Satuk Buğra Han’ın Müslüman Olması ve SATUK BUĞRA HAN TEZKİRESİ

Ahmet MERAL

ahmetmeral@yuzaki.com

IX. asırdan sonra Abbâsîlerin merkezî otoriteyi kaybetmesi, Türklerin yaşadığı bölgelerde yeni hanedanlıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu hanedanlardan Horasan’da hâkimiyet kuran İran asıllı Sâmânoğulları, İslâm’ı tebliğ faaliyetine hız vererek yeni bir gazâ ve cihad faaliyetini başlatan bir devlet hâline gelmiştir. Baykent, Buhara ve Semerkant şehirlerinde yaşayan Müslüman tacir ve dervişler, bu sayede, göçebe Türklere kolayca ulaşma imkânı bulmuşlardır. Sâmânoğulları’ndan sonra Türklere İslâmiyet’i ulaştırma vazifesini Mâverâünnehir bölgesinin hâkimi olan Karahanlılar üstlenmişlerdir. Türk tarihinin ilk Müslüman devleti olan Karahanlılar döneminde Türklerin İslâmlaşma oranı giderek yüzde yüzlere yaklaşmıştır. Türkler arasında bir îman kasırgasına dönüşen bu İslâmlaşma döneminde, ömrünü Türklerin hidayetine adayan ve bu uğurda at koşturup dağlar aşan büyük devlet adamı Satuk Buğra Han’dır.

Buğra Han, Ebû Nasr isimli Sâmânî prensinin telkin ve teşvikiyle Müslüman olmuş ve Abdülkerim adını almıştır. Abdülkerim Satuk Buğra, 955 yılında vefat edinceye kadar halkını İslâm’a çağırmış, onun bitmez tükenmez çabaları sonucunda Türkler yüz binleri aşan büyük kitleler hâlinde Müslüman olmuşlardır.

Kaynaklar bu dönemde on binlerce çadırdan oluşan göçebe Türk topluluklarının topluca Müslüman olduklarını kaydetmektedir. Gönlü, halkının Müslüman olması için yanıp tutuşan genç Karahanlı hükümdarının İslâm’la şereflenmesi ve bu şerefi milletine de mâl etme uğrunda yaptıkları, ona destansı bir hüviyet kazandırmıştır. Kaynaklarda; «Satuk Buğra Han Tezkiresi» olarak geçen tarihî rivayette Satuk Buğra’nın Müslüman olması özetle şöyle anlatılmaktadır:

“Küçük Satuk’u hidayete ulaştırma görevi, Peygamber tarafından bir ilâhî irade gereği Sâmânoğullarından Ebû Nasr adında dindar bir Allah dostuna verilmişti. Bu zat bir gece rüyasında Hazret-i Peygamber’i görmüş ve ondan şu buyruğu almıştı:

«Kalk, hemen Türkistan’ın yolunu tut! Orada Satuk Tekin hidayete ulaşmak için senin telkin ve delâletini bekliyor.»

Diğer taraftan, Satuk’un hayatında da çok ilginç olaylar olmuştur. Zira Ebû Nasr’ı Türkistan’a gönderen ilâhî irade, bu kez de Satuk için tecellî etmiş ve genç Karahanlı prensi bir gece yatağında uyumaya çalışırken rüya ile gerçek arasında ilâhî bir ses duymuştur. Sanki bir adam gökten inmiş, sonra da ona güzel bir Türkçeyle hitap ederek:

“Müslüman ol! Dünya ve âhiret mutluluğuna ulaş ve kurtul!” demiştir.

Ebû Nasr, bu ilâhî tebliğ görevini aldıktan sonra Kaşgar’a gelmiş, hiç beklenmedik bir zaman ve ortamda Satuk Tekin’le karşılaşmıştır. Bu karşılaşmada ona Allâh’ın dinini tebliğ etmiş, böylece o da Müslüman olmuştur.”1

Büyük İslâm coğrafyacısı el-Makdisî, 966 yıllarında Karahanlı hükümdarlarının İslâm dinine hizmetlerini şöyle anlatmaktadır:

“Doğu iklimi (Mâverâün-nehir), iklimler arasında, büyük adamları ve âlimleri en çok olan, hayrın kaynağı, ilmin karargâhı, âlimlerin ocağı, ayrıca İslâm’ın muhkem dayanağı ve en güçlü kalesi sayılan bir iklimdir. Bu iklimin hükümdarları (Karahanlı hakanları) hükümdarların en büyüğü, ordusu ise orduların en hayırlısıdır. Bu iklimde mekân tutanlar ise; kuvvetleri yüce, görüşleri doğru, isimleri ulu, malları bol, ayrıca at, asker ve parlak zafer sahibi kimselerdir. Hazret-i Ömer’e de bildirildiği gibi, onların elbiseleri demirden, yiyecekleri kurutulmuş etten, içtikleri ise buzdandır. Buralarda fakihler hükümdarlar derecesinde saygı görür. Burada kötü olanlar başka yerde hükümdar olur.”

