin her birisi!
Kafa bir yük kesilip boynuna, çökmüş bağrı;
İki değnek gibi yükselmiş omuzlar yukarı.

Âkif’in bu yanık mısraları, hayâlî bir mübalâğa, bir şiir abartısı değil. Öyle zannedenlere hasta çocuğun dilinden cevap veriyor:

Hangi bir derdim için ağlayayım, bilmiyorum.
Döktüğüm yaşları çok görmeyiniz: Mağdûrum!

Milletinin ve İslâm ümmetinin her derdini kendi derdi hâline getiren ve bunun için zaman zaman çaresizlikten geceleri sabahlara kadar gözyaşı döken Âkif, her hisli gönle sesini duyurmaya çalışıyor ve mevcut elemlerin paylaşılmasını istiyor. Yalvarırcasına inliyor:

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım!

Fakat onun bahsettiği ağlamak, çaresizlik içinde gözyaşı dökmek değildir. Çünkü böyle bir ağlayışın faydası yoktur. Yani onun kastettiği yaşlar, gözden ziyade alından dökülen terler olmuştur. Bu gerçeği anlamayıp da boş ağıtlar yakanları acı bir dille ikaz ederek gayrete yönlendirir:

Bırakın mâtemi, yâhû! Bırakın feryâdı;
Ağlamak fâide verseydi, babam kalkardı!
Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?

Çünkü zaten her taraf mâtemle doludur. İşte;

Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin âlem!

Fakat durumu düzeltecek olan, mâtem çekmek değildir. Halk gizli yaşlarla uyanmayacaktır. Allâh’a dualar ve ilticâlar ederek canla-başla çalışmaktan başka yol yoktur:

Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâat intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhâl iner mev’ûd olan rahmet,
Nasıl hâsir kalır «tevfîki hak ettim» diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın şarkı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?

Bu şuurla hemdert olanların azlığı da malûm. Fecr-i maksûd için dertlileri bulmak, ya da insanları dertlendirmek yolunda çırpınmak lâzım. Gönüllere ateş atmak elzem. Hele gafilleri uyandırmak. Son derece ehemmiyetli bir vazife. Bu noktada Âkif, tamamen vicdan tellerine dokunarak uyandırmaya çalışmakta:

Ey Heybeli iklîmine kıştan çekilenler,
Ey Afrika temmûzunu efsâne bilenler!
Ey yağ gibi üç çifte kayıklarla kayanlar,
Ey Maltepe’den Pendik’i bir hamle sayanlar!
Ey çamların altında serilmiş, uzananlar!
Ey her nefes aldıkça ömürler kazananlar!
Siz, camları örter, sakınırken cereyandan;
Biz bodruma sarkar da kaçarken galeyandan!
Siz, mercanın a’lâsını attıkça şişerken;
Biz, kumda çirozlar gibi piştikçe pişerken!
Siz, Marmara âfâkını dürbünle süzerken;
Biz, poyrazı görsek diye, damlarda gezerken!
Siz, yelkeni açmış, suyun üstünden akarken;
Biz küplere binmiş, size hasretle bakarken!
İnsâf ediniz: Kopmayacak şey mi kıyâmet?
Eskiden herkesin dilinden duyardık:
«Biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar!»

Şimdilerde bunu diyenler azaldı. Çünkü dedirtecek duygular azaldı. İnsanlar maddenin ve teknik çılgınlığın cilâsından duygusuzluk virüsü kaptı. Oysa;

Duygusuz olmak kadar dünyâda lâkin derd yok;
Öyle salgınmış ki mel’un: Kurtulan bir ferd yok!

