Hazret-i Ali’den Muhammed Amcaya… TEVEKKÜL KAHRAMANLARI

İrfan ÖZTÜRK

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerifte:

“Fakirlikle övünürüm.» buyurdu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu hadîs-i şerîfi Habîb-i Ekrem’den işitince dünyaya hiç kıymet vermedi. Çok fakir oldu. Meselâ, bugün eline bin altın geçse; «Bir tanesi ertesi güne kalsın.» demez, hepsini fakirlere dağıtırdı. Rasûl-i Ekrem, Hazret-i Ali’ye; «cömertlerin sultanı» mânâsına: «sultânu’l-eshıyâ» buyururlardı. Bir gün Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhumâ-’ya:

“–Evde yiyecek bir şey var mı? Çok acıktım!” buyurdu. Hazret-i Fâtıma, evde bir şey olmadığını, yalnız altı akçenin olduğunu söyleyerek ekledi:

“–Bu akçeler ile çarşıdan yiyecek al. Bir de Hasan ile Hüseyin meyve istemişlerdi. Biraz da meyve alırsın.” dedi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, altı akçeyi alıp çarşıya çıktı. Yolda giderken bir adamın, Müslümanlardan birinin yakasına yapışmış:

«–Yâ hakkımı ver veya yürü mahkemeye gidelim!» dediğini gördü. Borçlu adam:

«–Bana birkaç gün daha müsaade et!» diyorsa da yakasına yapışan:

«–Hayır, ben de sıkıntıdayım, bir saat bile bekleyecek hâlde değilim!» diyordu. Hazret-i Ali, bunların çekişmelerini görünce yanlarına vardı:

“–Münakaşanız kaç para içindir?” buyurdu.

“–Altı akçe…” dediler. Hazret-i Ali kendi kendine:

“Müslüman kardeşimi sıkıntısından kurtarayım. Nasılsa Fâtıma’ya bir cevap bulurum.” diye düşündü. Yanındaki altı akçeyi vererek, borçlu Müslümanı sıkıntıdan kurtardı. Bir zaman Hazret-i Fâtıma’ya; «ne söyleyeyim?» diye düşünceye daldı. Sonunda; «Nasıl olsa, Fâtıma, kadınların seyyidesi, Rasûlullâh’ın kızıdır, bir şey demez.» diyerek eli boş eve döndü. Hazret-i Hasan ve Hüseyin -radıyallâhu anhumâ- kapıya koştular. Babalarının meyve getireceğini ümit ediyorlardı. Babalarının ellerini boş görünce ağlamaya başladılar. Hazret-i Fâtıma’ya:

“–Verdiğin altı akçe ile bir Müslümanı hapisten kurtardım.” buyurdu. Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-:

“–Çok iyi yaptın, elham-dülillâh. Hak Teâlâ bize kâfîdir.” dedi. Fakat, mübarek hâtır-ı şerifleri biraz mahzun oldu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- hanımının üzüntüsünü sezip, iki oğlunun da ağladıklarını görünce gönlünde bir kırıklık hissetti. Bu elem ile dışarı çıktı.

“Bari gidip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek yüzünü göreyim de, bu üzüntüden kurtulayım.” diye düşündü. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek yüzüne bakan kimsenin her üzüntüsü gittiği gibi, kalbinde sürur ve safâ hâsıl olurdu. Bunun için Hazret-i Ali, Fahr-i Kâinât’ın tesiri kat’î ve çabuk bir ilâç gibi olan mübarek ayaklarının tozuna yüz sürmeye gitti.

Yolda birini gördü. Elinde besili bir deve vardı. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“–Ey yiğit! Bu deveyi satıyorum, alır mısın?”

“–Şimdi param yoktur.”

“–Sana veresiye veririm.”

“–Kaça veriyorsun?”

“–Yüz akçeye veririm.”

“–Kabul ettim.”

“–Peki, ben de kabul ettim.”

