YAHYA KEMAL’İ ANLAMAK

Yard. Doç. Dr. Emin IŞIK

Yahya Kemal’in ne dediğini, ne demek istediğini anlamak için, onun şiir ve hayal dünyasına girmek gerekir. Bunun için onun bütün bildiklerini bilmek de yetmez. Zira ondan daha çok tarih bilenlerin, tarihimize; ondan daha çok din bilenlerin, dinimize onun gözüyle bakabilmiş ve onun gördüklerini görebilmiş olduğu söylenemez.

Yahya Kemal’i diğerlerinden farklı kılan şey, millî varlığımıza bütüncül bir bakış açısıyla bakmış olmasıdır: Şiirlerinde kendini ön plâna çıkarmıyor, şahsî dertlerini ve acılarını dile getirmiyor. Hep tarih içinden sesleniyor, tarih olaylarını konuşturuyor. Onun gözünde tarih, yalnızca zengin bir malzeme deposu değildir, aynı zamanda çok önemli bir başlangıç noktasıdır. Millî konulara tarih kapısından girerseniz, kolay yanılmazsınız. Çünkü her millet kendi tarihinden ibarettir. Tarih içinde yaşanmış acı-tatlı olaylar, meydana getirilmiş eserler, maddî ve mânevî değerler milleti meydana getirir. Her millet, kendine mahsus bir kültür oluşturur. Her kültür de kendine mahsus bir millet meydana getirir.

Millet varlığının meydana gelişinde; dinin, dilin, ırkın, tarihin, coğrafyanın, ekonominin ve milletler arası ilişkilerin önemli rolü olduğu inkâr edilemez. Ancak millet denilince, her şeyden önce tarih ile dil akla gelir.

Milleti meydana getiren maddî ve mânevî değerler, birbirinden farklı şeylermiş gibi görünse de, gerçekte biz onları kendi iç dünyamızda bir bütün olarak yaşarız. Çünkü milletimizin zaferleri de yenilgileri de bizimdir. Biz sadece kendi yapıp ettiklerimizle değil, atalarımızdan kalan kültür mirasıyla da bütünleşiriz. Onların yaşadığı sevinçleri ve çektiği acıları da paylaşırız. Hattâ bizim için o miras, kendi yaptıklarımızdan daha değerlidir.

Yahya Kemal, tarih eserlerini mukaddes emanetler gibi korumamız gerektiğini, onlar yok olursa, tarihin de yok olacağını söylüyordu. Hattâ: “Bir kırık mezar taşımızı, kırk ipek bohçaya sarılmış sakal-ı şerif gibi korumalıyız. Bunu yapmazsak ileride Türk’ten de Türklükten de söz edilmeyecek.” diyordu.

Bir toplum, tarih şuuruna sahip olmadan millet olamıyor. Çünkü tarihi olmayan toplumun kültürü de medeniyeti de olmuyor.

Yahya Kemal, bizim medeniyetimizin şairidir. Mehmed Âkif ise din ve ahlâk dâvâmızın şairi. Âkif, hep idealin peşindedir, zirvelerde dolaşır. Sâdî ve Mevlânâ, Süleyman Çelebi ve Şeyh Gālib gibi büyüklere hayrandır, lâkin dîvan şiirini, büyük ölçüde meyhane şiiri olarak görür. Şairlerini de: “O, ne yardakçı gürûh!?.” diyerek, dalkavuklukla kınar.

Oysa Yahya Kemal, iyi ve kötü diye ayırım yapmaz. O, bir taraftan Sultan Selîm-i Evvel için;

Hak’dan nizâm-ı âlemi te’mîne er gelür

derken, diğer taraftan Kâğıthane’de, Göksu’da yaşanan eğlence âlemlerine destanlar yazar. Onu, rehâvet içinde bir ömür kalacakmış sanırsınız. Bir de bakmışsınız ki, akıncı dedelerimizle birlikte Tuna’dan geçip gidiyor.

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: «İlerle!»
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kāfilelerle…
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Süleymâniye’de Bayram Sabahı’nı, Ezân-ı Muhammedî’yi ya da Söz Meydanı’nı okurken, sizi rûhânî âlemlere taşıyan kudretli bir şair olduğunu anlar, onun mukaddes olana karşı duyduğu saygıya hayran olursunuz;

Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymâniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi.

Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.
Gecenin bitmeye yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.

«Söz Meydanı» adını verdiği gazelinde, Peygamber Efendimiz’i, bakınız nasıl takdim ve tavsif ediyor;

Zamân O Gül gibi gül görmemiş zamân olalı,
Gül’ün güzelliği dillerde dâstân olalı.
Ne serve bakmadadır şimdi gözlerim ne güle,
O şîvekâr bu kāmette nev-civân olalı.
Yegâne hüsn-i ilâhî odur Cemâlullah,
Cihâna «ahsen-i takvîm»den ıyân olalı.

