Her Yönüyle Kahraman FATİH SULTAN MEHMED

Aydın TALAY

aydintalay@gmail.com

Osmanlı tarihinde İstanbul’un fethi ve Fatih rûhu büyük bir mânâ taşır. Otuz yıllık padişahlığı döneminde ilâ-yı kelimetullah yolundan bir an bile geri kalmadan dört krallık ve on bir prensliği ortadan kaldıran Fatih, babasından devraldığı toprakları tam üç katına çıkarmıştır.

Fatih’in mânevî cephesini ilmik ilmik işleyen âbide şahsiyetler arasında bilhassa Molla Gûrânî ve Akşemseddin Hazretlerinin payı büyüktür. Şehzade diye hiçbir zaman kontrol dışı bırakılmamıştır. Hattâ çağ kapatıp çağ açan bu büyük şahsiyetin şu sözü meşhurdur:

“Bütün dünya benim gazabımdan korkar. Benim ise hocam Akşemseddin’i görünce elim-ayağım titrer.”

Genç Mehmed fizikî yönden de zamanının her türlü faydalı sporu ile uğraştı. Ata binmekte, en tehlikeli engelleri atlamakta, kılıç kullanmak, ok atmak ve ağır gülleleri uzak mesafelere atmakta maharet kazandı. Böylece Fatih, nefsine ve hislerine hâkim hâle gelirken savaş sırasında düşmana haddini bildiren yılmaz bir cengâver olarak ön saflara atılmaktan da geri durmadı. Çelik gibi iradeye sahip olduğundan yeis ve ümitsizlikle hiç işi olmadı. Cevval bir zekâ; üstün muhakeme kabiliyeti ve Allah korkusu ile birleşince her işin üstesinden geliyordu.

Fen ve tekniği çok iyi kavramıştı. Topçuluğu geliştiren, İstanbul surlarını dövecek Şâhî toplarının projelerini çizerek bizzat döktüren odur. Emri altındakilerden bir şeyler istemeye hakkı olabilmesi için fazilet ve güzellikleri, dürüstlük ve sadakati bizzat kendi nefsinde yaşamayı; aynı ruh yapısında olan babası ve hocalarından öğrendi. Dolayısı ile kudretli bir hükümdar, engin gönüllü bir dervişti. Avnî mahlâsı ile birbirinden güzel şiirler kaleme alan Fatih şöyle diyordu:

Yoktur zulme rızâmız adle biz mâilleriz
Gözleriz Hakk’ın rızâsın emrine kāilleriz.

İşte ciddî bir eğitim ve öğretimle kısa zamanda kendisini geliştiren Fatih; aynı zamanda Çağatay Lehçesini, Farsça, Arapça, Yunanca, Lâtince, Sırpça, İtalyanca ve İbraniceyi öğrendi. Hocalarına her zaman ön tarafta yer veren Fatih’in hocaları sadece tanınmış Müslüman ulemâdan ibaret de değildi.

İtalyanca Hocası Anconalı Ciriaco’dan ve İtalyan Tarihçisi Giovanni Maria Angioello’dan ders gördü. Onun kadar ilmin peşinden koşan, gerçek sanatkârlara değer veren bir şehzade zor bulunur. Hükümdar olduktan sonra da kibir ve makam gururu taşımadan rahle-i tedristen geri kalmayarak sohbet ve dersleri takip etmiştir.

Sayıları beş yüzün üstünde olan ve hâlâ hizmet vermekte olan birbirinden güzel mimarî eserleri inşa ettirdiği gibi başkasına nasip olmayan 200 kubbeli Sahn-ı Seman Medreselerini de o kurdurmuştur. Üç yüz öğrencinin devamlı eğitim gördüğü sekiz üniversiteli bu ilim yuvasına mensup ulemânın yemekleri evlerine gönderiliyor ve yılda masrafları için 200 bin düka altın seve seve tahsis ediliyordu. Unutmayalım ki bu üniversite dünyaya yön verecek bilginleri yetiştirdiği zaman, Avrupa tamamen karanlıklar içindeydi. Fatih Sultan Mehmed’in bütün gayreti; halkı ve idarecisi ile birlikte Allâh’ın dâvâsını yüceltmek ve bir an bile cihad rûhundan geri durmamaktır. Bakın kudretli şiirine bu husus nasıl akseder:

İmtisâl-i «Câhidû fillâh» olubdur niyyetüm
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretüm

Henüz genç bir şehzade iken hocası Molla Gûrânî bir gece yarısı odasının yanından geçerken onun ışığının yanık olduğunu görünce merak edip niçin uyumadığını sormuştu. Mütalâa ettiğini söyledi:

