AŞK GÖRMEKTİR…

Hikmet AÇIKSÖZLÜ

Görmediğine inanmaya pek müsait olmayan insanoğlu için bütün müşkiller ancak görmekle çözülür. Bütün sırlar, müşahede ile açılır. Bütün bilgiler, görmekle pekişir, kuvvet ve güç kazanır, kesinleşir.

Öyle ki, beşer fıtratı, görmeden tahrik bile olmamaktadır. İnsanın her türlü iştahı, gözünün ateşlemesiyle canlanır. Îman bile, açıkça sezişi ve vâkıf olmayı, yani görmeyi arar kendisine.

Çünkü Allah, mârifetine muhabbet etmiş ve kendi sanatını göstermek, seyrettirmek istemiştir de bütün varlıklara görebilme hasletini, ateşleyici ve idrak ettirici bir şifre olarak vermiştir. Bu bakımdan bütün mûcizeler de gözden gönle hitap etmekte değil midir? Melekler, Hazret-i Âdem’in kadrini gözleriyle gördükten ve müşahede ettikten sonra secdeye kapanmadılar mı?

Bugün alabildiğine yaygınlaşan ve dev bir sektör hâline gelen reklâmcılık ve sergicilik de, göz şifresini kullanarak müşterilere ulaşmıyor mu? Öyle ki, gözü kandırabilen, aklı ve gönlü de kandırabilmektedir.

Demek ki her güzel ve mahbub veya sanat, kendindeki güzelliğe talip olacak müşteriler, yani kendisini fark edecek, görecek gözler aramaktadır. Dikkatleri çekebilmek için de sayısız yollar denemektedir.

Bu gerçek, ilâhî iklimde de böyledir. Sonsuz güzellikler, hakikatler, nimetler ve sanat hârikalarının müşterek arzusu:

«Göz gerektir göresi…» ifadesinde toplanır.

Çünkü müşahede edemeyen göz kördür. Basîrete muhtaçtır. Bunun için bizzat Cenâb-ı Allah kullarının gözlerini açmak kastıyla kâinat sergisinde sayısız hareketlilikler, sahneler izhar eder. Tabiri caizse kudret ve sanatının bin türlü reklâmını en çarpıcı dekor ve figürlerle bir film hâlinde bize sunar, gösterir. Meselâ engin denizlere baktığı hâlde görmeyenler için o denizleri kocaman dalgalarla şahlandırır da az evvel âsûde bir şekilde yüzen koca gemileri küçücük bir fındık kabuğu hükmüne indirgeyerek gözleri faltaşı hâline getirir. Havadan habersizlere; kasırgalar, fırtınalar estirir. Toprağı unutanları, fay hatlarında beşik gibi sallar. An gelir türlü güller ve çiçeklerle baharı güldürür, an gelir bütün yaprakları sarartıp soluk bir gazele döndürür. An gelir, her tarafı bembeyaz bir örtüyle kaplar. An gelir, seller çağlatır; an gelir susuzluktan dudakları çatlatır. Böylece sayısız tecellî ile insana devamlı farklı farklı âlemleri seyrettirir, seyrettirir, seyrettirir… Nihayet, kudret ve sanatının tutuşturduğu aşk kibritini insanın gönlüne atıp, ona; «Gözünü aç, gör ve artık beni temâşâ et!» mesajı verir.

Çünkü dikkatler, görmeden harekete geçmez. Zira iştiyak, bir güzeli veya matlubu, duymaktan ziyade görünce devreye girer ve damarları ateşler. Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Köpek yatmış uyumuştur, ihtiyarı da kaybolup gitmiştir, fakat işkembeyi görünce kuyruğunu sallamaya başlar. At da arpayı görünce kişner, kedi de eti görünce miyavlar.”

“Arzu ve isteğin harekete geçmesine görüş, sebep olur! Görüş, körük gibidir; ateşten kıvılcım çıkarır.”

“Aslında insan; gözden, görüşten ibarettir. Geriye kalan kısmı ettir, deridir. İnsanın gözü neyi görürse, kendi değeri de o kadardır.”