Adam deveyi Hazret-i Ali’ye teslim etti. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- deveyi almış, biraz gitmişti. Bir başka adama rastladı. Adam deveye şöyle bir bakıp, sordu:

“–Bu deveyi bana satar mısın?”

“–Evet satarım.”

“–Üç yüz akçeye bana verir misin?”

“–Olur, veririm.”

Hazret-i Ali peşin aldığı üç yüz akçe ile doğru çarşıya vardı. Yiyecek ve meyveler aldı. Evine girince çocuklar sevindiler. Babalarının getirdiği yiyecek ve meyveleri yemeğe koyuldular. Fâtımatü’z-Zehrâ -radıyallâhu anhâ-, beyine bu yiyecekleri nereden aldığını sordu. Hazret-i Ali, meseleyi anlattı. Yemeklerini yiyip, Allah Teâlâ’ya hamd ve senâ ettikten sonra Hazret-i Ali, mübarek zevcesine:

“Ben Rasûl-i Ekrem’in sohbetine gidiyorum.” diyerek evden çıktı. Yolda Peygamber Efendimiz’i ashâb-ı kirâmla birlikte yürürlerken gördü. Meğer Allâh’ın Elçisi, Hazret-i Ali ve Fâtıma’yı görmeye geliyorlarmış. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yâ Ali! Deveyi kimden alıp, kime sattın?” buyurdu. Hazret-i Ali heyecanla:

“–Allah ve Rasûlü bilir.” dedi. Rasûl-i Ekrem:

“–Yâ Ali! Sana deveyi satan Cebrâil -aleyhisselâm-, deveyi alan da İsrâfil -aleyhisselâm- idi. Deve de cennet develerinden idi. O Müslümanı sıkıntıdan kurtardığın için Hak Teâlâ sana gayb hazinesinden ikramda bulundu.”

Ne mutlu bir kardeşini sıkıntıdan kurtarana…

Ey kardeş!

Sen de sıkıntıda olanların imdadına yetiş, fakir-fukarâyı gözet ki Allah da sana hazine-i gaybından ihsanda bulunsun.

Ey dostum, şimdi sana gönül ehli bir fakiri anlatayım da fakirlik içinde zenginlik nasıl olurmuş gör ve öğren.

Muhammed Amca, çiftçilikle geçinen helâl-haram kavramlarına oldukça dikkat eden birisi. Hoca değil, vaiz değil, müftü değil, hattâ fakirliği sebebiyle hacı da değil. Ama Muhammed Amca iyi bir Müslümandır.

Zaten İslâm’ın arzuladığı ölçü de bu değil mi?

Muhammed Amca, iyi bir Müslüman olmak, çoluk-çocuğuna helâl yedirip, helâl giydirmek hususunda çok hassastı.

Yaklaşan bayram sebebiyle çoluk-çocuğuna yiyecek-giyecek almak için elinde parası olmadığından sütünden istifade ettikleri ineğini satmaya karar verir. Hanımı:

“–Efendi, ineğin sütünden başka bir gelirimiz yok. Onu da satarsan ne yaparız, hâlimiz ne olur?” dedi. O da:

“–Hatun, bilmiyor musun borçlanmak iyi bir şey değil. Ödeyemeden ölür gidersek işte o zaman; «Ne yaparız?» diye düşünmemiz lâzım. Hele bir insanın satıp paraya çevirebileceği bir malı varken, onu satmayıp borçlanması bana göre doğru olmaz. Allah, hâlimizi biliyor ve görüyor.” diye cevap verdi.

Hanımı:

“Peki efendi, siz daha iyi bilirsiniz. Evimize haram lokma sokma da nasıl yaparsan yap. Bizi sabredenlerden bulacaksın.