“Türkler başlangıçta İslâmiyet’i normal şartlarda olduğu gibi bilginler eliyle değil, daha çok tasavvufî yönü ağır basan dervişler eliyle öğrenmişlerdir. İslâmiyet’i kabul ederek şehirlerde yaşayan Türkler, zamanla devletin desteklediği medreselerde öğretilen kitaba dayalı dinî icapları benimseyip dinin emirlerini yerine getirmeye çalışmışlardır. Bunun yanında sürekli göçebe hayatı yaşayan, İslâmiyet’in bilgiden ziyade hissî yönünü ön plânda tutan ve İslâmiyet’i şeklen ve sathî bir şekilde benimseyen Türkmenler ise daha çok, eski Türk inançlarına bağlı bir dinî hayatı sürdürmeye çalışmışlardır.”2

Göçebe Türkmenler şehirlerden farklı olarak medreseden habersiz ve ondan mahrum bir hayat yaşamak zorunda kalmışlardır. Zira sürdürdükleri göçebe hayatı, bilgiye dayalı Müslümanlığın icaplarını kavramaya ve yerine getirmeye imkân vermemiştir. Çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bu insanlar, İslâmiyet’in inanç esasları ile namaz ve oruç gibi fedakârlık ve disiplin isteyen ibadetleri ne kavrayabilmiş ne de yerine getirebilmiştir. Bu sebeple dervişler bu göçebe Türklere İslâmiyet’i yumuşak bir ruh ve mânâ ile anlatmışlar, böylece Türklerin İslâm’la şereflenmesinde önemli katkılar sağlamışlardır. Bu Müslümanlık anlayışı, göçebe Türkler eliyle XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya taşınmıştır.

Ancak Cem Vakfı Başkanı İzzettin DOĞAN’ın; Ahmed Yesevîlerle, Yûnus Emrelerle Anadolu’ya taşınan bu Müslümanlık anlayışını, kayıtlardan tamamen arındırılmış ve dinî mükellefiyetleri sathî hâle getirilmiş bir İslâmî anlayış olarak takdim etmesi, hattâ; «Türklerin İslâmiyet yorumu» olarak sunması; biçim olarak tamamen, muhteva olarak ise çok büyük oranda yanlıştır. Şüphesiz, Anadolu Alevîliği, Doğan’ın da belirttiği gibi yoğun İslâmî izler taşımakla beraber, kitâbî bir kültür yerine aktarmacı ve sözlü anlatımla yaşatılmaya çalışıldığı için geçmişteki Şaman kültürü ve bir dönem İslâm dünyasını kısmen etkilemiş olan «Bâtınî» akımların tesirleriyle şekillenmiştir.

Oysa şanlı bir geçmişe sahip olan Müslüman-Türklerin ezici bir çoğunluğu; temel İslâmî anlayışlara uygun olarak inanç, ibadet ve muâmelâtta ayrım kabul etmeyen, gönül zenginliğiyle ibadetlerin şeklî tarafını yan yana yaşatan bir anlayışı taşımaktadır ve geçmişte olduğu gibi günümüzde de Türkler, İslâm dünyasının en kibar ve en çok gelecek va‘deden topluluklarındandır.

İRAN’DA İSLÂMİYET’İN YAYILIŞI

İran, Hazret-i Ömer döneminde (642-650) yedi-sekiz yıllık bir mücadelenin ardından Müslüman-Arap orduları tarafından zaptedilerek Kûfe’ye bağlı bir eyalet hâline getirilmişti. İran’da yaşayan toplulukların İslâm’a girişi ilk devirlerde başlamakla beraber, tamamen Müslüman olmaları zaman almıştır. Hazret-i Peygamber’in kendi ehlibeytinden saydığı Selmân-ı Fârisî’nin de kavmi olan ve çoğu, Mecûsî inançlara sahip İran kabilelerinden Deylemliler, Gılanlar ve Soğdların Müslüman olması 850-900 yılları arasında tamamlanmıştır.

