Uhrevî Belde EYÜP VE YAHYA KEMAL BEYATLI

Dursun GÜRLEK

Eski İstanbul dersiâmlarından ve kürsî vaizlerinden merhum Cemal ÖĞÜT Hocaefendinin «Meşhur Eyyûb Sultan» isimli kıymetli eserinde yer alan bir anekdottan öğrendiğimize göre;

İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretlerinin bir gün ayağı ağrıyor. Kendisine tedavi için getirilen doktor:

“–Ayağını uzat da bir muayene edelim, bakalım.” diyor. Mezhep imamımız olan o büyük zat, hemen yan tarafa dönerek ve arkasını doktora çevirerek:

“–Gel, şimdi muayene et!” cevabını veriyor. Doktor:

“–Niçin böyle yaptın, neden kendine zarar verdin?” sorusunu yöneltince Ebû Hanife Hazretleri şu ibretâmiz cevabı veriyor:

“–Merhum hocam Hammad Hazretlerinin evi o tarafta bulunduğundan, korktum ki; benim ayağım, hocamın evinin tarafına uzanır da kendisine karşı bir terbiyesizlik etmiş olurum!”

İslâm büyüklerinin birbirlerine karşı duydukları hürmeti, talebelerin hocalarına, üstadlarına gösterdikleri saygıyı, bu konuyla ilgili anekdotları bir araya toplasak yüzlerce-binlerce cilt eserle karşılaşmış oluruz. Buna ne hâcet! Geçmiş büyüklerimiz tarafından kaleme alınan birbirinden kıymetli kitaplarda böyle ibret tablolarına sık sık rastlıyoruz. Bunları okurken yahut dinlerken de İslâm’ın güzel ahlâktan, güzel ahlâkın ise edepten ibaret olduğunu bir kere daha anlıyoruz. Ünlü tarihçiler bizâtihî kendileri saygıya ve hürmete lâyıktırlar.

Kalem ve kelâm erbabının, gönül sultanlarının sadece şahıslarına değil, onların makamlarına, mekânlarına hattâ bulundukları şehre, oturdukları mahalleye ve semte bile aynı değerin verildiğini, aynı saygının gösterildiğini biliyoruz. İsterseniz buna çarpıcı bir örnek vereyim:

Hazret-i Mevlânâ ve Mesnevî âşıklarından ve kıdemli gazetecilerden Refi Cevat ULUNAY’ın 7 Aralık 1963 tarihli Milliyet gazetesinde neşredilen bir makalesinde okumuştum;

Molla Câmî, Hazret-i Pîr’i ziyaret etmek için ne zaman Konya’ya gelse, şehre bir saatlik mesafede atından iner, pabuçlarını koltuğunun altına alır, huzura yalınayak gelirmiş. Ayrıca:

“Ben onun bulunduğu şehirde ayaklarımı uzatıp yatamam!” diyerek geceyi civar köylerde geçirirmiş. Edebin bu derecesini anlatırken dil, yazarken kalem de muhakkak ki, hicaptan mahcup olur.

Efendim, bu mukaddimeyi, sözü Eyyûb Sultan Hazretlerine getirmek için yaptım. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyin ifadesiyle; “Uhrevî belde «Eyüp»ü İslâm cennetinin yeşil bir bahçesi” hâline getiren büyük sahâbî, hiç şüphe yok ki İstanbul’umuzda medfun bulunan ve hepimizin gönlüne taht kuran mâneviyat sultanlarının başında geliyor. Bilindiği gibi şerefli insan, bulunduğu makamı ve mekânı da güzelleştiren insandır. Etrafını nûra gark eden, çevresine ışık saçan böyle şahsiyetleri tanımlamak için eskilerin; «Şerefü’l-mekân, bi’l-mekîn» yani «bir mekânı şereflendiren orada bulunan zattır» dediklerini biliyoruz.

