Ötelerden Gelen MÜBAREK ADAM!

Prof. Dr. Ömer ÇELİK

omercelik08@hotmail.com

Yâsîn Sûresi’nde bir kasaba halkı ve onların, kendilerini irşad için gelen din tebliğcilerine karşı davranışları misal verilir: Bu kasabaya iki elçi gelir. Halk, gelen elçileri yalanlar. Allah Teâlâ, bu iki elçiyi bir üçüncüsünü göndererek takviye eder. Üç elçi de çağrılarını yeniler, Allâh’a davetçi olduklarını söylerler. Kasaba halkı; onlara peygamberler tarihinde tekrarlanagelen itirazların aynısı ile karşı gelirler:

“Siz de bizim gibi insansınız, bizden farkınız yok!” derler. Hattâ:

“Sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık. Sizin çağrınızdan dolayı bize kötülüğün isabet edeceğinden korkuyoruz. Eğer bu dâvânızdan vazgeçmezseniz, biz de susmayacağız ve davetinize engel olmak için her şeyi yapacağız!” tehdidini savururlar.

Fakat peygamberlerin omuzlarına yüklenen mes’ûliyet, vazifeyi bırakmayı değil, yollarına devam etmelerini gerektirdiği için onlar da tebliğe devam ederler. (bkz. Yâsîn, 36/13-19)

Hâdisenin bu kısmı, kalpleri hakikate kapalı olanların, peygamberlerin davetine karşı tutumlarını sergiler. Kur’ân’a tâbî olup, görmediği hâlde Rahman’dan korkan diğer mü’min insan tipini ise Habîb-i Neccâr temsil etmektedir. O, îman heyecanıyla, cihad rûhuyla dopdolu bir şahsiyet; Allâh’a kavuşma arzusunun, kendisine durmak bilmeyen bir hareket kazandırdığı bir mücahiddir:

“Derken şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi: «Ey kavmim! Bu elçilere uyunuz!» dedi.” (Yâsîn, 36/20)

Bu mübarek adam ilâhî daveti duyar, onun gerçekliğini anlar ve kabul eder. Hakikî îmanın lezzetini tadan kalbi harekete geçer, içinde taşıdığı îman cevherini gizleyemez olur. Etrafındaki sapıklığı, inkârcılığı ve azgınlığı göre göre, inancını içine gömüp evine kapanmaz. Aksine vicdanına yerleşen ve gönlünü kuşatan hakikat aşkıyla birlikte koşmaya başlar. Bu heyecanla halkına seslenerek, onları haksızlıktan, peygamberlere karşı düşmanlıktan vazgeçirmek ister:

“Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbî olun; çünkü onlar, hidayete ermiş kimselerdir.” (Yâsîn, 36/21)

Habîb-i Neccâr’ı can evinden vuran o elçilerin iki mühim özelliği olmuştur: Bunlar hizmetlerine karşılık bir ücret istemiyor, hasbeten-lillâh çalışıyor ve doğru yol üzere bulunuyorlar. Eğer bu kimseler, sadece Allah rızâsı için çabalıyor olmasalardı, dünya menfaati için bu kadar eziyet, alay ve işkencelere katlanmayı göze alamazlardı. Bunlar hep, onların doğru yolda olduğunu gösteren alâmetlerdir.

Sonra şehid namzedi Habîb-i Neccâr, Allâh’a îmanın gerçek sebeplerini izah edecek tarzda konuşmasını şöyle sürdürür:

“Bana ne olmuş ki, beni Yaratana ibadet etmeyecekmişim! Hâlbuki, hepiniz O’na döndürüleceksiniz. O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse, onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez; beni kurtaramazlar. İşte o zaman ben apaçık bir sapıklığın içine gömülmüş olurum. Şüphesiz ben, Rabbinize inandım; beni dinleyin!” (Yâsîn, 36/22-25)

Bu ifadeler yüce Yaratıcı’yı hisseden ve varlığını iliklerine kadar duyan îmanlı, hassas bir gönlün can yakıcı terennümleridir. O, yalanlayan, tehditler savuran ve korkutmaya çalışan insanların yüzüne son kararını:

“Şüphesiz ben Rabbinize inandım, beni dinleyin!” diyerek haykırır. Zira kalbindeki îmanın sesi, her türlü tehdit ve yalanlamanın tesirinden çok daha güçlüdür.

Kıssanın bundan sonraki ifade tarzından anlaşıldığına göre azgın ve bedbaht güruh, bu sözleri dinlemeyip o zâtı taş yağmuruna tutar. Habîb-i Neccâr tam öleceği esnada ona:

“«Gir cennete!» denilir. (O da bunun üzerine): «Keşke, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi!» der.” (Yâsîn, 36/26-27)

Dünya perdelerinin kapandığı, âhiret perdelerinin açıldığı o demde bile o büyük ruh, hemşehrilerini hatırlar, onların, Rabbinin kendisine bahşettiği nimetleri görmelerini ve böylece gerçeği anlamalarını ister. O aziz kişinin, ölümünden sonra bile, kendisini öldürecek kadar ileri giden insanlara karşı sergilediği o derin af, şefkat ve merhamet duygusu ne kadar dikkat çekicidir.