RÖPORTAJ Ali HÜSREVOĞLU Kimdir?

1956 Afyonkarahisar/Sandıklı doğumludur.
1974’de hat sanatına başladı. 1979’da Marmara Üniversitesi’ni bitirdi. 1982 yılında büyük üstad Hâmid AYTAÇ merhumdan icazet takdir ve icâzet aldı.
1992’de Medîne-i Münevvere/Mescid-i Nebevî son genişletme projesinin yazılarını Türk milleti adına yazdı. 1993’te eserlerini sergilemeye başladı.
Türkiye’nin değişik il ve ilçelerinde 55 kadar şahsî ve karma sergiye katıldı.
Hat sanatında âlet, malzeme ve yöntem geliştirdi. Yeni eserler ve tasarım çalışmalarına devam ediyor. Hilye-i şerîfe türünden birbirinden farklı 30 kadar tasarıma imza attı. Hat sanatında ilk defa «Tevhid» türünde eser verdi.
Hat nevilerinden ağırlıklı olarak sülüs, nesih, dîvânî, celî dîvânî, tuğra, mâkılî ve kûfî yazmaktadır. Hat sanatı tarihinde kendine özel bir üslûp olarak anılacak yorum türü geliştirmiştir. Klâsik ve modern çalışmalarına devam etmektedir.
Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde öğretim görevliliği vazifesini sürdürmektedir.
Bazı Eserleri:
Dervişin Edebi, Abdullah bin Alevî el-Haddad el-Hadramî, trc. Ali HÜSREVOĞLU.
Allah Yolunda Adım Adım, Abdullah bin Alevî el-Haddad el-Hadramî, trc. Ali HÜSREVOĞLU.
Ömrün Beş Mevsimi, Abdullah bin Alevî el-Haddad el-Hadramî, trc. Ali HÜSREVOĞLU.
Tevhide Giriş: Faslu’l-Hitab tercemesi, Muhammed Parsa, trc. Ali HÜSREVOĞLU.
Âdâb, Muhammed bin Abdullah Hâni, trc. Ali HÜSREVOĞLU.
93 Harbinde Plevne Müdafaası ve Gazi Osman Paşa / Mahmud KİRAZLI, Ali HÜSREVOĞLU.
Uhud’dan Kalan Hâtıra, Necib Geylânî, trc. Ali HÜSREVOĞLU.
Peygamber Sevgisi, Dr. Muhammed Abduh Yemanî, trc. Ali HÜSREVOĞLU.

Kâinatın En Faziletli Şehri:

MEDÎNE-İ MÜNEVVERE

Adını, Canlar Cânı Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e nispetle alan bir «şehir» Medine… Medîne-i Münevvere’yi ve onun nurlu ufuklarından medeniyetimize, şehirciliğimize yansıyan kıymet ve güzellikleri ele aldığımız bu sayımızda, bu kutlu şehirde bir süre akademisyen olarak bulunan, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi projesinde hüsn-i hat levhalarını yazan ve Medine üzerine bir projeye sahip olan Hattat Ali HÜSREVOĞLU ile bir mülâkat gerçekleştirdik.

Yüzakı: Efendim, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi esnasında hüsn-i hat levhalarını yazdınız. Dilerseniz bu konudan başlayalım. Bu şeref nasıl nasip oldu?
Ali HÜSREVOĞLU: Cidde Üniversitesinde çalışmaya gitmiştim. İki buçuk sene Cidde Üniversitesinde çalıştım, iki buçuk sene de Mekke’de Ümmü’l-Kurâ Üniversitesinde. Bu arada o çevreyi tanımış olduk.