Yedi-sekiz yaşlarında kaybettiği annesine ithaf ettiği «Ezân-ı Muhammedî» adlı gazelde, ezanla birlikte, göklerin nûra gark olduğunu, mü’min ruhların Allâh’ı gördüğünü dile getirir;

Gök nûra gark olur, nice yüz bin minâreden,
Şehbâl açınca rûh-i revân-ı Muhammedî.
Ervâh cümleten görür Allâhu Ekber’i,
Akseyleyince Arş’a lisân-ı Muhammedî.

İstanbul’u fetheden yeniçeriyi, bir mûcizeyi başarmış kahramanlar olarak gösterir. Çünkü onlar, Hazret-i Peygamber’in verdiği mûcizevî müjdeyi aynen gerçekleştirdiler.

Yahya Kemal, fetih sabahı sanki surları döven bataryalardan birinin kumandanıdır;

Vur pençe-i Alî’deki şemşîr aşkına,
Gulbângi, âsumânı tutan pîr aşkına.
Ey leşker-i Müfettihu’l-ebvâb vur bugün,
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına.
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar,
Fecr-i hücûm içindeki Tekbîr aşkına.

O, hem top atışlarıyla surları döven askerlerle beraberdir, hem de o kutlu fetih olayını Üsküdar’da seyreden kalabalığın içindedir. O, bir akşam vakti Cihangir’e gider, Üsküdar konaklarının alev alev yanan camlarını seyreder. Bir başka gün Malazgirt’e gitmiş, Gazi Sultan Alparslan’a sesleniyor;

Ey şanlı cedd-i ekberimiz, âb-ı tîgının,
Bî-hadd imiş güneş gibi tenvîr savleti…
Tasvîr eder mi böyle şehinşâhı ey Kemal,
Şimşekten olsa şi’rde tâbîr savleti?..

Yahya Kemal, sadece Bebek, Emirgân, Kanlıca ve Göksu gibi Boğaziçi’nin şirin semtlerinde gezip dolaşmaz, bazen Koca Mustafa Paşa semtinin ücra sokaklarında, hüznü bir zevk edinen fakir halkın arasında da gezip dolaşır;

Öyle sinmiş bu vatan semtine milliyyetimiz,
Ki biziz hem görülen, hem duyulan, yalnız biz.
Mânevî çerçeve beş yüz senedir hep berrak;
Yaşıyanlar değil Allâh’a gidenlerden uzak.
Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,
O kadar komşu ki dünyâya duvar yok arada.

Bir Ramazan akşamı Atik Vâlide semtinde iftara yakalanır. İftar topu patlayıp, o kerpiçten evleri nurlu bir neşe kaplayınca, kendisi tenha sokakta oruçsuz ve neşesiz kalır. Fakat hâlâ rûhunda mânevî duyguların kalmış olmasına şükreder.

Mimarîden, mûsıkîye, meydan faslından Ezân-ı Muhammedî’ye, Mohaç’tan Mesnevî’ye kadar; Türk medeniyetinin içinde yer alan her konuya mukaddes bir emanet anlayışıyla yaklaşan ve bu medeniyeti, bütün yönleriyle aşk ile şevk ile baş tâcı etmeye çalışan Yahya Kemal’in derdi ve niyeti nedir?

Devrin aydınları, çöken «Devlet-i Aliyye» ile birlikte, moral çöküntü yaşamaktadırlar. Birinci Dünya Savaşı kaybedilmiş, İstanbul işgal altındadır. Aydınların çoğu, kendi kaderine küsmüş, kendi devletinden ümit kesmiş; tarihinden, dininden ve medeniyetinden nefret etmektedir. Hattâ birçokları; «Müslüman olduğumuz için başımıza bu felâketler geldi.» deyip, din değiştirmeyi, Hıristiyan olmayı bile düşünmekte ve bunu teklif etmektedir.

Yahya Kemal; işte o işgal günlerinde, bir taraftan destan şiirleri yazıyor, bir taraftan da İstanbul’daki sahâbe kabirlerinin yerlerini tespit ediyordu. Mânevî değerler üzerine kurulmuş olan bu muhteşem medeniyetin bir milleti nasıl büyük millet yaptığını göstermeye çalışıyordu.

Dünyanın en büyük dinine, en şanlı tarihine, en mukaddes vatanına sahip olan bir milletin, kendi değerlerine bağlı kaldığı müddetçe, hiçbir şekilde yok edilemez olduğuna olan inancını dile getiriyordu.

Anadolu’da parlayan Kuvâ-yi Milliye hareketi için de şu duayı okuyordu:

Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi!
Sen’in uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi!
Tâ ki yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın.
Gālib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın.