Tarihimize, Kültürümüze, İnancımıza DAHA NE KADAR YABANCILAŞACAĞIZ!

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Bir grup fareyi almışlar ve önlerine hemen öldüren zehirli yiyecekler koymuşlar. İlk fare yemiş ve ölmüş. İkinci fare yemiş ve ölmüş. Bunu gören diğerleri ise, canlarını çeken cazip yiyeceklere artık ağzını sürmemiş. En aç olanı bile yemez olmuş.

Fakat başka bir grup fareyi almışlar ve önlerine bir hafta sonra öldüren zehirli yiyecekler koymuşlar. İlki yemiş ölmemiş, ikincisi yemiş ölmemiş. Bir şey olmadığını görünce hepsi yemiş. Bir hafta sonra da farelerin tamamı ölmüş.

Farklı bir tecrübe. Sıradan bir deney gibi ancak bu gerçek, insanoğlunun hayat macerasına da ışık tutmakta. Çünkü bu hâdisenin değişik veçheleri, gerek maddî gerekse mânevî dünyamızda her gün yaşanıyor. Belki hemen öldüren zehirlerden toplum kendisini az-biraz koruyabiliyor. Ama zihinler fare mantığıyla paralel olduğunda, kendilerini sonradan öldürecek olan nice zehirlere karşı kayıtsız kalabiliyor. Tedbirsiz olabiliyor. Hattâ onlara bağımlı hâle gelmiş gafil bir müşteri kesilebiliyor.

Meselâ;

Savaşlar hemen öldüren acı bir zehir. İnsanlar bu sebeple devamlı olarak ordu ve silâh bakımından tedarikliler.

Kazalar hemen öldüren bir zehir. İnsanlar da bir dizi kāide ve tedbirle elden geldiğince daima uyanık bulunma çabasında.

Ama;

Kültür yoluyla şırınga edilenler, sonradan öldüren tatlı bir zehir. Tedbir bir tarafa, moda hâlinde insanları peşinde sürüklemekte.

Fitne ve fesat, sonradan öldüren bir zehir. İlk görüntüsü ıslahmış gibi, doğru şeymiş gibi sahnede başköşeye oturtulabilmekte.

İnançsızlık, sonradan öldüren bir zehir. Bu yüzden yaygınlık kazanmasında beis görülmemekte.

Ahlâksızlık ve günahlar da sonradan öldüren bir zehir. Bu yüzden gafiller tarafından fazla umursanmamakta. Pek hissedilmiyor;

Günah burda etmez aslını yayın,
Âhirette patlar o sinsi mayın! (Seyrî)

Sigara da, sonradan öldüren bir zehir. Bu yüzden yığınla insan, hiçbir sakınca görmeden üstelik iştahla o zehre ciğerlerini açmakta.

Ne yazık ki ekmeğin kızarmış buram buram tazeliği konuşulurken içinde ne var ne yok konuşulmaya konuşulmaya mutfaklar zehir yuvalarına dönüyor. Ekranlara yansıyan görüntüler az mı? Bir defasında tavuk gibi kızarmış bir simit aldımdı. İçinden paspas çıktı. Onu satan şahsa götürdüm. Omuzlarını silkti sadece:

“Fırının dikkatsizliği, ben ne yapayım? Ne verirlerse onu satıyorum!” dedi.

Bu ve benzeri gerçekler, daha nice hastalıklar doğuracak ve sonradan öldürecek birer zehir.

Ülkemizde epey zamandır çöreklenen yabancılaşma gerçeği de, sonradan öldürecek bir zehirdir. Oysa insanlarımız yabancılaşırsa, bir gün topraklarımız da yabancılaşır, yabancıların olur. Tarihte bize ait olduğu hâlde bugün başkalarının elinde bulunan 24 milyon kilometrekarelik eski vatan toprakları, bu gerçeğin en çarpıcı ve hazin misali. Onlar, şimdi toplumun özendirilmeye çalışıldığı yabancıların elinde veya tahakkümünde.

Bu nasıl oldu? O topraklarda bizi ne öldürdü? Bunu görmek lâzım.

Görmek lâzım çünkü;

İrade ve medeniyetimizin yozlaşması, sonradan neleri neleri öldürecektir.