“Hangi dersi?” deyince Fatih cevap vermek istemedi. Masasının üstündeki kâğıtlara göz atınca yığınla evrak gördü hocası:

“Bunlar nedir?” diye tekrar sorunca sır saklamada da mahir olan genç Mehmed:

“Hocam, sır olarak kalması şartı ile uykusuz kalıp yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” dedi. Hocası mütebessim bir çehre ile başını sallayınca:

“Hocam, bu iş nicedür içimi yakıp kavurmaktadır. Tâ sahâbe-i kiram zamanından beri defalarca muhasara edilen ve onların kanları ile sulanmış şu Konstantiniyye şehri niçin fetholunmuyor diye uyku tutmuyor. Plân ve proje çiziyorum.”1 Fatih’in bu hareketi hocasının çok hoşuna gitti. Tedbirlerin yanında kavlî duaların da yerini bulması için şöyle nasihat ve dua etti:

“Evlâdım bu büyük zafere nâil olmanı çok arzu ederim ve devamlı duacıyım. Lâkin ben senin âlim, kalp ehli ve firâset sahibi bir hükümdar olmanı isterim. Mevlâ muvaffak eyleye.”

Onun için kaynayıp coşan genç Fatih yerinde duramıyordu:

Yâr içün ağyâr ile merdâne cenk etsem gerek;
İt gibi murdar rakîp ölmezse yâr elden gider!

Vasıflı insan, özlenen, beklenen kabiliyetli idareci ve âbide şahsiyetlerin yetişmesi hem fiilî hem de sözlü sâdık duaya, hâlis gayrete ve azme bakar. Allâh’ın emirlerine sadakat ve akl-ı selim yeterlidir.

Fatih Sultan Mehmed katıldığı müzakerelerde reyini ve ilimdeki yüksek seviyesini de ortaya koyardı. Hattâ Muslihiddin Mustafa ile Molla Zeyrek arasında ve Fatih’in huzurunda geçen ilmî tartışmanın tam altı gün sürdüğü bilinmektedir.

Molla Gûrânî’nin yanında Akşemseddin, Molla Yegân, Hızır Bey, Hocazade ve Ali Kuşçu onun hocaları idiler. İlim adamına verdiği değere bakın ki büyük matematikçi Ali Kuşçu’yu Türkiye’ye davet etmekle kalmamış her konak noktasında yüklü tahsisat ödemiş ve merasimle karşılamıştır. Molla Câmî, Horasan’dan ona yazdığı mektubunda şöyle diyor:

“Yüreğinize Allâh’ın nûru öylesine ışık saçmış ki onda karanlığa meyil kalmamıştır. Kılı kırk yaran aklınız riyâziyata (matematiğe) meyillidir. Bu sebepten ülkeniz cennet bağına dönmüştür.”

O zaman dünyanın en yüksek teknik ve mârifet seviyesini korumak ve yüceltmek esastı. Fatih, devletin ağır yükünü çocuk denecek çağda henüz on iki yaşında yüklendi. II. Murad Manisa’daki dergâha çekilince çevresindeki kire bulaşmamış ulemâ gözetiminde pişerek yetişti. Hattâ ehl-i salîbin/haçlıların ânîden bastırmak istedikleri haberini alınca da küçük fakat azametli fermanını babası da olsa iletmekten çekinmedi:

“Eğer hükümdar iseniz görevinizin başına geçin. Eğer ben hükümdar isem emrediyorum başa geçin.”

Halkını, asker ve esnafını tebdîl-i kıyâfetle sık sık gezerdi. Sabahın erken saatlerinde esnafı zorladığı hâlde karşıdaki komşusu siftah etmediği için ikinci bir ihtiyaç maddesi alamayan Fatih, ayaklarının ucuna basa basa nöbetteki askerlerini de gözden geçiriyordu. Gece karanlığında gözyaşları içinde secdeye varıp dua eden mücahidin duası şöyleydi:

“Yâ Rab yüce Rasûl’ün tebcil ettiği makama genç sultanımızı eriştir ve beni de bu uğurda şehid eyle.”

Fatih hamd ederek, şükür secdesine kapanmayı da ihmal etmemişti. Makam sahibi iken disiplin ve tevâzûyu bir arada tutabilmek her babayiğidin kârı değildir.

Feth-i mübîni müteakip şehrin kapısından girip yollarında ilerlerken Rum kızları genç padişahı çiçek yağmuruna tuttular. Biraz sonra mâşerî kalabalık arasından bir garip derviş yolun ortasına çıkarak Fatih’e şöyle sesleniyordu:

“İstanbul’u fethettim diye bu kadar kendine pâye çıkarma. Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duası ile aldın.”2 deyince o hiddetlenip bağıracağına tam aksine şöyle demişti:

“Doğru söylersin derviş baba… Lâkin harp, dua askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse ancak zafere ulaşır. Esbâba tevessül de duaya eklenmelidir ki netice alınabilsin.”

