Hurafelerden Sıyrılan Hakikat KUR’ÂN NAZARINDA KURBAN

Asım UÇAROK

Günümüzde inançla problemi olan okumuş-yazmış insanların pek çoğunu hataya düşüren bir husus var:

Arkeoloji, antropoloji, dinler tarihi gibi disiplinlerin ilerlemesi ve antik toplumlara ait dinî metinlere, kalıntılara ulaşılarak o dinlerin inanç, ibadet ve muâmelât iskeletlerinin ortaya konması, mevcut dinler aleyhine delil arayışındaki kimseler için bir fırsat oldu.

Bu tavrın meşhur bir örneği yakınlarda ölen bir sümerologun; «Sümerlilerde başörtüsü olduğu, demek ki örtünmenin sonraki millet ve toplumlara Sümer’den geçtiği» şeklindeki sığ iddiası idi.

Hele İslâm’ın asaletini, asliyetini, Kur’ân’ın Cenâb-ı Hak katından, Peygamber olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üzerine nazil olduğunu kabul etmemek için bin dereden su getiren oryantalistler yani doğu ilimleri üzerinde çalışan batılı ilim adamları, her fırsatta İslâm’ın kendinden önceki din ve kültürlerden derlenmiş olduğunu söylemekten geri durmadılar.

Meselâ tufan, Gılgamış destanından Tevrat’a pek çok metinde geçmekteydi.

Ölümden sonra hayat inancı eski Mısır’da da mevcut idi.

Hattâ Zerdüştler amellerin tartılacağı mizana da inanıyorlardı.

Kur’ân kıssaları büyük ölçüde mevcut Kitâb-ı Mukaddes’te yer alıyordu.

Benzerlikler, kopyalamanın; farklılıklar, hatalı kopyalamanın neticesi olarak gösterildi. Geriye bir şey de kalmıyordu!

Bu taktik, hidayet yoluna girecek kişileri engellemek için bire bir idi. Kim oradan-buradan derlenmiş bir dinden ebedî kurtuluş beklerdi ki!

İslâm’ın ilk mübelliği Efendimiz’e -hâşâ- nasıl, yalancı, başkası tarafından öğretilen mecnun, kâhin gibi iftiralar atıldı ise dinine de aynı iftiralar kıyâmete kadar atılmaya devam edilecekti.

Peki bir Müslüman bu gibi neşriyat veya fikriyatla karşılaştığında ne yapacaktır? Ateistlerden veya başka din mensuplarından yönelecek bu tür itirazlara nasıl cevap verecektir?

Her şeyden önce bir Müslüman, dininin 610 yılında Hazret-i Muhammed Mustafâ’ya Kur’ân âyetlerinin inmeye başlamasıyla doğduğu bilgisinin yanına, peygamberinin tek değil son peygamber olduğu, Kur’ân’ın da daha önce gelen suhuf ve mukaddes kitapların tasdik edicisi ve hakemi olduğu hakikatlerini eklemelidir.

İlk insan dahî peygamberdir. “Peygamber göndermediğimiz kavme azap edecek değiliz.”, “Her kavme lisanından konuşan peygamber gönderdik.” mealindeki âyetlerin de işaretiyle biliriz ki, Kur’ân bize haber vermiş olsun olmasın yeryüzünün insan yaşayan her köşesine, tarihin ilk devirlerinden beri on binlerce peygamber gelmiştir. Bu peygamberler kavimlerine ilâhî mesajlar getirmişlerdir.

Bu tebliğlerin inanç özü hep aynıdır: Tevhid, nübüvvet, âhiret… Fakat ibadet tarafı şartlara göre farklı olmuş olabilir.

Öte yandan bu inanışlar asliyetlerini, sâfiyetlerini uzun süre muhafaza edememişlerdir. Mukaddes kitapları, ya kaybolmuş veyahut kasıtlı olsun-olmasın tahrif ve tahribata uğramıştır. Bozulma yüzde yüz değilse elbette aslı ile benzerlikler arz edecektir. Bozulmalar neticesinde de aslı ilâhî olan, hak olan bazı şeyler; bâtıl, çirkin manzaralar almış olabilir.

