ATEŞE LÂYIK BİRİYİM!

Handenur YÜKSEL

İlk büyük mutasavvıflardan olan Bâyezîd-i Bistâmî, 777 yılında İran’ın Horasan eyaletinin Bistam kasabasında doğdu. Yüz üç üstaddan feyz aldığı söylenir. Büyük velî, maksadını umumiyetle mücerret kavramlarla açıklar. Kendi benliğinden geçip Allâh’ın zâtına ulaşmayı bir mîrac hâli olarak uzun uzun tasvir eder.

Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri, çeşitli tarîkat silsilelerinde bir kolbaşı olarak önemli bir yer tutar. Kesin olarak bilinmemekle birlikte 848 yılında 71 yaşında iken vefat eden büyük velînin türbesi Bistam’da, süs ve ihtişamdan uzak bir yerdedir.

***

Hamamdan çıkan Bayezid-ı Bistâmî Hazretleri, sarığını sarmış, tertemiz cübbesini giymiş, gönlünde tefekkür, dilinde zikirle bir hanenin önünden geçiyordu. Birdenbire evin penceresinden başına doğru bir mangal sıcak kül dökülüverdi. Sıcak külün tesiriyle canı yanmış, bembeyaz sarığı ve cübbesi kül içinde kalmıştı. Üstünü başını silkeleyen, cübbesini ve sarığını temizlemeye çalışan Bâyezid Hazretleri, kimseye kızmadan, bağırıp-çağırmadan, üzerine kül dökeni araştırmadan, oradan usulca geçip gitti. Giderken:

“Şükürler olsun Allâh’ım!” diye mırıldanıyordu.

Bu durumu görenlerden biri koşarak yanına geldi:

“Yâ şeyhim! Ne dikkatsizler var şu dünyada; lâkin siz, külü dökene kızmadığınız gibi, üstelik bu hâle şükrediyorsunuz! Bunun hikmeti ne ola?” diye sordu:

Hazret şöyle cevap verdi:

“Öyle diyerek kimse hakkında gıybet etme! Ben küle değil, ateşe lâyık biriyim. Allah, başımdan aşağıya ateş de döktürebilirdi. Şükür ki, kül ile kurtuldum! Bugün beni ateşten kurtaran Allah -celle celâlühû- ümit ediyorum ki, âhirette de kurtarır. Ben, bağışlayıcı olan Allâh’ın merhametini üzerimde hissettiğim için, şükrettim.”

ÇOK İŞİNE YARAYACAK!

Yazıda devir açan ünlü hattat Hâfız Osman, 1642’de İstanbul’da doğdu, küçük yaşta hâfız oldu. On sekiz yaşında hattat Suyolcuzâde’den hat icâzeti aldı. Daha sonra Şeyh Hamdullah üslûbunu öğrenmek üzere yeniden öğrenciliğe başlayan meşhur hattat; 1672’de Mısır’a, beş yıl sonra hac için Hicaz’a gitti. 1685’te Sultan II. Mustafa’ya hat muallimi tayin edilen Hâfız Osman, 3 Aralık 1698’de vefat ettiğinde, Sümbül Efendi Dergâhı Hazîresi’ne defnedildi. Hat sanatında yeni bir çığır açan büyük sanatkâr, ömrünün sonuna kadar yirmi beş «mushaf» yazdı.

***

Kalem erbabının, önünde saygıyla eğildiği Hâfız Osman, bir gün İstanbul’a geçmek için Üsküdar’dan kayığa bindi. Kızkulesi açıklarına gelindiğinde, kayıkçı paraları toplamaya başladı. Fakat hattat, para kesesini evde unutmuştu. Hemen kuşağından hokka ve divitini çıkardı ve küçük bir kâğıt parçasına bir «vâv» harfi yazarak kayıkçıya uzattı. Kayıkçı:

“–Ben bunu ne yapacağım?” diyerek, almak istemedi. Lâkin Hafız Osman ısrar etti:

“–Al, dedi; çok işine yarayacak!”

Kayıkçı biraz şaşkın, biraz da öfkeli kâğıdı aldı. Karşıya geçtiğinde hemen bir kahveye koşan kayıkçı, «vâv»ı kahveciye gösterdi. Kahveci, orada bulunanlara «vâv»ı tanıtınca, açık artırma başladı. Fiyatın hayli yükseldiğini gören kayıkçı, kendisine bu kâğıt parçasını veren müşterinin meşhur bir hattat olduğunu anladı. O anda kıymetli bir hâtıranın sahibi bulunduğunu anlayarak «vâv»ı satmaktan vazgeçti.