Devletin tepesinde çağ açıp kapayan kumandana hesap sorma kadar, nefse mağlûp olmadan hesap verme de diri tutuluyordu.

Fetihten sonra bize en büyük emaneti olan Ayasofya’yı camiye çevirirken ayaklarına kapanan Hıristiyan din adamlarını kaldırarak şöyle sesleniyordu:

“Kalkınız ve müsterih olunuz! Ben Sultan Mehmed hepinize söylüyorum ki bu andan itibaren ne hürriyetleriniz ne hayatlarınız hakkında gazab-ı şâhânemden korkmayınız. Kimsenin malı yağmalanmayacak, kimseye zulüm yapılmayacaktır ve hiç kimse dinî inanışından dolayı cezalandırılmayacaktır.” Papa Yanados’u da Rum kiliselerinin başına getirir.

Bir gün koca Sultan Fatih, yaptırmakta olduğu cami inşaatını kontrole gelir. Direk mermerlerinin yanlış kesildiğini fark edince gazaba gelerek Mimar Ruben’in derhâl iki kolunu birden kestirir. Sargısı yapılan Ruben hemen bir şikâyet dilekçesi yazdırıp cihan padişahını mahkemeye verir. Şu anda Üsküdar’da Uncular Caddesi’nden bir önceki sokak içinde, yükselen binalar arasında restoreye rağmen zar zor ayakta durabilen tarihî mahkeme binasında ve İstanbul kadısı Hızır Bey’in başkanlığında mahkeme heyeti toplanır. Sırmalı kaftanını sallayarak Fatih, kadının dîvânına oturmak isteyince, kadı tarafından Ruben’le yan yana ve ayakta durması ihtar edilir. Duruşmada asla taviz verilmeden bir celsede koca hükümdarın iki kolunun birden derhâl kesilmesine karar verilmiştir. Ruben işin ciddiyetini anlayarak kesik kolları ile top gibi meydana fırlayıp avazı çıktığı kadar bağırır:

“Hayır, hayır yapmayın! Bin Ruben gitse bir şey değişmez ama bir Fatih’in kolları giderse bütün dünya perişan hâle gelir ben onu affettim.”

Neticede mahkeme ara celsede Fatih’in ömür boyu en yüksek devlet memur maaşı üzerinden her ay Ruben’e kendi kesesinden diyet ödemesine karar verir. İşte haşmet ve işte zirvedeki istikamet…

Fatih, İstanbul’u takiben Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emrine sadakat için Roma’nın fethini plânlıyordu. Üst seviyede Fatih Sultan Mehmed derecesinde sır saklanmaması yüzünden Katolik dünyasına bu bilgi sızdı. Mâhutlar kin ve gayz içinde gizli plânlara başvurdu. Hattâ Venedik Cumhuriyeti on dört defa Fatih’e suikast düzenlediyse de başarı elde edemedi. Nihayet bütün imkânlarını gizlice birleştirip sûretâ İslâm’ı kabulle Yakup Paşa adını alan Venedikli Yahudi Maestro Jacopo’yu saraya hususî hekim yaptılar.

Venedik, bu hâin hekimle çok gizli anlaşma yaparak Fatih’i zehirlemesine karşılık şimdiki değeri katrilyonları bulan bir servet, vatandaşlık hakkı ve vergiden muafiyet va‘detti. Fatih, o sıralarda İtalya’yı fetih için Gedik Ahmed Paşa’yı Otranto’ya çıkarmıştı. Henüz 49 yaşındaki cihan padişahına çok kuvvetli bir zehir bir bahane ile yedirildi.

Tarihçi Âşıkpaşazâde bunu takiben yüce Fatih’in kan kusmaya başladığını yazmaktadır. Jacopo yakalanarak paramparça edilmişse de 3 Mayıs 1481 tarihinde hakan rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Müslümana karşı kinleri derya gibi olan haçlılar Venedik’in İstanbul elçisi kanalı ile; “La grande aquila e morta” (Büyük Kartal öldü.) nâmesini 16 gün sonra duyunca bütün İtalya’da günlerce toplar atılarak çanlar çalınıp bayram yapılmıştır.

1 Osman Nûri TOPBAŞ, Âbide Şahsiyet ve Müesseseleri ile Osmanlı,
s. 100-110.
2 Hilmi YÜCEBAŞ, Şair Padişahlar s. 40-41.