Uhrevî belde Eyüp’ü ve tabiî ki, bütün İstanbul’u yüzyıllardan beri şereflendiren; «Alemdâr-ı Rasûlullâh»ın yüce zâtını ve mübarek türbesini Yahya Kemal’in kaleminden nakletmeden önce geliniz birlikte Peygamber şehri Medine’ye gidelim ve bu yüce zâtın kutlu beldedeki hâne-i saadetinin etrafında deveran ve cevelân ederek saadete ermeye, huzura girmeye, Ravza’nın güllerini dermeye çalışalım.

Efendim; kâinatta en şerefli makamın, hattâ «Arş-ı Âlâ»dan bile değerli mekânın Ravza-i Mutahhara olduğunu İslâm âlimleri ve mutasavvıfları dile getiriyorlar. Medine’nin tozunun-toprağının dahi şifa olduğunu ifade ediyorlar. Elbette ki, eski adıyla Yesrib’in şânı-şerefi, özelliği ve güzelliği Efendimiz’den kaynaklanıyor.

Bilindiği gibi Peygamberimiz, Medine’ye hicret buyurunca Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretlerinin hâne-i saadetlerinde yedi ay misafir kalıyor. Ona böyle yüce şeref bahşediyor. Efendimiz’i böyle uzun bir süre ağırlama, misafir etme şerefine nâil olan Eyüp Sultan Hazretlerini, İstanbul’umuz yüzyıllardan beri sînesinde barındırdığı için ne kadar iftihar etsek yine azdır.

İslâm tarihlerinin, konuyla ilgili kitapların verdiği bilgilere ve bilhassa yukarıda adı geçen Hacı Cemal Efendi’nin anlattığına göre Eyüp Sultan Hazretlerinin Medine’deki evi kadîm bir saadethâne idi. Bu mübarek hânenin önemini daha iyi anlamak için tarihin derinliklerine doğru yolculuğa çıkmamız gerekiyor:

Asıl adı Umeyr bin Dürû olan yirmi beşinci Melik Tübba-i Evvel, Zebur ile amel eden bir kimseydi. Bu zat bir gün seyahate çıkarak Hicaz’a geliyor.

Medine şehrinin asıl kuruluşundan 700, bir rivayete göre de 1.000 yıl evvel; yani Efendimiz’in Medine’ye hicretinden yedi yüz veya bin sene önce bu diyardan geçerken yanında bulunan 400 kişilik bir ulemâ ve hukemâ topluluğundan şöyle bir haber işitiyor:

“Cenâb-ı Hakk’ın insanları irşad ve ıslâh için gönderdiği peygamberlerin sonuncusu olan; «Hâtemü’l-Enbiyâ» Mekke’de dünyayı şereflendirecek, daha sonra Yesrib’e (Medine’ye) göçecek ve burada vefat edecektir. Zuhur edeceği zaman da yaklaşmaktadır.”

Melikin yanında yer alan âlimler, bu vesileyle kendisinden ricada bulunuyorlar ve diyorlar ki:

“Ey yüce melik! Sizin saltanat merkezinizde yeteri kadar ulemâ vardır. Bizi burada bırakınız ve her birimiz için birer ev yaptırınız. Umulur ki, Hâtemü’l-Enbiyâ Hazretlerinin asr-ı saadetlerine erişir ve kendisiyle karşılaşırız. Eğer O mübarek zâta kavuşabilirsek sizi de haberdar ederiz.”

Melik, bu 400 âlim için hemen birer ev yaptırıyor. Her birine birer câriye veriyor. Birçok mal ihsan ediyor. Bir ev de gelecek olan Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz için yaptırıyor.

“O muhterem zat, bu memlekete hicret buyurduğu zaman, bu hânede ikâmet buyursun.” diye vasiyette bulunuyor.

Rivayete göre, Peygamber Efendimiz’in misafir olduğu ev, yani Eyüp Sultan Hazretlerinin evi, adı geçen melikin yaptırdığı işte bu hâne idi.