MEHMET AĞA’NIN CENAZESİ!

Vatan şairi Namık Kemal, 1840’da Tekirdağ’da doğdu. İlk yazılarını Tasvir-i Efkâr’da yayınladı. Yazılarında meşrutiyetin müdafaasını yaptığından, arkadaşlarının sürgüne gönderilmesi üzerine endişeye kapılarak Ziya Paşa ile birlikte Avrupa’ya kaçtı. Londra’da «Hürriyet» gazetesini çıkardı. Sonraki yıllarda tanınmış oyunu «Vatan yahut Silistre»yi telif eden ünlü şair, oyunun büyük ilgi görmesi üzerine 1873’te Kıbrıs’a sürüldü. Üç yıl Magosa zindanlarında kaldı. 2 Aralık 1888’de Rodos’ta vefat eden Namık Kemal; şiir, makale, eleştiri, roman ve tiyatro dallarında yenilikçi atılımlar yaptı. Şiirlerinde topluma «hürriyet aşkı»nı aşılamaya çalıştı.

***

Namık Kemal, Osmanlı Dev-leti’nin hâlini görüyor, üzülüyor ve;

“Bu memleket batacak!” diye ikazda bulunuyordu. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, bir dostu ünlü şaire bir mecliste rastlayınca şöyle sordu:

“–Yirmi sene önce bu memleket batacak, diyordun; bak hâlâ sapasağlam!”

Namık Kemal acı acı tebessüm ederek:

“–A canım, bu oduncu Mehmet Ağa’nın cenazesi değil ki, hemen kaldırıp gömsünler; altı yüz yıllık bir devlet! Altı asırlık bir devletin cenazesinin kalkması, elbette yetmiş-seksen sene sürer!”

ÇİFT CENAZE ÇIKACAKTI!

Şair ve yazar Dr. Rıza Tevfik (BÖLÜKBAŞI) 1869’da Edirne’de doğdu. Tıbbiye-yi Şâhâne’den mezun olduktan sonra (1899) bir süre hekimlik yaptı. Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri arasında yer aldığından Edirne mebusu seçildi. İkinci seçim sırasında muhalif saflarına geçen Rıza Tevfik, 1918’de Tevfik Paşa kabinesinde Maârif Nâzırlığı, 1919’da Damat Ferid Paşa hükûmetinde Şûrâ-yı Devlet Reisliği yaptı. Millî Mücadele sonrası, 150’liklerle birlikte yurt dışına sürgüne gönderilen Rıza Tevfik Bey, 21 yıl süren sürgün hayatını Hicaz, Amerika, Ürdün ve Lübnan’da geçirdi. 1939’da affedilerek ülkesine geri dönen Rıza Tevfik Bey, 31 Aralık 1949’da İstanbul’da vefat etti. Zincirlikuyu mezarlığında medfundur.

***

Rıza Tevfik; Mısır’da olduğu sırada, ciddî biçimde geçim derdine düşer, günlerce yemek yemeden yattığı olur. Oturduğu evin kapısına doktor olduğunu gösteren bir levha asar, ama gelen-giden olmaz. Günün birinde bir fellâh gelerek, hastası olduğunu söyler. Kalkar giderler. Rıza Tevfik Bey hastayı muayene eder, fakat ümit yoktur. Bunun üzerine hastanın yakınına;

“–İlâca zaman yok, sen hemen şu gıdaları al gel!” diye emrederek, onu çarşıya gönderir. Doktor, az sonra adamın getirdiği yiyecekleri yan odada boğulurcasına yer. Bu arada hasta da rûhunu teslim etmiştir. Fellâh telâşla odaya girer ve doktora şöyle çıkışır:

“–Doktor Efendi, getirdiklerimi sen yedin, benim hastam içeride öldü!”

Rıza Tevfik Bey, kendini şu sözlerle savunur:

“–Getirdiklerini yememiş olsaydım, şimdi evinizden iki cenaze çıkacaktı!”

Adamın şaşkın bakışları arasında evi terk eder. (M. Nuri YARDIM, Edebiyatımızın Güleryüzü, İst. 2006, s.150.)