O’nun Aşkıyla Hıçkıra Hıçkıra AĞLAYAN HURMA DALI

SEYRÎ (M. Ali EŞMELİ)

Nasıl dönerse ışık çevresinde pervâne,
Bakıp Muhammed’e ashâb olan da, mestâne,
Bölük bölük koşuyor, artıyordu her lâhza,
Dolup da taştı nihâyet gönül gönül Ravza.
Fakat ki görmesi zorlaştı arka saftakinin,
Rasûl’ü hutbe verirken huzurla görmek için,
Gönüller etti niyâz, ümmetin o seyyidine,
İzin verince O, minber yapıldı mescidine,
Sevindi sevgili ashâbı, çünkü Can Gülü’nü,
Görüp de dinleyeceklerdi Ravza Bülbülü’nü.

Ve orda hutbeyi vermek için Rasûlullah,
Çıkınca minbere lâkin yanında taştı bir âh!
Kederli, dert dolu bir hıçkırık sesiydi bu ses,
Nasıl da içli, derin ağlıyordu, sanki nefes,
Alev misâli ciğer dağlıyordu bağrında,
Çoğaldı git gide efgan, dönüştü feryâda,
Bıraktı hutbeyi müşfik gönüllü Peygamber,
Gözüyle sordu yerinden: «Nedir bu içli keder?»
O ağlayan yüreğin bağrı, çekti bir daha âh,
Edeple inledi: «Affeyle yâ Rasûlâllah!
Şekilde hurma kökünden ne olsa bir kütüğüm,
Fakat içim, Sen’in aşkınla çarpıyor güm güm.
Sevip de var mı ki hıçkırmadan duran dîde?
Bu pek güzel, yeni minberden önce mescidde,
Başımda hutbe verirdin güzîde ashâba,
Dalar idim mütebessim yüzünde mehtâba.
Elinle omzuma şefkatle yaslanırdın Sen,
Bu lutfa can vererek öyle can bulurdum ben.
Ecel misâli fakat, ayrılık gelip çattı,
Yuvarlayıp beni hicran, kenâra fırlattı.
Yanında hasrete düştüm, çağıldamaz mı gönül?
Kırık diken gibi rûhum ezildi, âh ey Gül!
Ne toprağım, ne köküm var, yanındı can senedi,
Yanından ayrı ne yapsın bu hurmacık, şimdi?
Bu yüzden ağlıyorum durmadan pınar gibi âh,
Sitem ne haddime, affeyle yâ Rasûlâllah!»

Onun bu mertebe olmuştu âdetâ sesi aşk,
Rasûl-i Ekrem’e bizlerde var mı böylesi aşk?
Fikirli, duygulu insan misâli hasret ile,
O hurma gövdesi, pervâne oldu sohbet ile,
Ve can Muhammed’e candan taşan muhabbetini,
İletti gözleri sel sel, duyurdu hâletini.
Sahâbiler de o an, duydular bu ağlayışı,
Şaşırdılar görerek kalbi böyle dağlayışı.
Bu mûcizeyle cemâat, çağıldayıp taştı,
Huzurda, hurma dalından ziyâde ağlaştı.

Usulca, çıktığı minberden indi Peygamber,
Ve sardı kalbine sevdâlı rûhu, verdi değer,
Kucaklayıp dedi: «Ey kalbi ince hurma dalı,
Ne istesen dile benden, bu hıçkırış haklı,
Diler misin seni tekrar yeşertiversin Hak,
Diler misin sana cennette bahçe versin Hak!
Diler misin yeniden meyvelerle başköşe al,
Diler misin ebedî solma, dâimâ diri kal!
Diler misin ya da cân içre cân edip sarayım,
Ne istesen dile benden, Hudâ’ya yalvarayım…»

Duyunca böylesi sözler o Can Muhammed’den,
Figānı buldu sükûnet, o hurma sustu hemen.
Boyun büküp dedi: «Ey derdimin ilâcı benim,
Çiçek çiçek mütebessim ve ey yegâne kerim!
Kerem buyur beni kalbinde fâni et, bu yeter,
Senin ki kalbine girmek, sekiz cinâna değer!
Huzur da, haz da, niyâz ettiğim hayat da budur,
Büyük sanat da bu, mîrâc için kanat da budur!
Sen’in yanın, severek kaldığım temelli durak!
Benim bütün dileğim, şimdi Sen’de yok olmak,
İçim dışım, yüce nûrunla çünkü kavruldu,
Payanda eylediğin an, bu can huzur buldu.
Ne verseler bu mübârek huzurdan ayrılamam,
Canım da giydi bu kutsî huzûr için ihram.
Kerem buyur, ne olur, fâni eyle kalbinde,
Sen’inle dipdiri kalsın bu hurma gövdesi de.»