Bir gün melik «Samûl» adındaki âlimlerin reisini davet ederek şöyle bir emir veriyor:

“Beklenen O Hâtemü’l-Enbiyâ eğer benim devrimde zuhur ederse ne âlâ. Yok ben öldükten sonra ortaya çıkacak olursa, O muhterem zat nâmına size bir mektup vereceğim. Bu mektup elden ele, babadan oğla emanet edilerek, tâ Âhirzaman Peygamberi’nin kendi mübarek eline ulaşıncaya kadar devredilmelidir.” diyerek mektubun üzerine:

“Önce ve sonra her şey, her emir ve takdir Allah’tandır.” ibâresini yazdırıyor.

Mektup şöyle:

“Melik-i Tübba Umeyr bin Dürû’dan Allâh’ın Rasûlü ve nebîsi olan Muhammed bin Abdillâh’a! Tahkik ben Sana ve Sana nâzil olan kitaba îman ettim. Ben Sen’in dinin ve sünnetin üzereyim. Sen’in Rabbine îman ettim. Sen’in îman ve İslâm şeriatinden, Rabbinden getirdiğin şeylerin cümlesine îman ettim. Eğer Sen’in zamanına erişebilirsem ne güzel ve ne âlâ! Şayet erişemezsem bana Allah indinde şefaat kıl. Beni kıyâmet gününde unutma. Zira ben Sen’in daha önceki ümmetindenim. Gelmeden önce Sana biat ettim. Ben Sen’in ve pederin İbrahim -aleyhisselâm-’ın milleti üzereyim.”

Melik-i Tübba, daha sonra ordusunu alarak memleketi olan Yemen’e dönüyor. Tabiî ki aradan bir hayli uzun bir zaman geçiyor.

Peygamber Efendimiz hicretle Medine’yi şereflendirdiği zaman (bir rivayete göre yolda iken) bu mektubu kendisine takdim ediyorlar. Yine bir rivayete göre bu mektubu Peygamberimiz’e sunan Ebû Leylâ adında bir zat, diğer bir rivayete göre Ebû Eyyûb el-Ensârî idi. Peygamber Efendimiz bu mektup kendilerine okunurken:

“Sâlih bir kardeş olan Tübba merhabâ!” demiş ve bu cümleyi üç defa tekrar etmişlerdir.

Nitekim konuyla ilgili bir hadîs-i şerifte Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Melik-i Tübba’a sövmeyiniz. Zira o mü’min idi.” Bundan anlaşıldığına göre Melik-i Tübba, Efendimiz’den 700 sene önce O’na îman etmiş bulunuyordu.

Bazı tarihçilerin rivayetine göre Melik-i Tübba, aşağıdaki sözleri altından bir levhaya kazdırarak güvendiği kimselere emanet olarak veriyor. Ebu’l-Fidâ İbn-i Kesîr’in rivayetine göre bu levha mihmandar Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin elinde saklıydı ve Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz’e teslim edilmesini rica etmişti.

O sözler şöyle:

“Ahmed ismiyle gelecek olan mübarek bir zâtın, ruhların yaratıcısı olan Allâh’ın hak peygamberi olduğuna ben şimdiden şahâdet ettim. Eğer ömrüm vefa eder de O’na ulaşabilirsem; ya veziri veya mümkün olursa amcazâdesi olmak yani en yakınlarından bir kimse bulunmak şerefine mazhar olurdum.”

Melik-i Tübba’ın, Peygamberimiz nâmına yaptırdığı ev, nihayet -her ne sûretle ise- Mihmandâr-ı Rasûlullah Hazret-i Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin eline intikal ediyor.*

Şu muhteşem tabloyu lütfen ibretli gözlerle seyrediniz! Efendimiz’in dünyayı şereflendirmesinden tam 700 veya 1.000 sene önce, o devrin kudretli hükümdarlarından biri, bu kadar uzun bir süre önce Son Peygamber’e îman ediyor.

O mübarek zâta mülâkî olmak için âdeta can atıyor. Yukarıda da anlatıldığı üzere eski adı «Yesrib» olan Medine’ye geldiği zaman Hâtemü’l-Enbiyâ’nın ikâmeti için bir ev yaptırıyor. Ve bu tarihî hâne Eyyûb Sultan Hazretlerine intikal ediyor. O da bu mübarek evde Efendiler Efendisi’ni, Sevgililer Sevgilisi’ni misafir etme şerefine nâil oluyor. Ve yine yıllar sonra bu kutlu evin sahibi -sırf Peygamber müjdesine nâil olmak için- ileri yaşına rağmen Bizans’ın başkenti Konstantiniyye’nin fethine katılıyor. Bu seferlerden birinde şehid düşüyor. Vasiyeti gereği; kadîm Bizans surlarına yakın bir yere defnediliyor.

Hazret-i Fatih, hocası Akşem-seddin’e bu mübarek sahâbînin meçhul ve metruk kabrini tespit ettirerek hasretini dindiriyor. İşte efendim, o tarihten itibaren uhrevî belde Eyüp, dünyevî sıkıntıların giderildiği bir cazibe merkezi hâline geliyor.

Birçok Türk şair ve yazarı gibi Yahya Kemal de bu cazibeye kapılıyor. Eline kalemi alıp: «Bir rüyada gördüğümüz Eyüp» olan zarif çizgileriyle ve büyük şair hassasiyetiyle bizlere anlatıyor. Üstadın «Aziz İstanbul» isimli kitabında yer alan ve ilk defa 5 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayımlanan bu nefis makale kabul etmek lâzım ki, Eyüp Sultan Hazretlerini ve adına izafe edilen semti tasvir eden en önemli, en etkileyici bir üslûpla kaleme alınmıştır.

Şairimizin ifadesiyle «Bir rüyada gördüğümüz Eyüp» yüzyıllardan beri İstanbullulara derin bir nefes aldırıyor. Bu enfes manzaraya doya doya, duya duya, yaşaya yaşaya İstanbullular mânevî hazların en ulvîsini yaşıyorlar. Uhrevî belde Eyüp bu tarihî şehrin tarifini de yapıyor: «Ben sizin topraklarınızda bulunduğum için İstanbul, Mekke-Medine gibi mukaddes şehirlerden biridir.» diyor.

II. Mahmud devrinin önemli sîmâlarından Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi, Menâkıp-nâmesinin bir yerinde:

“Ne zaman Üsküdar’a geçsem aklıma âhiret gelir.” diyor.

Efendim biz de bütün eksikliğimize olanca kusurumuza rağmen ne vakit Eyüp’e gitsek huzura eriyoruz. Bir anda kendimizi Medine’de, asr-ı saadette, Efendiler Efendisi’nin huzurunda buluyoruz. Eyüp Sultan Hazretleri; âşıklarını, muhiplerini, teşnegânını tayy-ı zaman ile asr-ı saadete gönderip, gerçek saadeti tattırıyor. Yahya Kemal Beyin ifadesiyle: İslâm cennetinin yeşil bir bahçesi gibi arz-ı endam eden bu ölüm şehri kendini ziyaret eden herkesi etkiliyor. Ölü kalpleri diriltiyor, tarihî mezar taşları, taş kalpleri yumuşatıyor. Haliç kenarındaki bu yeşil şehir -yine bu şairimizin dediği gibi- Eyüp, İstanbul’u fethetmeye gelen Türk ordularının hicretin 857. senesi baharında, surlara karşı gördükleri bir rüya idi.

Başta Alemdâr-ı Rasûlullah olmak üzere nice velîleri, âlimleri, şehidleri, gönül sultanlarını sînesinde barındıran bu uhrevî belde; sadece yerli ziyaretçileri değil, yabancı seyyahları da tesiri altına alıyor. Onları da mânevî atmosferiyle sarıp sarmalıyor.

Yıllar önce İstanbul’u görmeye gelen şair Henri de Régnier, Eyüp mezarlıklarının bir yokuşunda duruyor. Türk ölümünün derin bir vecdiyle, Türk ırkından doğup, bizimle beraber yaşayıp öldükten sonra, mezarına sarıklı bir taşın dikilemeyeceğine acıyor ve:

“İstanbul! Mü’minlerin o kadar sevdiği Eyüp servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim!” diyor. Bir Katolik şairine bunları söyleten Eyüp, Yahya Kemal’e göre, bizi de içine aldığı zaman fazla düşündürmüyor; orada âhiret havası teneffüs ederken müsterih oluyoruz; zihnimizi yormuyoruz.

Yahya Kemal doğru söylüyor. Eyüp hazîresini gezerken, asırlık servilerin gölgesinde dinlenirken, kabir taşlarındaki yazıları okurken tarif edilmez bir ferahlık duyuyorsunuz. Bu ölüm şehrinde ölüp ölüp diriliyorsunuz. Kabirlerin arasındaki dar yollardan yürüyüp giderken; kendinizi âhiret caddesinde, cennet bahçesinde hissediyorsunuz.

Eyüp Sultan gezisini sürdüren büyük şairimiz bir ara öyle duygulanıyor ki, burada yatan o büyük zâtı hatırlayarak:

“Medine nerede, Bizans sarayının burçları nerede?” diye sormaktan kendini alamıyor ve; “Bu toprağa İslâm’ın yeşil nûru niçin böyle bol yağmış?” diyor.

Kendi sorusunu yine kendisi cevaplandıran Yahya Kemal Bey, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb’ü, Fatih’i, Akşemseddin’i ve Eyüp denilen cennet bahçesini şöyle anlatıyor:

“Ben de bu sualleri kendi kendime sordum. Düşünmeye başladığım zaman Eyüp’ün mâverâsı gözlerime bir kat daha nurlu göründü. 857 senesinin baharında Edirne’den Konstantiniyye surlarına doğru boşanan Türk ordusu anlı, şanlı ve kuvvetli idi. Başında yeni tahta çıkmış, yirmi iki yaşında bir padişah vardı. Onun devrini açmaya geliyordu. Fakat birkaç sene evvel o padişahın babası Murâd-ı Sânî ile Varna’da ve Kosova’da iki defa ehl-i salîbin zorlu ordularını yenmiş, dağıtmış, kaçırmış ve galebenin en sarp zevkiyle mest olmuştu.

Her zaferden daha kuvvetli çıkan bu ordu; o zamana kadar taşlarına dayanan bütün barbar sellerini kırmış olan o müthiş surları sararken kendi azametini, kendi şan ve şerefini, kendi kudretini görmüyordu; yalnız 857 sene evvel Hicaz çöllerinde geçmiş bir gazveyi, Bedir Gazâsı’nı düşünüyordu. Çünkü o gazvede Peygamber’in yeşil sancağını taşımış olan Hâlid Ebâ Eyyûb, seksen yaşında bir pîr iken İslâm ordularıyla Konstantiniyye’ye gelmiş, sonra Eğrikapı burçları yanında şehid düşmüştü. Rivayete göre mezarı oradaydı.

Âh!.. Îman devirlerinin hâli: O zamanki yeniçeri ortaları kendi büyük ve müthiş maceralarından zevk almadılar, kışlalarda kendilerine hikâye edilen; Bedir, Uhud, Huneyn gazvelerini, İmam Ali’nin yararlıklarını kamaşmış gözlerle dinlerlerdi. İstanbul’un fethi için surların önüne geldikleri zaman da gözlerini Bedir Gazâsı’nda Peygamber’in yeşil sancağını taşıyan Hâlid kamaştırıyordu.

Peygamber’in Mekke’den Medi-ne’ye hicret ettiği o hazin senenin hikâyesi, Fatih askerlerinin kalbindeydi. Peygamber; muhacirlerle Medine’ye girerken çocuklar sokaklarda; «Rasûlullah geldi!» nidasıyla çağrışıyorlarmış. Medine, düğün-bayram edercesine şenlik ediyormuş. Halk, Rasûlullâh’ın devesinin yularına sarılıyormuş. Fakat, Rasûlullah onları:

“Ona dokunmayınız, Allah tarafından memur olduğu mahalle (yere) gidiyor. Durunuz bakalım, nereye gidecek?” diye men ediyormuş. Devenin yularını bırakmış, o nerede durursa oraya ineceğini söylüyormuş; o mübarek hayvan gitmiş, önce hâlî (boş) bir arsada çökmüş. Lâkin çok durmamış, kalkmış.

Tâvus gibi süzülerek Hâlid, yani Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin evi önünde çökmüş ve sonra boynunu uzatmış, bağırmış. Rasûl-i Ekrem de:

“İnşâallah, konağımız burasıdır!” buyurmuş. Hâlid’in evine girmiş. O gün Medine halkı Hâlid’in evi önünde Rasûlullâh’ı görmek için ayakta bekliyormuş. Mü’minlerle beraber Yahûdî ulemâsından Abdullah bin Selâm da gelmiş, Peygamber’in yüzüne bakmış:

“Bu yüz yalancı yüzü değildir!” demiş. O da Müslüman olmuş.

Sonra Rasûlullah, devesinin çöktüğü o yerde bir mescid bina edilmesini arzu etmiş. Bu mescid bina edilirken ashâbıyla beraber çalışmış. Kendi mübarek elleriyle kerpiç taşımış. Şimdi Mescid-i Nebevî dediğimiz yer Hâlid’in evinin yeri imiş. Allâh’ın insanlara gönderdiği Son Peygamber, orada yatıyormuş. Kendi evi Ravza-i Mutahhara olduktan sonra Konstantiniyye’de bir burcun yanında garip bir şehid olarak vücudunu bırakan Hâlid, yeniçerinin Rumeli ve Anadolu ocaklarının gözlerinde tütüyordu. Bâhusus ki Hâlid, Rasûlullâh’ın Bedir Gazâsı’nda yeşil sancağını taşımış; Muhammed’in asker kavmi olan Türkler, bunun için millî bir temâyülle Hâlid’i daha ziyade seviyorlardı.

Çölde o mübarek Bedir Gazâsı… O yeşil sancak.

Müşriklerin o hezimeti, İslâm’ın ilk galebesi…

İşte o rûhânî gazâda yeşil sancağı taşıyan Hâlid seksen yaşına girdikten sonra Arap ordularıyla Konstantiniyye’nin Müslümanlar tarafından ikinci muhasarası diye anılan o sefer ne hazindir. Uzun bir muhasaradan sonra şiddetli bir kış olur. Güneş çocukları olan Araplar, Ayastafanos’tan Haliç’e kadar kesif (yoğun) bir kar altında kalırlar, kırılırlar, ölürler. Şimdi Türk ölülerinin sur boyunca yattığı o mezarlıklara o Peygamber’i görmüş ya da Peygamber’i görenleri görmüş olanların kemikleri gömülmüştü.

Konstantiniyye’nin son muhasarası; surların aşılmaz, kırılmaz, yıkılmaz, geçilmez metâneti önünde bir müddet gevşer gibi oldu. Sadrazam Halil Paşa’yla birçok ulemâ bu muhasaranın ref’ine (kaldırılmasına) taraftardılar. Akşemseddin ve Zağanos Paşa şiddetle harbe devam etmeyi istiyorlardı. Muhasaranın ref’ine temâyülün arttığı günlerde Akşemseddin fecî bir sıkıntı geçiriyormuş. Bir zaman murakabeye varmış. Rasûlullâh’ın Alemdârı Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezarını keşfetmek için ter döküyormuş. Akşemseddin’i bu murakabede görenler:

“Efendi, kabr-i Eyyûb’u bulamadığı için hicâbından hâba vardı.” diye tâciz etmişler.