Aslında bu tür bozulmuş bir inancın içinde debelenen Avrupa insanı; «Aydınlanma» denilen devir başladığından beri; bilgi sayesinde her şeyin sırrını çözeceğine, o güne kadar bilmediği, bilmediği için efsâneleştirdiği, korktuğu şeylerden kurtulacağına inandı. Bazı basit ve dünyevî mevzularda buna kādir oldu da. Fakat inanç mevzuunda, saadete ulaşmak konusunda malûmat çokluğu fayda vermedi.

Hâlbuki, dinî konularda hakkı bâtıldan ayırma, ihtilâf edilen meselelerde son sözü söyleme vazifesi Kur’ân-ı Kerîm’e verilmişti. Batı dünyası, Kur’ân’ı, doğruları tasdik eden ve yanlışları geçirmeyen bir hakem olarak kabul etse idi, yani eskimiş, tahrif edilmiş, hükmü iptal edilmiş din ve kitapları yerine, son peygambere, son kitaba, son dine tâbî olsalardı, sırtlarındaki ağır yüklerden, üzerlerindeki boyunduruklardan kurtulup, gerçek saadete ereceklerdi. (Bkz. A’râf, 157)

Vâkıada da Kur’ân âyetleri, Kitâb-ı Mukaddes’te tahrife uğramış pek çok hususa ışık tutmuştur.*

Şu günlerde Kurban Bayramı arefesindeyiz. Bir misal olarak dinimizin, kurban hususunda nasıl hakkı bâtıldan ayırdığını inceleyebiliriz:

Bugün hepimiz biliyoruz ki, en iptidâî (ilkel) kabilelerde de sözde tanrılara kurbanlar hattâ insan kurban etme gibi âyinler vardır. Bu akıl dışı uygulamaya, kök olarak Allâh’a yaklaşma vesilesi demek olan «kurban» adının verilmesi, sahte tanrılara «ilâh», nâhak tapınaklara da «mâbed» denilmesi gibidir.

İptidâî toplumlarda bozulup da posası kalan anlayış; rızık, bereket, yağmur, başarı gibi nimetleri, birtakım putlara izâfe etmek, sonra da onları râzı etmek ve gazaplarından korunmak için onlara bir şeyler sunmaya çalışmak şeklindedir. Hâlbuki Allah, peygamberi Nuh -aleyhisselâm- aracılığıyla şöyle buyurmuştur:

“Rabbinizden mağfiret isteyin ki -çünkü, O’nun mağfireti boldur- bol hayır ile üzerinize semâyı salsın. Ve size mallar ve oğullarla imdat eylesin ve sizin için bahçeler var etsin, sizin için ırmaklar meydana getirsin.” (Nûh, 10-12)

Mükâfat da ceza da Allah katındandır. Bâsıt da Kābıd da O’dur. Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak, azabından kaçınmak için O’na ibadet edilir, başka varlıklara adaklar sunulmaz.

Azabından emin olma ve mükâfatına erişmenin ötesinde, O’na yaklaşmak daha yüksek bir ufuktur. O’na yaklaşmak için maldan, candan, evlâttan geçmek gerekir.

Maldan geçmenin bir adı olan infakta ölçü; asgarî olarak sana verilse alabileceğin kalitede bir maldan (Bakara, 267); ideal ölçüde sevdiğinden vermektir (Âl-i İmrân, 92), en zirve ölçüde ise kendini bırakıp ihtiyacı olduğu hâlde başkasını tercih etmek, yani îsardır (İnsan, 8, 9).