Hele dilin yozlaşması! Milletleri öldüren bir zehir.

Hele dinin yozlaşması! İnsanlığı öldürüp yok eden bir zehir.

Fakat dış ve yerli yabancılar, bu zehirlerin adını baklava gibi tatlı kelimelerin içine yerleştirmeyi başardıklarından onları gündem yapmak bile bazen garipseniyor. Böyle olunca;

Nice ciddî problemler, bütün canlılığıyla devam ettiği hâlde alâka, tedbir ve alarm hassasiyeti devam etmiyor. Oysa ciddî bir problemde netice alınmadan alâka kesilirse, tedbir bırakılır ve alarmlar kapatılırsa, âkıbet neye döner? Hiç şüphesiz yarıda bırakılan bir kalp ya da beyin ameliyatına. Doktorlar da hemşireler de bezse, olur mu böyle bir şey?

Yahya Kemal, bu şuur içerisinde mânidar bir târizde bulunur:

“Lisan bahsi açıldıkça; «Hâlâ mı o bahis?» diyerek bezginlik gösterenler, bana, acımaya lâyık, gözlerini gaflet bürümüş, en zavallı kayıtsızlar gibi görünüyorlar. Vatan bahsi açıldığı bir yerde; «Hâlâ mı o bahis?» diyecek bir Türk, menfur bir kayıtsızlık göstermiş sayılır. Bu telâkki, lisan bahsine olan kayıtsızlığa karşı bu derece vâriddir.

Bizi ezelden ebede kadar bir millet hâlinde koruyan, birbirimize bağlayan, bu Türkçedir. Bu bağ öyle metîn bir bağdır ki vatanın hudutları koptuğu zaman bile kopmaz. Hudutlar aşırı, yine bizi birbirimize bağlı tutar. (O kadar ki) Türkçenin çekilmediği yerler (hâlâ) vatandır. Vatanın kendi gövdesi ve rûhu Türkçedir.”

Bugün bu hassasiyete sahip olunmadığı için sokaklar, caddeler ve insanlar, kendi öz benliklerine ne kadar da yabancılaşıyor! Dilde öze aykırı ideolojiler ve cahilce yaklaşımlar sebebiyle nice maskaralıklar dün yaşanmıştı, hâlâ da yaşanıyor. Artık yüksek seviyede eserler, ciddî kitaplar okuyabilmek, neredeyse imkânsız!

Ciddî kitapların ve yüksek seviyede eserlerin okunamadığı bir eğitim anlayışı ve sisteminde ne kadar ciddî ve büyük insanlar yetiştirebilirsiniz?

Bu yüzden Banarlı’nın dediği gibi;

“Kelimelerin notasını, cümlelerin melodisini ve dolayısıyla gerçek mânâsını duyabilmekten geçtik, kelimelere en tabiî seslerini verebilmekten âciz, nice insan, Türkiye’de okumak söyle dursun, okutmak mevkiindedir.”

Yabancı rüzgârlar yüzünden bilmenin değil bilmemenin merkeze alındığı, ilim sahibine değil cahile göre kalemlerin cılızlaştırıldığı bir ortamda kötü neticeler, kaçınılmaz, üstelik çoğunluğu oluşturmaya başlar. Bugün yaşasa ne derdi bilinmez ama dün Faruk Nafiz şöyle feryat etmişti:

Gönlüm bir uzak cihâna döndü…
Geçmişte kalan zamâna döndü…

Rabbim ne güzeldir eski günler,
Andıkça yazım hazâna döndü…

Her celsede anlaşırdı herkes,
Sohbet bugün imtihâna döndü…

Girdikçe yabancı söz lisâna,
Ehlî dilimiz yabâna döndü…

Ekler takılar alınca meydân,
Başlar bunalıp kazâna döndü…

Beş yüz senelik dilim şu anda,
Bir bilmediğim lisâna döndü…

Çakmaz baba oğlunun dilinden,
Bedbaht ana tercümâna döndü…

Bilmem kaça mâl olur beher söz,
Ammâ ki yekûn ziyâna döndü…

Erbâbı elinde buldu kıymet,
Her söz bir apartmâna döndü…

Söz vadisinde bu denli dertli olan Faruk Nafiz, kendisini de şöyle îkaz etmekte:

Nazmın anahtarını sıkı tut, Çamdeviren,
Yabancılar girmesin o saraya, han değil!