Öyleyse muhabbet ufkunun zirvesi olan AŞK, GÖRMEK’tir.

Görmektir, çünkü, cennette de sonsuz nimetlerin en büyüğü cemal-i ilâhîyi müşahededir.

Bu itibarla Allâh’ın ve peygamberlerinin, insanlığa verdiği en büyük ders, doğru bakmak ve görmek dersidir. Çünkü görmek, bütün yaraların merhemidir. Bütün hastalıkların yegâne ilâcıdır. Vesveselerin tükenişidir. Ancak görmek dersi, bu dünya bağında ıstırap, fitne, belâ, musibet, hile, oyun, dönüş ve titreyiş gibi ateşlerin üzerinde okutulmaktadır. Bu ateşler ki, sevgili ile gözün arasına gerilen perdeleri yakacak hizmetkârlardır. Onun için gerçek âşıkların hayatı, bu ateşlerin üzerinde sabırla ve sebatla bir ömür çırpınıştan geçer. Merhum İkbâl’in şu ifadeleri de, bu sırrı anlatmaktadır:

“Bir gece kütüphanemde bir güvenin pervaneye (ışık etrafında dönen kelebeğe) şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. Bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…» Yarı yanmış pervanenin şu güzel ve ince cevabını hiçbir kitapta bulamazsın. Dedi ki:

«–Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı kanatlandıran!..»”

Bütün peygamberler de bu çırpınış içinde yaşamışlardır. Her birinin görmek ve seyretmek tecellîleri de farklı farklı gerçekleşmiştir. Kimi sadece gönül ikliminde görmüş, kimi dimağda, kimi rüyada, kimi de hakikatte. Aralarındaki dereceleme de buna göre farklılık arz etmiştir. Onlardan;

Sevgilinin sohbetine aşk ile katılan Kelîm oldu. Yâriyle aşk ile dostluk kuran Halîl oldu. Mahbûbunu aşk ile seyreden ise Habîb oldu. O Habîb’i aşk ile görenler de sahâbe-i kirâm oldu.

Her birinin görmek hususundaki nasiplerinden daha ileri müşahedeler ise, bu dünya ikliminde ancak duymak şeklinde tecellî etti. Yani her birinin görebildikleri olduğu gibi göremeyip sadece işitmekle iktifa ettikleri de oldu. Bundan sadece Peygamberler Sultânı hariçtir. Bu bakımdan Hazret-i Mevlânâ der ki:

محمد ديده و موسي شنيده

شنيدن كي بود مانند ديده

“Muhammed görmüş, Musa ise duymuştur. Hiç görmekle işitmek, bir olur mu?”

Muhabbetten hâsıl olan Muhammed -aleyhisselâm-’ı, sevgilinin aşk ikliminde bütün varlıkların serveri, enbiyânın da enveri eden en sırlı gerçek, işte budur:

Görmek! Hem gözle, hem gönülle…

Âyette geçen: “Gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.” (Necm, 11) ifadesi, O’nun o an müşahede ettiğini daha evvel kalbiyle görmüş olduğuna da işarettir. Diğer bir mânâda da bu görmekle, gönül bilgisi gerçekleşmiş, perçinlenmiştir. Bu itibarla Hazret-i Peygamber, her vesileyle görmeyi daima ön plâna çıkarır. Ümmetine, ibadetleri bir mîrac gibi yaşatmak gayesiyle buyurur ki:

“İhsan, Allâh’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O, seni görüyor ya.” (Müslim, Îmân, 1; Tirmizî, Îmân, 4)

Çünkü görmeden yapılan işlerin içinde aşk yoktur, şevk yoktur, vecd yoktur. Bunlar olmayınca da can yoktur. Can olmayınca hayat yoktur. Bunu sevgiliye niyaz içinde bir şiirle gönlüm şöyle terennüm etmek istiyor:

Görmemek çehreni, ölmek; ey yâr,
Kalbi bin parçaya bölmek; ey yâr!

