Şehrin Şerhi SÜPHAN GÜLÜ…

Sadettin KAPLAN

sadettinkaplan@gmail.com

Şehir; bahçeli bahçesiz, irili ufaklı, bitişik ayrık, alçak yüksek binalarla, bu binaların arasında dolambaçlar çizen sokaklarıyla, hattâ park ve mesîre yerleriyle ortaya çıkan bir yerleşim alanına verilecek ad değildir. Daha doğrusu, sadece sokak ve caddelerin iki yakasına dizilmiş boy-boy binaların, parkların ve bu alanlarda dolaşan insanların meydana getirdiği şeye «şehir» denemez. Denmemelidir…

Bir yerleşim alanına şehir denilebilmesi için, bu alanın bazı özelliklere sahip olması gerekir…

Bir alana, en son teknolojinin nimetleriyle en modern mimarî tarz ile inşa edilecek binalar ve bu binaların yaşama alanlarına gösterilecek özen ne olursa olsun, o alanı şehirleştiremez. Oraya ancak «yerleşim alanı» denebilir…

Bir yerleşim alanı yıkılıp, temelinden sökülüp atıldığında; altında kendi benzeri bir başka yerleşim yıkıntısını barındırıyorsa şehirdir. Temelin altındaki yapı yıkıntılarıyla, üstündeki binaların genleri aynıdır. Gen uyumsuzluğu, üstte yükseleni uzun süre pâyidâr etmez. Aralarında birbirini çağrıştıran, benzeştiren bir bağ vardır. Tıpkı babadan oğla geçen kan bağı gibi…

«Nasıl olsa taş yapıdır, hep birbirine benzer.» denilemez. Mardin’in taş yapısı Erzurum’un taş yapısına sadece taş ve diziliş olarak benzeyebilir. Erzurum’un Gürcü Kapı semtindeki taş binalar ile Mardin’in Savur Kapı semtindeki taş binalar sadece taş olarak bir benzerlik çağrıştırabilirler. Dizilişlerinden, arada kullanılan harcın muhtevasına kadar büyük bir fark gösterirler… Mimarî açıdan da bir hayli ve bizi aşan çok önemli incelikler gösterirler sanırım.

Şehirler; içinde insanlar olmasa da kendi hükümlerince yaşarlar. Yani şehirler canlıdır. Ondan da öte; şehirlerin rûhu, duyguları, dilleri vardır kimilerince anlaşılmasa da…

Yapılarında kullanılan taşların rengi, dizilişleri ne kadar birbirlerine benzese de; Diyarbakır’ın Melik Ahmet semtinin eski ve dar bir sokağında; «Erkilet güzeli bağlar bozuyor.» türküsünü tam makamında söyleyemezsiniz. Karacadağ’dan esen yel, Erciyes’e el eder ve siz detone olurken; «Mardin Kapı şen olur…»

Her milletin bir mimarî tarz ve tavrı vardır. Bu tarz ve tavır, milletlerin kimlikleri, hüviyet cüzdanlarıdır. Üzerine zamanın tozu elenmiş toprağın sayfaları açıldığında; ortaya çıkan yapılarda geçmiş medeniyetlerin kimlikleri okunur… Yapılara «taş» gözüyle bakılamaz. Nasıl ki insan bedeni et ve kemikten oluşuyorsa, şehirler de taş ve harçtan meydana gelir. Ancak her ikisinin bu beden yapılarına, ruh ve duyguyu da eklemek gerekir…

Karacaoğlan, bir koşmasında;

Çıktım seyreyledim Frengistan’ı,
İlleri var, bizim ile benzemez.
Levin tutmuş, goncaları açılmış;
Gülleri var, bizim güle benzemez

derken, sadece yapılarının değil, güllerinin bile bizim güle benzemediğinden yakınır…

Her bahçenin gülü, her milletin dili ve ili kendine mahsustur…

Ne yazık ki; sözde «çağdaş uygarlık» sevdasıyla dilimizi, gülümüzü, ilimizi, hattâ yolumuzu bile Karacaoğlan’ın yakındığı Frenklerinkine benzetme gayretine girdik… Bizim diyebileceğimiz şeyleri birer birer «yad»lara benzetiyoruz. Onurlu adımızı silip, onlardaki «ad»lara benzetiyoruz… Bir avuç kezzapla yıkayıp ağzımızı, damak tadımızı onlardaki «tad»lara benzetiyoruz…

Şöyle bir bakın İstanbul’un en güzide caddelerindeki mağaza ve işyeri adlarına…

Üstelik bu Frenkçe adları alınlarında birer leke, yakalarında kirli birer yafta gibi taşıyan mağaza, lokanta, kahvehane ya da işyerlerinin sahipleri o ismin çağrıştırdığı milliyet mensubu olmayıp, özbeöz bu toprağın insanlarıdır. Acı olan ve yürek burkan da budur…