Fakat yabancılar o saraya da girdi, diğer sahalara da. Terbiyeye de eğitime de. İlim cahilliğin içine nüfuz edeceğine, cahillik ilmin içine sızdı ve hattâ hükümran oldu. Herkes anlasın diye hiç kimsenin anlamamaya başladığı eğitim anlayışı, sokak kahvesi hüviyetine büründü. Artık öğrenen ne yapsın, öğreten ne yapsın?

Meselelerin temeline inmek, kabuktaki cilâları geçip belâları görmek şart!

Fakat belâyı düşünen kim? Günü kurtaralım, keyfe bakalım, bu yeter!

Ah, gece-gündüz kendileri çalıştığı hâlde bizim dünyamıza tembellik ve seviyesizlik üfleyen yabancılar!

Üniversitede İngilizce dersimize gelen yabancı uyruklu insaflı bir hoca şunları söylemişti:

“Yabancı filmlerde sizlere bizimkiler derste çay içen, palyaçoluk yapan ve rastgele davranışlar sergileyen, üstelik dersi de pek önemsemeyen öğrenci tipleri sunarlar. Çünkü iyi eğitim almış rakip milletler oluşturmak istemezler. Onlara dağınıklığı ve kahvehane havasında bir eğitim anlayışını, hür ve rahat bir öğrencilik diye şırınga ederler. Ondan sonra da size, kopya ile geçmek kalır. Oysa benim okuduğum üniversitede kopya çeken öğrenci, okuldan atılıyordu…”

Hoca, kimse kopya çekmesin diye bu nasihati yaparken, aslında acı bir gerçeğe de dikkat çekmiş oluyordu. Tabiî anlayan için. Düşünenler kavrayacaktır ki, işi kopyaya düşüren eğitim, sonunda yabancıları kopyalayan tipler üretmeye başlıyor.

Ya alışıyoruz, ya da sıkça unutuyoruz fakat;

Tarihten beri yabancılara özenmek, bizde daima seviye düşürmüştür; daima kaybettirmiştir. Hem malî açıdan hem ilmî açıdan. Hem edebî hem ahlâkî açıdan. Hem mimârî açıdan hem sanat açısından. Yığınla örnekten en yenisine dikkat çekmek isterim:

Bu Ramazân-ı şerîfin son günlerini ve bayramı Hicaz’da geçirmek nasib oldu. O mübarek mekânlarda nice huzurla doldum. Ama Kâbe’nin etrafına baktığımda bağrıma neler saplanmadı ki! Tuhaf tuhaf binalar. Yabancıların kasveti sinmiş yapılar. Hele bir tane otel binası, silûeti itibarıyla âdeta kocaman bir canavar dişi gibi. Ne zarafet, ne âhenk, ne ruh, ne de sanat! Hiçbiri yok! Ecdadın ebced inceliği ile dikkat ederek rûhâniyet ve sanatta en zirveyi yakaladığı huzur dolu yapılar nerede, bunlar nerede!

Muhteşem bir kâinatın içinde bu tuhaflık elbette gözü acıtıyor. Bunun için ecdadımız, bütün eserlerinde şu muhteşem kâinatı taklit ederek muazzam bir kâinat daha oluşturmuştu; medeniyet ve sanat kâinatı. Ama şimdi onları yabancıların kaba, haşin ve sadece cesede dair lüksü öne alan yapılarının gerisine atıyoruz. Bu hazin hâli bir fark edebilsek! Belki öze dönüşün anahtarı olur.

İşte ibretli bir uyanış:

Mescid-i Harâm’ın genişletilme çalışmasını yapan yaşlı Arap mimar, bir Türkiye’ye seyahatinde Süleymaniye’yi ziyaret ediyor ve gördüğü sanat ve mâneviyat ihtişamı karşısında büyük bir hayranlık içerisinde şöyle demekten kendini alamıyor:

“Anlıyorum ki, biz bu işte yeniden talebe olmalıyız!”

