Yahya Kemal’i Doğuran Anne… TÜRKLÜKLE İSLÂMLIĞI YOĞURAN KÜLTÜR…

Ayla AĞABEGÜM

“Lâkin benim dinî ve millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur’ân öğretirdi.

Muhammediyye’den bizzat Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin hazin bir makamla söylediğini zannettiğim bir ilâhiyi çok severdim:

Eğer Rûm’un revânında görürsem ben dilârâyı

Revânına revân idem Semerkand’ı Buhârâ’yı

Mısralarında coğrafyaya ait şehirlerden, ülkelerden ziyade, başka bir âleme, belki de âhirete ait bir yerler görür gibi olurdum. Annemin sesi ile birlikte bu ilâhi, bende hem hazin hem rûhânî duygular uyandırırdı.

Annem Yazıcızâde’yi, sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile elindeki kitaba îmanla eğilişini hâlâ görür gibiyim. Çok yerlerini anlamadığım hâlde, annemin yüksek sesle okuyuşundan dinlediğim Muhammediyye’nin o mısraları bana bizim öz maceramız, evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem bir sûrette bütün milletimizin dünya ve âhiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta Yazıcızâde Mehmed Efendi’nin Türklükle, İslâmlığı yoğuran, millî, İslâmî harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.

Annem, Yûnus Emre’nin ilâhilerini de söylerdi. Annem bana:

«Oğlum, dünyada iki insanı sev… Peygamber Efendimiz’i, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!» derdi.

Bir gün beni öperken inşâallah şehid olur demiş ve ağlamıştı. Annem gözyaşlarında samimiydi.”

Yahya Kemal’in hâtıralarını okurken, hayatımıza yön veren anneleri, babaları, öğretmenleri, komşuları, akrabaları, yazarları düşündüm. Çevreme baktım, örneklerin sayısı gün geçtikçe azalıyor. Örnek olması gereken insanlar popüler kültürün içinde yok olup gidiyor… Kur’ân-ı Kerim öğreten, ilâhi ve ninni söyleyen anneler kaldı mı? Kur’ân-ı Kerîm’in öğretildiği, ilâhilerin dinletildiği evlerdeki annelere bakalım, bu uhrevî havanın içinde ibadetlerini yaparken, İslâm’ın güzelliklerini, inceliklerini yaşayabiliyorlar mı, yaşatabiliyorlar mı?

Bir Kur’ân kursu öğretmeninin içi yanarak akıttığı gözyaşlarını hatırlıyorum:

“Konuşmasını, oturup-kalkmasını, giyinmesini, âdâb-ı muâşeret kāidelerini bilmeyen anneleri nasıl eğiteceğiz?” demişti.

Yalnız anneler mi? Öğretmenlerle ilgili beni de içimden yaralayan bir hâtıramı hâlâ unutamadım. Bir kız okuluna konferansa gitmiştim. Dönüşte okul servisi beni ve öğretmenleri evlerine bırakacaktı. Yol boyunca aralarında konuştular, inerken birbirleriyle vedalaşırken benim arabada olduğumu bile düşünmediler, oysa ben vaktimi ayırıp okullarına konferansa gitmiştim. Bu hanımlar anneydi ve öğretmendi, dinî iklimi yaşadıklarını sanıyorlardı…

Yahya Kemal, annesinden Muhammediyye’nin mısralarını dinlerken çocukluğunun mânevî havasını yıllar sonra;

“O mısralar bana bizim öz maceramız; evimizin, mahallemizin, Üsküp’ün ve müphem sûrette bütün milletimizin dünya ve âhiret macerası gibi gelirdi. Daha o yaşta, Yazıcı Mehmed Efendi’nin, Türklükle İslâmlığı yoğuran, millî, İslâmî harsını benliğimde hissetmeye başlamıştım.” şeklindeki üzerinde dikkatle duracağımız cümlelerini yazacaktır. Yahya Kemal’i sevenler, bu konuda yazı yazanlar, anma günleri tertipleyenler, özel sayılı dergi çıkaranlar, yeni kitaplar yayınlayanlar, biz, hepimiz bir kere daha düşünmeliyiz:

«Türklükle, İslâmiyet’in yoğrulduğu» vatan coğrafyasında neler okuyoruz, nelere inanıyoruz? Basınımız, televizyonlarımız, gazetelerimiz…

Kamplara ayrılarak düşünmekten uzaklaşan taraflı yayınlar, dış güçlerin ülkemizde düzenlediği toplantılar, yemekler, çıkardıkları veya çıkmasına yardım ettikleri gazeteler, kitaplar, dergiler ve bunlara düşünmeden inanan aydınlarımız, halkımız, başörtü konusunda tavizsiz mücadele eden genç kızlarımız…

İslâmî konulardaki hassasiyetlerimizin içinde millî değerlerimizin var oluşunu nasıl gözden kaçırırız? Millî mücadele yıllarında Âkif’in, Tevfik Fikret’in, Yahya Kemal’in feryatları aynıdır.