Gözlerim gerçeği çözmek üzere;
Görmek aslında görülmek; ey yâr!

Ne demek, derdime dermân aramak,
Ağlamak aşk ile gülmek; ey yâr!

Sevgi, tüm zıtları birleştirmek,
Sana vahdetle yönelmek; ey yâr!

Zor; yanından geri dönmek yanına,
Zor, şu gitmek ile gelmek; ey yâr!

Sarhoşun aklı huzûrunda Sen’in,
Bilmemek kendini bilmek; ey yâr!

Yok bu -mek, -mak ile Seyrî’nin işi,
Derdi yalnız Sen’i bulmak; ey yâr?!.

Zira yâri bulan ve gören âşık olur. Âşık olan, daim görmek ister. Bir aşk, görmeye ve görülmeye yönelikse aşktır. Görüntü yapmak, bu hükmün dışındadır. Görmek ve görülmek iştiyakında olanlar, âşıktır. Sevenle sevilen arasındaki sayısız engel ve mesafenin aşılması da, yalnız bu gerçeğe bağlıdır. Onun için basîret sahibi sevdalı gönüller, sevgilinin yolunda her şeyi aşmakla işe başlarlar. Onlar, bir ömür; kendini-bendini, perdeyi-nerdeyi, kafesi-nefesi ve dünyayı-ukbâyı aşarak yaşarlar.

Böyle bir aşk, insana, kendisinin realitesini en net okutan bir kitaptır. Her sayfası, «Habîb» ile «Mahbûb» arasında karşılıklı açılan birer penceredir. Onda, perde arkası görüntüler vardır. Kelimeleri, kalbin en ücra köşelerine, ses gitmeyen derinliklerine hitap eder. Tarif yapmaz, yaşatır. Ölüm dâhil, şu fânî âlemin bütün problemlerine deva sunar. Ezelle ebed arasında insanı ilgilendiren bütün bilmeceleri çözen yegâne ve tek formüldür. Rûhî sıkıntıları hantalca değil mâhirâne ve şipşak halleder. Dışlayıcı değil, kucaklayıcıdır. En karmaşık meseleleri, su içmek kadar kolay hâle getirir.

Bu aşk, ölümsüz bir aksiyondur. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinin özündeki ne zenginlikte rehavet, ne fakirlikte zillet, ne zor günlerde perişanlık, ne de güzel günlerde şımarıklık göstermeme anlayışı ile gönlü kulluk yolunda sadece gündüzleri değil geceleri de zinde tutan ve her nefesi değerlendirmeyi gaye edinen dinamik bir rûhî canlılığın eseridir.

O hâlde aşk, bakışları ve akışları etkileyen bir iksirdir. İnsanlar, bu iksirden içtikleri oranda uyanıktırlar. Herkesin, yaptığı işleri, sergilediği tavırları, gösterdiği alâkaları, hâsılı yaşayışını kuşatan bütün fiilleri, ya içten ve severek, ya zorakî ve nefretle, ya da duygusuz ve hissiz bir hâletle yapmaları buna bağlıdır. Birer insan olarak hepimiz, bu gerçeği her türlü münasebetlerimizde sürekli olarak yaşar ve muhataplarımızı ona göre değerlendiririz. Meselâ iki dosttan birinin diğerine ekşi bir suratla ve alâkasız, hissiz tavırlarla yaptığı herhangi bir ikram, diğeri için âdeta zehir tesiri uyandırırken, nice içtenlik ve samimiyetler de, zehirleri bile bal hâline getirmekte değil midir? Hattâ ibadet gibi güzel ve yüce bir davranış bile, içten ve severek yapılıp yapılmayışına göre özde ve gözde güzelleşmekte veya çirkinleşmekte değil midir? Onun için gönül ağacının köküne devamlı bir sûrette aşk iksiri dökmek, böylece, onun dallarının ve yapraklarının daima taze, canlı ve yemyeşil kalmasını temin ile bir ömür muhabbet ve mârifet ilkbaharında yaşamak, en verimli bir sevda ufkudur. Bunu gerçekleştirebilen gönüller, neticede birer cennet gülü hâline gelirler. Hem görürler, hem de görülürler.