Evet, onun gibi bizler de belki pek çok meselede yeniden talebe olmalıyız. Bu cümleyi önce öğretenler söyleyebilse, öğrenenler gayet sağlam bir talebelik seviyesine yükselmeye başlar.

Öğretilenler, okunanlar ve metotlar, bu milletin ancak özüne göre şekillenebilir. Zira iki yüz sefer denendi; Frenklere uyan bir eğitim anlayışı, Türk çocuğuna yaramamıştır. Öğrenciler, eğitelim derken, eğitimsiz hâle getirilmiştir. Her şey bir tarafa, eğitim yuvalarındaki göbeklere kadar inmiş kravatlar neyin aynası? Niye taktırıyoruz? Takılacaksa doğru-düzgün takılsın. Çocuğun karnına kadar inmiş bir yular gibi sallanan bir bez parçası olacaksa, vazgeçilsin! Bu da olmaz. Ya ne olur? Bunu eğitimciler değil, maalesef dizi çekimcileri plânlıyor. Eğitimciler ne dese ne yapsa boş! Çünkü kasıtlı veya kasıtsız bir dizi yapılıyor; orada hangi paldır-küldür öğrenci tiplemesi varsa, binlerce talebe onu taklit ediyor. Eğitimin vasıfsızlığı diye buna denir. İstatistikte daha çok kimseye diploma verebilmek telâşı adına ciddiyetsizlik, yarın bu millete ne kazandıracak?

Sorumlular! Eğitimdeki sonradan öldüren ve öldürecek olan zehirlere biraz daha dikkat!

Çünkü dikkat edilmediği için eğitimde pek çok mesele çözülmez hâle geliyor. Aksine çok kolay çözülür. Çözülür de ciddî adımlar şart. Meselâ kopya çeken öğrenci okuldan atılsa, bir zayıf alan bile sınıfta kalsa, neler neler düzelir. Yığınla masrafa da yığınla dershaneye de gerek kalmaz. Okumak isteyen herkes çalışır. İstemeyen de, okuyacaklara fren olmaz. Yoksa ne nasihat, ne yığınla plân ve düzenleme, hattâ ne sopa, ne ceza, ne para kâr etmez!

Hele dil, kültür ve inanç kopukluğuna hiçbir şey kâr etmez!

Çünkü okumuş gibi görünenler, hiçbir şey öğrenememişlerdir ama ellerindeki diplomalara yaslanarak kendi medeniyetiyle kavga etmeyi öğrenmiştir. Dünyanın güçlü ülkeleri, kendi medeniyet ve kültürleriyle kaynaşmayı öğrenirken ve öğretirken.

Bu gerçek, ihmal götürmez bir vâkıa. Hem de öyle bir özlük ayarı ki, hayat boyu insan hangi rüzgârlarda savrulursa savrulsun yine de kendini öz benliğinde bulur. Hangi sokaklara saparsa sapsın, sonunda kendi semtinde karar kılar. Tıpkı Yahya Kemal gibi. O da birileri gibi dış dünyanın girdabına düşmüş, fakat orada başını çarptığı an uyanmasını bilmiştir. Bu uyanışın temelini onun şu cümlelerinde görmek mümkün:

“Benim hem dinî hem millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediyye okur, bana Kur’ân öğretirdi.

…….

Annem bana; «Oğlum, dünyada iki insanı sev… Peygamber Efendimiz’i, bir de Sultan Murad Efendimizi sev!» derdi.

…….

O yaşlarımda ben Üsküp minanerelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minarelerde ezan başladığı zaman, evimizde rûhânî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları ism-i Celâl’le kımıldardı. Bin üç yüç sene evvel, Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan, asırlarca sonra, bizim semâmızda hem dinî, hem millî bir mûsıkî olmuştu. O anda semâmızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.

…….

Ben Paris’te iken bile, hiç münasebeti olmadığı hâlde, kulaklarıma Üsküp’teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur.

…….

Ah büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi. Fakat, yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peydâ olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın her köşesi îmana gelirdi. Cedlerimiz, Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi.”