Çocukluğumun ilk gençliğe gülümsediği yıllardan aklımda kalan bir hâtıra var…

İlçenin o dümdüz ve verimli ovasının kıblesinde beyaz sarığıyla bir dağ yükselir. Türkiye’nin ikinci yüksek dağıdır bu dağ. «Süphan» demişler adına…

Sabahın ilk ışıkları onun alnında aydınlanır, akşam güneşinin son çırpınışı yine onun doruklarında zevâle erer…

Uçurum ağızlı vadilerinde nice korkuları çiğneyen, ulaşılmaz doruklarında nice efsaneleri uyutan Süphan Dağı özge bir anlam taşır yöre halkı için… Türkülerinde, mânilerinde, masallarında o vardır…

Hiç unutmam. İşte o ilk gençlik yıllarımda ilk «pastane»ye kavuşmuştu ilçemiz. Aşçıya, kebapçıya alışkındık ama pastane ile bir âşinâlığımız yoktu henüz… Pastanenin ilk müşterileri şehrin yerlisi olmayan memurlardan oluşuyordu.

İlçemize ilk pastaneyi açan zat Karadenizliydi. Yanlış hatırlamıyorsam, adı Şevki Usta olarak anılan bu zat Çamlıhemşin’den gelmişti… Her Karadenizli gibi zeki ve işinin erbabı biriydi Şevki Usta. Öyle üç-beş memur müşteri ile elbette yetinemezdi. Kete ve un helvası gibi doyurucu tatlara alışkın olan damağımıza, palto düğmesi gibi iki-üç çeşit kurabiye ile yaklaşılamazdı…

Şevki Usta, kısa bir zaman sonra pratik zekâsıyla ilçenin gençlerini mide ve damaklarından değil, duygularından yakalamayı başardı…

Artık biz de Şevki Usta’nın pastanesinin müdavimlerinden olmuştuk. Peki, neydi bizi duygularımızın perçeminden tutarak, Şevki Usta’nın o tavanından toz yağan kerpiç dükkânına çeken güç?..
Gönlümüzü çelen, mütevâzı harçlıklarımızla bizi şehrin o tek pastanesine çeken şeyin adı «Süphan Gülü» idi… Evet. Süphan Gülü…

Süphan Gülü, Şevki Usta’nın buluşu, sadece şehrimize özel, Süphan Dağı’yla benzeşen, onu çağrıştıran bir sütlü tatlıydı… Kenarları Süphan’ın etekleriyle benzeşen karaya yakın kahve renkli, ortasında Süphan’ın karını andıran beyaz hindistan cevizi ve ilk kaşıkta insana «Süphanallah» dedirten tadıyla Süphan Gülü, yüreğimizden yakalamıştı bizi…

Öyle ki, bir zaman sonra hanımların kabul günlerinin değişmez ikramı oluverdi Süphan Gülü… Tâ ki…

Tâ ki, kasabamızın dışına çıkıp da, bu tatlının «supangle» olduğunu öğrenene kadar… Keşke hiç öğrenmeseydik… Biz supangleyi «Süphan Gülü» olarak sevdik. Aradan uzun yıllar geçti. Bu zaman içinde belki iki, belki de üç kez supangle yemek zorunda kaldım. Sadece görüntüsü benziyordu. Supanglede Süphan Gülü’nün lezzetini asla bulamadım. İkramı reddetmemek için, içimden; «Bu Süphan Gülü’dür.» diye diye yiyebildim…

«Patiseri»lerde, bizim olan «Tatlıcı»lardaki tadı bulun bulabilirseniz…

Evet… Şehirler; özden gelen kökboyalı duygu ipleriyle dokunan, düğümleri nabız kirkitleriyle sıklaştırılan, nakışlarında alın yazısı okunan Türkmen kilimleri gibidir… Bu kilimlerin ilmekleriyle oynanamaz. Oynanmamalıdır…

Şehir; coğrafyasıyla, tarihiyle, gelenekleriyle, iklimiyle, sesiyle, diliyle, sosyolojisiyle, rûhuyla, duygularıyla şehirdir… Kuru beton blokların birer heyûlâ gibi yükseldiği, kendine mahsus mânisi, masalı, türküsü, dili, geleneği olmayan zıpçıktı alanlara şehir denemez. Şehir olmayan yerleşim alanlarında yaşayanlar, olsa olsa «kat mâlikleri» veya «site sakinleri»dirler. Geleneği olmayan yerleşim alanlarına şehir denemeyeceği gibi, burada yaşayanlara da hemşehri denilemez…

Edebiyatımızda «Şehrengiz» denen bir tür vardır. Genellikle mesnevî tarzında yazılan şehrengiz, her yönüyle o şehrin şerhidir…

Yerleşim alanları «şehr», şehirler ise yerleşim alanına dönüşebilme tehlikesine karşı bir an önce uzmanlarınca «şerh» edilmelidir…