Bir saat sonra Akşemseddin secdeden başını kaldırmış, mübarek gözleri kan çanağını andırır bir hâlde başında bekleyen genç Fatih’e:

“Beğim, hikmet-i Hüdâ, seccademizi tâ kabr-i Eyyûb üzre döşemişler. Hemen şu mahalli kazsınlar!” demiş. Toprak üç zirâ‘ derinliğinde kazıldıktan sonra, üzerinde Kûfî hatla; «Hâzâ kabru Ebî Eyyûb» kitâbesi olan bir sanduka çıkmış.

Âh o saatte sûrun bir ucundan bir ucuna sirâyet eden sevinç… Müjde haberleri… Galeyan… Fetih askerleri Hâlid’i yeşil sancakla tecellî etmiş kadar bariz hissetmiş.

Hâlid’in kabri zâhir olduktan sonra, muhasaranın ref’ini tavsiye edenlerin dili tutulmuş, surlara son hücum hazırlığı kan-ter içinde başlamış.

Fetih gecesi, sabaha karşı Akşemseddin bir tepe üzerinden, kanatlarını açan kocamış bir kartal gibi, kollarını açarak: «Yâ Müfettiha’l-ebvâb!» nidasıyla bağırırken, genç Fatih, sağ kolunun yumruğuna toplanmış yıldırımlar gibi sıra ile, büyük topları, Anadolu-Rumeli ocaklarının askerlerini, azapları, seymenleri, sipâhileri ve son darbe olan yeniçeriyi surların üzerine boşaltıyordu.

Kurûn-i Vüstâ’nın (Orta Çağ’ın) o son gecesi geçip, şafak sökerken, asırlardan beri yüzlerce barbar orduları karşısında çözülmeyen surlar, birdenbire çözüldüler. Genç ve dinç yeniçeriler, Topkapı ve Edirnekapı arasındaki Lykos Vadisi’nin ortasından Konstantiniyye’nin içine girdiler.

Fetihten sonra, sahâbî Hâlid’in kabri etrafına ilk şehidler gömüldüler. Akşemseddin’le fetih askerlerinin, muhasara günlerinde gözlerine görünen sahâbî Hâlid bir timsal iken toprakta bir makam oldu. O makam, bir şehidlik oldu. O şehidlik bir ölüm şehri oldu. Ölüm şehri Avrupa toprağında, İslâm cennetinin yeşil ve rûhânî bir bahçesi oldu.

Fetihten beri, yumuşak bir Türk söyleyişiyle «Eyüb» dediğimiz bu cennet bahçesine, en büyük sadrazamlardan en fakir mü’minlere kadar kafile kafile ruhlar girdiler.

Bütün o kabirlerin aralarından geçtiğim bir gün sahâbî Hâlid’in yanında fetih askerlerinden birinin burma kavuklu taşına vecdle uzun uzun baktım. Tiryâkî bir ocak ihtiyarının vücudunu haber veren o metin taş, ölümün ortasında kavuğunu yıkmış hâlâ fetih rüyası görüyor gibi dalgın duruyordu.

Zaten Eyüp, o rüyanın toprakla mücessem bir devamı değil miydi?”

Yahya Kemal’in kaleminden çıkan ve sadırlara şifa olan bu satırları okuduktan sonra İslâm cennetinin yeşil ve rûhânî bahçesini bir an önce ziyaret etmek için sabırsızlandığınızı tahmin ediyorum.

*Meşhur Eyyûb Sultan, Alasonyalı Hacı Cemal ÖĞÜT, Ahmet Sait Matbaası, 1955, İstanbul.