Hakikî bir aşk, bakışları değiştirir ve derinleştirir. Bu sayede gözler, uyku hâlinden yakaza hâline geçer. Artık ona, zindanlar bile gülistan gibi gelir. Nâr, nûr olur. Üzüntüler, neşe fidanının ırmağı kesilir. Hastalıklar, sıhhat ve âfiyete dönüşür. Kahırlar, rahmet gelmeye başlar. Bu bakımdan gerçek mânâda âşık gözlere, güzeli, en karanlık geceler bile saklayamaz.

Bu gerçeklere rağmen görmeyenler, hiçbir zaman âşık olamamışlar ve sadece şeytanın resminden şarap içmişlerdir. Bu demektir ki, görmeyi engelleyen birçok mânialar var. Bu mânialar aşılmadıkça, görmek gerçekleşmeyecektir. Öyleyse yâri görmek işine nereden başlamalı? Hangi pencereler, seyre açık?

Evvelâ gözlere aşk sürmesi, yani îman ve irfan nûru çekilmelidir. Hazret-i Peygamber Efendimiz’in en bol yaptığı dualardan biri de: “Rabbim gözümün nûrunu artır!” niyazı olmuştur.

Bu nur; şefkat, merhamet, tevâzu, mahfiyet, hizmet, ibadet, sehâvet, buğz-i fillâh ve hubb-i fillâh pencerelerinden akseder.

Bundan sonra atılacak adım, benlikten sıyrılmaktır. Yani hakikî sevgiliye; «Al gönlümü artık o da bir Sen’dir.» diyebilmekten geçer.

Ancak ifade etmelidir ki, bu benlikten sıyrılma işini, nötr bir insan hâline gelmek, gayretsiz ve hiçbir canlılığı, faaliyeti olmayan bir miskin olmak şeklinde anlamamalıdır. O; hareketsizlik, donukluk ve durgunluk çukurlarında çürüyüp gitmek değil, en yüce ufuklara yükselmeye gayret göstererek zirvelerin bütün güzellik ve vasıfları ile dosta teslim olmak demektir. Zira âyette takdir edici ilâhî hitap, sıradan ve vasıfsız bir şahsa değil, zirvelere hâkim bir süreyyâ yıldızına aittir. Bu açıdan bakılınca benlikten sıyrılmaktaki hikmet, daha ziyade kulu zirvelerde esen sert ve helâk edici gaflet fırtınalarından korumaktan ibarettir. Çünkü meleklerin reisi durumundaki şeytan, bu fırtınalardan kendisini korumadığı için lânetlenmiş ve yüce dergâhtan kovulmuştur. Dolayısıyla benlikten vazgeçiş, nefs ve nefsâniyet ile ilgili hususlardadır. Asla ruh ve rûhânî fazilet, gayret ve hamlelere yönelik değildir. Zira bu faaliyet, hakikatte gönlün yücelere doğru uzanan yollarındaki tıkanıklıkları açmaktır. Böyle olmalıdır. Aksi hâlde benlikten sıyrılmak diye ruhlarındaki kıymetlerden ve üstünlüklerden sıyrılanlar, tamamen nefisleriyle baş başa kalır ve gittikçe cılızlaşırlar da neticede yine nefsâniyetin esiri olurlar.

Öyleyse önemli olan, gönüllerdeki failliği bırakıp mef’ulleşmek değil, bilâkis fail olmaya devam edip onu Hakk’a teslimiyet ile meşrulaştırıp taçlandırmaktır. Yani:

Yüksel erişilmezliğe, son zirveye dost ol,
Ufkun bütün âdâbını al, dostuna post ol!.. (Seyrî)

İşte bu dengeyi gönüllerinde kuramayanlar, ya garip bir gevşeklik gösterip de gayretlerden kaçış içinde olurlar, ya da gayret adına sayısız nefsâniyet sergilerler. Yani kimi boş gelip boş giderken, kimi de geçici iltifatlar uğruna birçok güzel amellerine riyâ, ucub, kibir ve benzeri birtakım mânevî zehirler içirir. Böylece yaptıkları güzel gibi görünen amellerine karşılık ebediyet âleminde arzu edecekleri ilâhî nasipler asla kendilerine verilmez.