Hazret-i Âdem’in oğulları Habil ve Kābil arasında cereyan eden ilk cinayet vakasında ikisinin de Allâh’a kurban sundukları, seçme hayvanlarından sunan Habil’inki kabul edilip kötüsünden veren Kābil’inkinin kabul edilmediği bildirilir. (Mâide, 27)

Kurban kesmek cahiliye Araplarında da vardı ve onlar kurbanın kanlarını putlara sürerlerdi. İbadetlerde esas olanın zâhirden/dış görünüşten ziyade bâtın, yani ibadeti yapanın niyet, samimiyet durumu olduğunu âyet-i kerîme dile getirir:

“Allâh’a (kurbanların) ne etleri ne de kanları ulaşır, ancak O’na sizin takvânız ulaşır.” (Hac, 37)

Kurban çeşitli vesilelerle kesilir. Kurban Bayramı’nda buna bayram vesile olurken, hac ibadetinde ziyaret, adaklarda ise kişinin verdiği söz sebep teşkil eder. Fakat gaye hep bir merhamet, paylaşma ve diğergâmlık toplumunun oluşmasıdır:

“O (kurbanlardan) yiyin ve yoksula, fakire yedirin… Onlardan kanaatkâra ve isteyene yedirin.” (Hac, 28, 36)

Kurbanda başka psikolojik hikmetlerin de bulunduğu ifade edilmiştir.

Hazret-i İbrahim’in rüyasında oğlunu kurban ediyor görerek bunu emir telâkkî etmesi ve baba-oğul emsalsiz bir teslimiyet sergileyerek bu fedakârlığa rızâ göstermeleri İslâm dininde kurban ibadetiyle canlandırılan bir hâtıradır.

Bu kıssada, Hazret-i İsmail candan, Hazret-i İbrahim evlâttan fedakârlıkla imtihan edilmiş ve muvaffak olmuşlardır.

Bu kıssanın sonunda bıçağın İsmail’i kesmemesi ve gökten bir fidye olarak koç inmesi, Cenâb-ı Hakk’ın insanın bu şekilde kurban edilmesini arzu etmediğini gösterir. Tarihte rastlanan insan kurban eden sistemler bâtıldır veya bozulmuştur. Bu bozulmanın bir tezahürü de muharref Hıristiyanlıkta Hazret-i İsa’nın günahkâr beşeriyet için kendini feda etmiş bir kuzu olduğu yahut Tanrının -hâşâ- oğlunu günahkâr insanlık için kurban ettiği şeklindedir. Zannımızca bu bâtıl inanış, peygamberlerin şefaati gerçeğinin tahrif edilerek teslise uydurulmuş hâlidir.

Günümüzde keyif için en çok hayvan öldüren müsrif bir toplum oldukları hâlde, başta dile getirdiğimiz peşin hükümlerden dolayı, kurban ibadetimize hayvanseverlik nâmına dil uzatanlar; güya kendileri için kurban edildiğine inandıkları peygamberlerine niçin «kuzu» dediklerini izah edebilirler mi?

İnsan kurban edilmez fakat insan kendi kendini Allah yoluna kurban edebilir:

“Mü’minlerden öyle erler vardır ki Allah ile sözleşmelerine sâdık kalmışlardır. Onlardan kimi adağını yerine getirmiş, kimi sırasını beklemektedir…” (Ahzâb, 23)

Onlar Allah ile sözleşmişlerdir. Evet, Allah Teâlâ canları ve malları karşılığında onlara cennetleri satmıştır. Şehâdet, yani kendi canını Allah yoluna feda etmek, kurbanın en yüksek tezahürüdür.

Hâsılı, sadece kurban ibadeti dahî insanlık tarihine atıfları, akıl dışı ziyanlar yerine ferde ve cemiyete getirdiği faydaları ile insanlığa İslâm’ın yegâne hak din olduğunu ispata kâfîdir.

“Biz her ümmete kurban kesmeyi meşrû kıldık ki kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allâh’ın adını ansınlar. Sonuç itibarıyla hepinizin mâbudu tek bir ilâhtır. Şu hâlde yalnız O’na teslimiyet gösterin.” (Hac, 34)

* Meselâ, Nûh’un gemisinin Ağrı Dağı’na değil Cûdî’ye indiği, Hâmân’ın İran kralının değil Firavun’un başrahibi olduğu gibi tarihî gerçekler.