Yüzünde Hazret-i Peygamber’in parıldadı nur,
O kalbi okşadı, vuslat yolunda verdi sürur.
Sarıldı öptü Nebî, bir sevindi hurma dalı,
Kesildi ah sesi kökten, bu kıssa mânâlı.
Muhabbet aynası ey can, bu mânidar kıssa,
Yazılmayıp yaşanan sır budur, kalem yazsa,
Satır satır okuyup anlayan yürek çatlar,
Rasûl’e böyle muhabbette başka hikmet var!
Ne ârifâne duyuş, hem de bir kütükteki aşk,
Ne âşıkāne bu hasret, şaşar körükteki aşk!
O bir kütük değil artık, zarif ve ince gönül,
Bu bâğ içinde muhabbet lisânı bir sümbül!

Bu denli has, bu kadar köklü duygu, bir kütüğe,
Veren gönül ne büyüktür, koşun o hak büyüğe!

Eğer şu tatlı, güzel cânı verme zevkiyle,

Ve hurma gövdesinin muhlisâne şevkiyle,
Bizim muhabbetimiz, bergüzîde olmazsa,
Yazık, o hurma dalından ziyâde olmazsa!
O çünki sâde ağaçtır, netîce, pek varı yok,
Onun bizim gibi üstün ve tam sıfatları yok!
Gezip dolaşması mümkün değil, irâdesi yok,
Sonunda kupkuru bir gövdedir, güzîdesi yok!
Bu yoklarıyla nasıl oldu gözde sevdâlı?
Nasıl senâ-yı Muhammed’le doldu hurma dalı?

Muhabbetin mütevâtir bu muhteşem meseli,
O can Muhammed’e aşkın nümûne bir temeli:
Ne karşılık, ne riyâ; muhlisâne sevdâ bu,
Ne lâf-güzaf, ne masal; en hakîki mânâ bu!
Habîb’i memnun eden zirve bir muhabbet bu,
Temiz sular gibi bir sâfiyet bu, rahmet bu!
Bu hâli hissederek dinlesek o hıçkırışı,
Taşar muhabbetimiz, döndürür bahâra kışı.
Bu gönlümüz de çağıldarsa aşk içinde eğer,
Kucaklayıp bizi eyler teselli, Peygamber…

Günah kuşattı bu dünyâyı yâ Rasûlâllah!
Senin kapında medet, yoksa hâlimiz eyvah!
Kavur gönülleri devranda nâr-ı aşkınla,
Akıl şaşırsa da bir an bırakma ayrı yola.
Yanında yoğrulalım en güzel zuhûra dalıp,
Eşikte can verelim cân evinde nûra dalıp.
Sahâbe oldu Sen’in sohbetinde her miskin,
Şu nefsimiz bizi artık nasipsiz eylemesin.
Kerem buyur, aradan çek kederli hicrânı,
Çekip cehenneme şeytan düşürmesin cânı!
Muhammedî nefesin can-fezâ muhabbetine,
Kabul buyur bizi ey Gül, diyâr-ı cennetine!
Koşup gelenleri aslā bu bahçeden atma,
Bu ağlayanları mahşer gününde ağlatma!
Şu hurmanın dalıyız biz de, ehl-i sevdâyız,
Bu hıçkırıkla taşan hasretinde şeydâyız!
Eder misin bize şefkat, eder misin rahmet?
Kapında bekliyoruz, Âh Efendim, eyle medet!
İnâyet eyle, kabûl eyle, himmet eyle bize,
Şefâat eyle, kerem eyle, rahmet eyle bize!
Bu ümmetin ile Seyrî, Sen’in kapında gedâ,
Sen’in kapında Efendim, bu can da ten de fedâ!

Vezni: mefâilün / feilâtün / mefâîlün / feilün