Bu durumda gözü neler kör eder ve neler gönülleri âmâlaştırırsa onlardan kendimizi korumak en büyük farz! Yoksa insan, onun-bunun haberleriyle oyalanır durur yollarda… Hazret-i Mevlânâ ne güzel söylemiş:

“Haberler görüşlerin yerine geçer, fakat hazır olup da gören için değildir! Onlar, bulunmayanın, görmeyenin işine yarar!”

“Görüşe ulaşan kişiye, artık haberler gerekmez; çünkü işine yaramaz!”

İşte görmek hususu, bu derecede yüksek ve keyfiyetli bir makamdır.

Yeri gelmişken ifade etmelidir ki, yüce yâri görmek iştiyakı bahsinde, Tur Dağı’nda Hazret-i Musa için ifade edilen «len-terânî» (Ben’i göremezsin) meselesi, bazen çok ön plâna çıkarılıyor. Oysa Peygamber Efendimiz’de yâri görme iştiyakının tecellîsi, «kābe kavseyni ev ednâ» (iki yay arası kadar veya daha yakın)dır. Her iki misalin bizlere takdimi, şu şu şartlarda O’nu görmek mümkün değil, şu şu şartlarda ise görmemek mümkün değil demektir. Hazret-i Musa’nın basîretle görüp de basar gözüyle onu görememesi, fânî dünyadaki bir dağda kesret şartları içindeydi. Hazret-i Peygamber Efendimiz’in görmesi ise, bu fânî yerden ve kesret âleminden sıyrılıp vahdet iklimine isrâ ve mîrac ile yücelmesi neticesinde gerçekleşmiştir. Bu sırrın aynasından bir dörtlük:

Gözlerin nûrunda yanmış, can veren pervâneyim,
«Len-terânî» derse bir dil, en sağır dîvâneyim..
Çünki duydum sevgilimden «kābe kavseyn» aşkını,
Böyle bir bâdeyle Seyrî, âdetâ meyhâneyim…

Hâsılı daima sevgili ile âşık arasındaki köprü; hasret, kesret ve vahdet penceresinden yâre hayret ile bakmak ve görmek üzerine kurulmuştur. Çünkü hayran olan seyran eder. Seyran eden hayran olur. Bu tecellî içindir ki, sevgili, önce amber kokulu saçların bulunduğu başını örtmekte, yani cemaline perde çekmekte ve âşığın ciğerini hasretle kebap etmektedir. Üstelik o eşsiz güzelliği karşısında cefa çeken âşığa rağbet ve meyli de, kendisine kul-köle olan o bîçâreyi itab ederek/azarlayarak göstermektedir. Bu azar, kızmak değil, âşığın hararetine üfleyip onun alevini artırmak sûretiyle kesret ve gafletin kalın perdelerini yakmasına yardımcı olmaktır. Çünkü o perdeler yanında âşık, o sevgiliyi, ayın on dördü gibi önce gönülle daha sonra da baş gözüyle görebilecek ve seyredebilecektir. Bunu anlayan gönül, şöyle seslenir sevgiliye:

Ser-i zülf-i anberînin yüzüne nikāb edersin
Beni böyle hasretinle ciğerim kebāb edersin
Ne senin gibi güzel var ne benim gibi cefā-keş
Ele rağbet ü nevāziş kuluna itāb edersin

Bu vesileyle âşıklar, bir bakıma cânan ile can ticareti yapan hastalar gibidir. Nev’î’nin dediği gibi:

Harcederler nakd-i cânı la‘l-i cânân almada
Hastalar kûyunda yârin can verip cân almada

Bu mevzûda son sözü yüce cânânın kendisine bırakalım:

“Hiç görenle görmeyen bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?” (En’âm, 50)