Bu satırların her biri, ecdadın ince, hikmetli ve ihlâslı firasetinin göstergesidir. Aynı zamanda bu memleketleri vatan yapan rûhun, nasıl bir ufuk ile bunu başardığının işaretleri ile doludur. Müslümanların olduğu mahallede Müslümanlığın nûrunun belirmesi, beş vakti ezan sesi, asmalı minareler, gölgeli mescidler, sokak köşesine bir türbenin uyanmış kandili ve toprağın her köşesini îmana getirmek. Böyle bir hidayet nüfuzu.

Ya şimdi kim kime nüfuz ediyor? Kim kimi ne ile îmana getiriyor? Sokak köşelerinde neler uyuyor, neler uyanıyor? Yeni yerleşim yerlerinde minareler nerede? Gölgeli mescidler hangi gölgede kayıp? Mahallelerde Müslümanlığın nûru mu parlıyor, yoksa perişanlığın gözü bozan spot lâmbaları mı?

Hazret-i Mevlânâ, asırlar öncesinden bu yabancılaşmaya karşı onun ilk sefili olan iblisten örnekle temas etmiyor mu:

“Ey Hak âşığı, sakın kendine güvenme. Yetmiş iki milletin, yetmiş iki türlü inancı, senin gönlünün derinliklerinde gizlenmiş, fırsat kollamaktadır.

Ey gafil insan, yaptığın ibadet ve iyiliklerle kendini kurtulmuş sayma! Hakk’ın rahmetinden kovulup lânetlenen iblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarındandı, meleklerin emîri idi. O da bilgi ve ibadeti yüzünden gurura kapılıp nazlandı. Neticede pislik gibi rezil oldu gitti.”

Hazret-i Mevlânâ, îkazlarına şöyle devam eder:

“İşte Hazret-i Âdem! Nefsine uyarak bir adım attı da, o yüzden cennetin başköşesinden düştü, oradan kovuldu. Vaktiyle ona secde eden melekler de, şeytandan kaçar gibi ondan kaçtılar.

Hazret-i Âdem’in işlediği suç, belki kıl kadardı; fakat o kıl, iki gözünde bitmişti.

Âdem, yasak meyveyi yemeden önce meleklere danışsaydı, başına iş açmazdı. Çünkü bir akıl, başka bir akılla birleşirse, kötü iş işlemekten ve kötü söz söylemekten kurtulur.

Fakat nefs başka bir nefsle dost olursa, cüz’î akıl işsiz-güçsüz kalır ve bir iş göremez olur.”

Onun için Hazret-i Mevlânâ’nın nasihatlerinin özü, yabanî huylulardan yüz çevirip güzel huylularla düşüp kalkmak etrafında yoğunlaşır:

“Hak sana Cebrâil’in sıfatlarını ihsan ederse, kuş yavrusu gibi havalarda kanat çırpar, yol ararsın! Yeryüzünden vazgeçer de, hep göklere bakarsın; gözlerini ufuk ufuk açarsın! Artık tamamen gökyüzüne âşık olursun da yeryüzüne yabancı kesilirsin!

Fakat Hak sana eşeklik sıfatları verirse, yüz kanadın bile olsa, göklere yükselemezsin! Gelir de ahıra konarsın!

Öyleyse güzel huyu, her şeyden üstün tut! Ancak güzel huylularla düşüp kalk!”

Yoksa sanattan edebiyata, dilden dine, fikirden şuura, ticaretten ahlâka kadar hayatı oluşturan hiçbir alanda şu suali noktalayamayız:

Daha ne kadar yabancılaşacağız?

Daha ne kadar yabancılaşacağız?

Bu suali noktalayamamak bir tarafa, hele yabancıların kültür istîlâlarının arttığı günümüz atmosferinde daha bir yabancılaşmaya devam ederiz, hem de her şeyimize; tarihimize, îmanımıza, Kur’ân’ımıza, bayrağımıza, vatanımıza, şanlı geçmişimize, faziletlerimize, medeniyetimize, hâsılı kendimize ve yaratıcımıza…

Demek ki yüce Allah, her türlü yabancıyı içine alacak bir mahiyette boşuna buyurmamış:

«Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin!» (Mümtahine, 1)