Hakikaten duygusuzluk ve dertsizlik, neleri ve kimleri yutmuyor ki! Gerçekten de öyle zararlı bir virüs ki, îmanı da insanlığı da doğruluğu da adaleti de ilmi de irfanı da çocuğu da genci de yaşlıyı da hastayı da doktoru da âlimi de ârifi de perişan ediyor ve bomboş bir hayatın girdabında eski cahiliye devrinin atâlet, gaflet, rezalet, hamâkat ve zulmünü tekrar hortlatıyor. Dünyaya yeni bir cahiliye devri yaşatıyor. Tek farkı modern bir şekilde icra edilmesi. Çünkü cehalet de modern olunca her şeyde olduğu gibi hüsnükabul görüyor. Böylece 15 asır öncekinden daha zararlı bir cahiliye, ilim erbabını bile yutacak bir kudrette yaygınlaşıyor.

Bugün dünya;

Oportünist, pragmatist ve menfaatçi bir cahiliye devri ile karşı karşıya. Gören gözlerle bakıldığında dünyanın her yerinde bu gerçeğin acı manzaralarını bolca görmek mümkün. Geçen ayki kurban yardımları vesilesiyle gidilen yerlerde herkesin şahit olduğu bir hakikat bu.

Asya’dan Afrika’ya, Balkanlar’a kadar her yerde yürekleri yakan, içleri ürperten tablolar var. Yokluklar, savaşlar, hastalıklar arasında girdaplar oluşturan cahiliyenin maskesiz çehresini görebiliyorsunuz. Dört bir yanda;

Ezenler, ezilenler…

Zalimler, mazlumlar…

Görebiliyorsunuz; Âkif’in «tek dişi kalmış canavar» diye tarif ettiği zulüm medeniyeti, daha da canavarlaşmış. Meselâ; girmiş Afrika’ya…

Sömürmüş. Pörsütmüş. Limon gibi sıkmış; posaya çevirmiş. Her şekilde menfaatlenmiş. Almış, almış, almış. Oradakilere bir şey bırakmamış. Arkasından sadece sefil, hasta ve garip insanlar bırakmış.

Yetmemiş gibi;

Şimdi de, onların dinini değiştirmenin peşinde. Yığınla misyoner gönderiyor. Bedenleri pörsüttüğü gibi iç dünyalarını da pörsütmenin çabasında. Âkif’in şu feryâdı ne kadar haklı imiş:

Misyonerler, gece-gündüz yeri devretmedeler;
Ulemâ vahy-i ilâhî’yi mi bilmem, bekler?

Yığınla yapılacak işleri görünce; “Bir tek benim gayretimden ne çıkar!” şeklinde düşünenlere tavsiye, gayet açık:

Doğru yol işte budur, diye sen bir yürü de,
O zaman bak, ne koşanlar göreceksin sürüde!

Yani sen koşarsan, mutlaka koşanlar çıkacak. Ne yapıp edip ısrarla gayret etmeli. Yoksa bin bir endişeyi aşabilmek mümkün olmaz. Lâfı bir tarafa bırakıp yapılacak işlere davranmalı. Ama yıkmadan. Şu yanık ikazı dinleyerek:

Bir parça kımıldan, diyorum, mahvolacaksın!
Dünyâ, koşuyorken yolun üstünde yatılmaz;
Davranmıyacak kimse bu meydâna atılmaz.
Müstakbeli bul, sen de koşanlarla bir ol da;
Mâzîyi, fakat, yıkmaya kalkışma bu yolda.

Yazının başından itibaren mâtemlerin civarında dolaşan hisli mısralar, Mehmed Âkif’in duygu dünyasını ve garipler karşısında mes’ûliyet hissiyle çırpınan gönül yapısını aksettiren içli ifadeler. Onun pek çok özelliği yanında en mühim şahsiyet profili bu.

Onu bir de bu yönüyle etraflıca tanımak lâzım. Çünkü o, gerçekten ömür boyu ıstırap çeken ve her yaralı kalbin acısıyla dertlenen bir yürek. O, her kederli insanla ayrı ayrı hemdert oldu. Hastalarla inledi. Gariplerle acı çekti. Kimsesizlerle bağrı yandı. Gözü yaşlılarla ağladı. Bu çerçevede bütün yazdıklarını da acziyetinin gözyaşı olarak takdim etti:

Şi’r için «gözyaşı» derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!
Oku, şâyet sana bir hisli yürek lâzımsa;
Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa.

Gümbür gümbür akan seller misali haykırtacak dertler içinde kıvrandığı hâlde, o, her şeye rağmen sükûnet içinde akmayı tercih etti. Sessiz bir inleyişi seçti:

Seller gibi vâdîyi enînim saracakken,
Hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi aktım.
Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler «Safahât»ımdaki hüsrân bile sessiz!

Fakat onun bu sessiz inleyişi, o kadar büyük bir yankı oluşturdu ki, bu milletin istiklâlinin marşını yazmak da ona nasip oldu. Garipleri ve çaresizleri gördükçe ciğer sızısını;

«Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!»

hicranı içinde dile getiren gönlü, bu milletin irfan dünyasında hazinelerle yapılamayacak işler başardı.

Yüreğini dağlayan garipler ve muhtaçlar gibi o da yokluk içinde yaşadı. Fakat îmansız yaşamadı. İrfansız yaşamadı. Hissiz olmadı. Fikirsiz ve idraksiz olmadı. Kimseye vefasızlık göstermedi. Azimli oldu, azim ve cesaret aşıladı. Mütevâzı ve vakur bir karakter sergiledi. Çetin bir dost idi. Dayanıklı idi. Taassup ve cehaletten uzaktı. Mâzîden kopmadan ilerilere hamle yapmanın şuurunda mükemmel bir nesil projesi oluşturdu. Bütün zirve özellikleriyle buna «Âsım’ın Nesli» adını verdi. Hiçbir düşmana boyun bükmeyen dimdik bir nesil. En yüce faziletlerle, en güzel hasletlerle donanmış karakterli bir nesil. Çanakkale’de;

Âsım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek,
İşte çiğnetmedi nâmûsunu çiğnetmeyecek!

dedirtirken, İstiklâl Harbi’nde de;

Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var,
Ulusun, korkma, nasıl böyle bir îmânı boğar,
Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar!

diyen bir nesil…

Mâtemlerin civarında bir nesil. Çaresizlerin çaresi olan bir nesil. Garibi ve yalnızı görüp gözeten bir nesil. Tıpkı «Said Paşa İmamı» şiirinde de anlattığı gibi.

Yavrusu ölmüş, parasız ve kimsesiz bir bîçare anneciğin hâline acıyarak saraya gitmeyi geciktiren ve gözü yaşlı annenin;

«–Kızımın cânı için, bâri bu kırkıncı gece,
Şöyle bir mevlid okutsam, diyorum, kendimce.
Ne olur bir yorulursan, hadi, bekletme, günah!
Sen benim yavrumu şâd et ki, rızâen lillâh,
İki dünyâda azîz eylesin Allah da seni.»

şeklindeki içli talebini;

«Elin evlâdına yanmaz parasız, bir kimse!»

diyerek o zavallıyı sırf Allah rızâsı için sevindiren hizmet ehli gönüllerin harman olduğu bir nesil…

Böyle bir gaye ve bu gaye etrafında gayret, sadece bir yüreğin kârı değil. Her yüreğin alın terleri dökmesi yani ağlayışları gayret yaşları hâlinde tecellî ettirmesi ve dertleri paylaşması, şart!

Bunun için de herkesin Hazret-i Ömer gibi bizzat kendisi mes’ûliyet çuvallarını sırtlanması, gayret paketlerini yine bizzat kendisi omuzlaması gerek.

Sırtımızda hangi çuvallar var? Omuzlarımızda hangi paketler?

Ne kadar mâtemlerin civarındayız?

Dün ne yaptık?

Bugün ne yapıyoruz?

Yarın ne yapacağız?
* Konu ile alâkalı olarak yazıya yedirilen bütün şiirler Mehmed Âkif’in «Safahât»ındandır. Anlatımda akışı bozmamak için her nakilde referans vurgusu yapılmamış, toptan söylenmesi sebebiyle buna ihtiyaç da kalmamıştır.