Vaktiyle baban kimseye minnet mi ederdi?
Yok, kalmadı hâşâ sana zillet pederinden.
Dünyada şereftir yaşatan milleti, ferdi,
Silkin şu mezellet tozu uçsun üzerinden!

(Tevfik Fikret)

Yahya Kemal coşkunca feryat eder:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi!
Sen’in uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi!
Tâ ki yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın.
Gālib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.

Aynı millî rûha bugün dünden daha çok ihtiyacımız var. Okuduklarımız, seyrettiklerimiz, dinlediklerimiz, çevremizde gördüklerimiz bizi düşündürmeli. Çünkü düşman yalnız dışarıdan saldırmıyor, birbirimize karşı olalım diye bütün maddî ve mânevî güçleri kullanıyor.

Yemekli toplantılar düzenleyerek siyasîlerimizi aralarına almaya çalışıyor. Yayınlarıyla; «Ben İslâmî hayatı yaşıyorum.» diyen vatandaşlarımıza etki ediyor. Onların hoşlanacağı konuları gündeme getiriyor, satır aralarında ordumuza hakaret ediyor, halkla ordunun arasına girmeye çalışıyor. Düşünmeden okursanız, bu yayınların tiryakisi olursunuz. Düşünmeye başlarsanız; «Sermaye kimin, yazarları kim, o yazarlar geçmişte neredeydiler ve ne yazmışlardı?» diye sorular sorarsınız. İşte o zaman Yahya Kemal’in, Âkif’in hayal ettiği nesil ve anneler olursunuz.

O gazetelere inananları uyandırmak için fotokopilerle dolaşıyorum. Bu fotokopilerde yazı yazanların kimlikleri var. Eskiler: “Üslûb u beyan, ayniyle insan.” derlerdi. İşte o gazetelerden veya yazarlarından birkaç cümle ve kimlikleri:

Bir hatun kişi; Amerika’da yazılarını yazmış, eşi Amerikalı örgütlerle el ele. Hanım, kocasını bırakarak birden Türkiye’ye geliyor ve sermayesinin kime ait olduğu bilinmeyen bir gazete çıkaranların kadrosu içinde yer alıyor.

Bir diğeri; baba ve oğullar olarak Türkiye’de gazetelerde yazı yazarak bu ülkenin ekmeğini yiyor, bir röportajında özel hayatıyla ilgili sorulara hayvanları bile utandıracak cevaplar veriyor.

Bir özel üniversitede görevli Ermeni profesör: “Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmamıştır.” diyebiliyor.

Bir başka yazar: “Komutanların konuşması suratımıza fırlatılan tükürüktür. Agos gazetesi yazarının karısının başından aşağı döktüğü dışkı bile daha temiz. Türk olmaktan utanıyorum.” diyor.

Sonuç: Bu ve buna benzer yayınları inançlı bir insan alabilir mi? Dinimizin tavsiyeleri arasında güzel sözler söylemek, edepli konuşmak vardır. Birkaç işimize gelen konu için bu yayınlara rağbeti nasıl açıklayabiliriz?

Yeniden düşünmeye ihtiyacımız var, değerlerimiz konusunda yeniden düşünerek çareler üretmeliyiz. Yahya Kemal’in hâtırasındaki anneleri yurt dışından ithal etmeyeceğimize göre; «düşünme, eğitime önem verme, uygulama seferberliği»ne ihtiyacımız var.

Belediyelerimizi bu konulara inandırmamız lâzım. İsmek kursları kadınlarımızın toplandıkları mekânlar. Her ilçede en az 15 bin kişi bu kurslara devam ediyor. Güzel hasletlerimizi tekrar kazanmak için bu kurslardaki hanımlarımıza ulaşabiliriz. Örnek şiirler, hâtıralar, romanlar, hikâyelerden seçilen bölümler fotokopilerle bir hafta öncesinden dağıtılır. Ders günü iş işlerken, boyama yapılırken bu konular üzerinde konuşulur. Zira nasihat veya konferans yerine seçilmiş örnek parçalar duygulara hitap edecektir.

Yardım edilen aileler büyük bir kitle. Onları örnek parçalarla duygulandırarak düşündürmek mümkün. Güzellikleri anlatmadan, yaşatmadan yapacağımız yardımlar bize, polisimize, askerimize atılan taşlarla, devlet malını tahrip etmekle, yakmakla geriye döner. Eğitmeden yapılan yardımın vebali altında eziliriz. Bir örnek vermek isterim:

Bir grup arkadaşla toplanıp kitap okuyor ve gelecek ay o konuyu tartışıyoruz. Karadeniz Bölgesi’nde bir okula gönderdiğimiz burslarla yetinmiyor, okul idaresiyle temas kurarak okumaları için kitaplar yolluyor, sonra da onlarla mektuplaşıyoruz.

Çareler aranırsa bulunur. Yaptığımız her yardımın eğitimle beraber olması ülkemizin değişmesi açısından önemlidir.

Bulduğumuz çareleri paylaşmak dileğiyle…