Çünkü borçlanmak zillet, haram yemekse âfettir. Cenâb-ı Hak, cümlemizi haramdan ve şüpheli şeylerden muhafaza eylesin. Cebrâil -aleyhisselâm-’ın gelerek Peygamber Efendimiz’e Allâh’ın selâmını getirip; «Ümmetine öğretmeyi sakın ihmal etme!» diye bildirdiği:

«Allâhümme’rzuknî tayyibâ, ve’sta‘milnî sâlihâ: Allâh’ım beni helâl rızıkla rızıklandır ve beni sâlih amellerde kullan!» duasını her gün okuyorum. Allah, haram nasip etmez inşâallah.”

Bundan sonra Muhammed Amca ineğini alıp hayvan pazarına satmaya götürür. İneğini 400 liraya satmaya karar vermiştir. Çok erken gittiği için hayvan pazarında kimsecikler yoktur. Derken karşıdan bir kişi zuhur eder, gelip Muhammed Amcaya selâm verip hayvana iyice baktıktan sonra:

“Tut elimi!” deyip Muhammed Amcanın elini tutar ve:

“Hayvan güzelmiş hem de sağımlı, 700 lira vereyim.” diyerek pazarlığı bitirmek ister.

Ey kardeş, ne büyük fırsat değil mi? 400 liralık hayvana 700 lira!..

Fakat Muhammed Amca; «Fırsat bu fırsat! Ben de 800 diyeyim de daha çok kazanayım.» demez. Müşterinin bilgisizliğinden istifade ederek malı kıymetinden daha yüksek fiyata satmanın ne demek olduğunun şuuru içinde adama şunları söyler:

“Arkadaş, herhâlde sen hayvandan anlamıyorsun. Benim hayvanım 700 lira yapmaz, benim hayvanımın kıymeti 400 liradır, ver 400 lirayı al hayvanımı.”

Adam, hayretler içerisinde 400 lirayı sayar, hayvanı alır. Muhammed Amca da parasını alıp gözyaşları içerisinde eve döner.

Hanımı, kocasının ağladığını görünce içi sızlayarak; «Zavallı eşim, ineğini satmanın acısıyla ağlıyor.» diye kendisi de ağlamaya başlar.

İkisinin de niçin ağladığını bilmeyen kapı komşusu, yanlarına gelerek Muhammed Amcaya ağlamasının sebebini sorar. Muhammed Amca, kıyâmete kadar mü’minlere örnek teşkil edecek şekilde şöyle cevap verir:

“Komşum, Allah senden râzı olsun. Bugün ineğimi satmak üzere hayvan pazarına götürdüm. Adamın birisi gelip elimi tuttu ve 400 liralık ineğime 700 lira teklif etti. Ben, «şeytana uyup da 400 liralık hayvanımı o kişinin bilgisizliği sebebiyle 700 liraya satma gafletinde bulunup, çoluk-çocuğuma haram yedirseydim, hâlim nice olurdu?!.» diye ağlıyorum. Çünkü hanımım: «Efendi, haram getirme, haram yedirme de sabretmeye, aç ölmeye râzıyım.» demişti…”

Cenâb-ı Hak, cümlemize Muhammed Amcamız ve muhtereme hanımı gibi helâl-haram konusunda hassas olmayı nasip ve mukadder eylesin.

Âmîn!

Ey kardeş, çok kazanmanın değil, helâl kazanmanın peşinde koş.

Çünkü,

Helâl az da olsa çok,
Haram çok da olsa yok!
(Gülzâr-ı İrfan)

hükmündedir.

Not: Muhammed Amca, Sapancalı olup dedemin yeğenidir. Ruhları şâd olsun. Rûhuna bir Fâtiha, üç İhlâs okursanız memnun oluruz…
* Hat levhası: (Hattat Nazif Efendi)
Merkezde: Tevekkültü alâllah: Allâh’a tevekkül ettim.
Tevekkül bâdbâdın kıl küşâde fülk-i ihlâsa;
Eser bahr-i emelde bir müsâid rûzgâr elbet!.. (Fıtnat Hanım)