Zerdüştîler, eski mezhepleri ile yeni gelen din arasında bazı benzer noktalar görmek sûretiyle İslâmiyet’e kolayca intikal etmişlerdir. Çünkü İranlılar eski mezheplerinin temel hükümlerinden birçoğunun tahrife uğramamış bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de bulunduğu kanaatine varmışlardır. Bu süreçte eski dinlerindeki Ahûra-Mazda ve Ehrimen dualizmi; doğru ve tek bir «Allâh» inancı ve tanrı değil insanın düşmanı olan «şeytan» varlığının kabulü ile karşılanıyordu. Önceki dinî metinlerinde geçen; öldükten sonra diriliş, melekler, cihanın altı devrede yaratılmış olması, ilk insanın ezeldeki masumiyeti, cennet ve cehennemin varlığı gibi hususlara İslâmiyet’te katışıksız ve tertemiz bir sûrette tekrar tesadüf ediyorlardı. İslâmiyet’e giren İranlılara namaz eski mukaddes kabul ettikleri kitapları Avesta’da geçen günde beş kere ibadetin aslı, bozulmamış şekli gibi geliyordu. T.W. Arnold; «İntişâr-ı İslâm Tarihi» adıyla lisanımıza tercüme edilen eserinde, İranlıların İslâmiyet’i hiçbir zorlama olmadan ve isteyerek kabul etmiş olduğunu belirtir.

VIII. asrın sonlarına doğru Belh şehri asilzadelerinden Sâmân adlı zat, Horasan valisi Es‘ad bin Abdullah’tan gördüğü saygı ve himaye üzerine İslâm’ı kabul etmiş, hâmîsine nispetle oğluna da Es‘ad ismini vermişti. 874-999 yılları arasında hüküm süren Sâmânoğulları hanedanı böylece oluşmuştur. Karahanlıların İslâm’a girişlerinde bu hanedanın çok ciddî mânevî desteği olmuştur.

IX. yüzyılın başlarında da Kâbûsiye hükümdarı Kerim bin Şehriyar Müslüman olmuştur. 873 senesinde Deylem’de Nâsıru’l-Hak Ebû Muhammed’in nüfuzuyla çok sayıda ateşperest de İslâm’a girmiştir.

Hazar Denizi’nin sahillerinde oturan Aliye hanedanından Hasan bin Ali ise 912 yılında, İslâmî irfanı sayesinde, putperest ve değişik sapık mezheplerdeki Taberistan ve Deylem halkının önemli bir kısmının Müslüman olmasına vesile olmuştur. Yine Deylem halkından Ebu’l-Hasan Mihyar, ateşperest iken kendisine şiir ve yazı sanatını öğreten meşhur şairlerden Şerif Rıza tarafından İslâm’a ısındırılmıştır. Büyük coğrafyacı İbn-i Hurdadbih’in dedesi de Bermekîlerden birisinin nüfuz, telkin ve teşvikiyle İslâm’ı kabul etmiştir. Oysa ecdadı Belh şehrindeki Nev-Bahar ateşgedesinin kâhini ve başrahibi idi.3

İlimde değerli bilginler yetiştirmiş olan Farslılar; tebliğ açısından da İslâmiyet’in Orta Asya, Çin, Afganistan ve Kuzey Hindistan’a yayılmasında çok önemli roller üstlenmişlerdir. Oryantalistlerin ve İslâm dünyasını da etkisi altına alan ayrımcı ve dışlayıcı, ırkçı aydınların, İran etkisindeki topraklarda Mecûsîliğin yeni İslâmî anlayışları temellendirdiğini iddia etmeleri sağlam delillerden mahrumdur. Günümüzdeki Fars kültür ve irfanının temellerini tıpkı Türk kültüründe olduğu gibi Kur’ân ve sünnete dayalı İslâm kültürü oluşturmaktadır. Geçmiş İran ve etkisindeki topraklarda Mecûsî varlığı ve tesiri yok denecek kadar azdır. Burada İslâm toplumlarında mezheplerin şekillenmesi ve rekabeti ayrı bir kulvarda yorumlanması gereken bir meseledir. Batılıların, İslâm dünyasında var olan cereyanları mümkün olduğu kadar çeşitlendirme ve var olan ayrılıkları derinleştirme gayreti daima göz önünde tutulmalıdır.

1 Prof. Dr. Zekeriyya KİTAPÇI; Türklerin Müslüman Olması.
2 M. ERÖZ; Türkiye’de Alevîlik ve Bektâşîlik, İstanbul, 1977 s. 203.
3 T. W. Arnold; İntişâr-ı İslâm Tarihi, s: 213-214.