Bu sırada Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi projesi hayata geçiriliyordu. Ravza-i Mutahhara’da sülüs hattıyla yazılmış ve Efendimiz’in; “Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurduğu kısımda on iki sütuna giydirilmiş bir şekilde Osmanlı sultanı III. Selim’in İstanbul’dan gönderdiği na‘t-ı şerif vardı. Projeyi üstlenen firma, bu eserin yenilenmesi için bir hattata ihtiyaç duyuyor. O sırada bir yıldır Medine’de bulunuyordum. Bu firma ile tanıştık. Orada benim çalıştığım üniversiteye bağlı kuruma müracaat ettiler. O vesileyle tanıştık ve ondan sonra çalışmalarımız ilerledi. O vesileyle de Harem-i şerif yazılarına başlamış olduk. Yazdığımız eserlere oranın âdeti üzere imza konulmadı. Daha sonra ben o na’tı bir albüm hâline getirdim. Bu güzel na‘t-ı şerîfin ilk mısraları şöyledir:

Es-selâm ey mehbit-i vahy-i emin,
Cân ile âşık sana Rûhu’l-Emin
Âsumâne fahreder yerden göğe
Cây-i cism-i pâkin olmakla zemin…

Yüzakı: Efendim, Medîne-i Münevvere’nin tarihinden başlarsak, nasıl bir şehirle karşı karşıyayız coğrafyası, iklimi ve ahalisi açısından?

Ali HÜSREVOĞLU: Medine, Tevrat gibi kadîm ilâhî kitaplarda; “İki taşlık arasında hurmalık bir şehir” olarak tarif edilmiş ve Son Peygamber’in hicret edeceği yer olarak haber verilmiştir.

Hakikaten Medine’nin merkezi, doğu ve batısında bulunan Harre-i şarkıyye ve Harre-i garbiyye arasında yer alır. Bunlar aynı zamanda Medine hareminin doğu ve batı sınırlarını teşkil ederler. «Harre» taşlık demektir. Bu mıntıkada volkanik lâvlar yayılmış, sönmüş ve soğumuştur. Medine düzlüğünün doğu ve batı tarafında kuzeyden güneye uzanan sınır bölge, koyu siyaha yakın bir görünümdedir. Bu taşlar büyük ölçüde bildiğimiz taş cinsinden olmayıp madenî bir özellik arz eder. İki parça alıp birbirine vurulduğu zaman iki madenin birbirine vurulmasıyla çıkan sesi çıkarır.

Tarih kaynaklarında Medine’ye ilk olarak Hazret-i Nûh’un torunlarından Yesrib veya Esrib isimli bir kişinin ve onun evlâtları olan Amâlikalıların yerleştiği kaydı vardır. Tarih içerisinde bazı Yahudi kabileleri de bu şehrin çeşitli mıntıkalarını yurt edinmiştir.

Hicretten önce ise bu şehirde Arap Evs ve Hazrec kabileleri ile Yahudiler yaşıyordu. Siyasî durum ise çok karışıktı. Kahtanî Araplarından birbirleriyle amcaoğulları olan Evs ve Hazrec yaklaşık bir asırdır birbiriyle savaş hâlindeydi. Şehirde her boyun, utum adı verilen taştan kaleleri mevcuttu. Yahudi kabileler de savaşan bu iki kabile ile ittifaklar kuruyorlardı. Kan dâvâsıyla başlayan, intikam ve alay şiirleriyle süren savaşta soy birliği hiçbir fayda sağlamıyordu. Kan bağı, hak din ve muhkem nizam olan Müslümanlığın gösterdiği istikamette yönlendirilmediği zaman; kan, can, mal, mülk bir kıymet ifade etmiyordu. Câhiliye şairlerinden biri durumu şöyle özetliyor:

“Biz bir milletiz ki her ne konuda savaş olursa olsun, bizi çağıranın kim olduğuna ve niye çağırdığına bakmayız. Silâhlanıp yola düşeriz!”

Yüzakı: Tevrat gibi ilâhî kitaplarda Medine’ye Son Peygamber’in hicret edeceği bildirildiğine göre bu şehirde bunu bekleyen kişiler olmuş mudur?

Ali HÜSREVOĞLU: Elbette. Mukaddes metinlerde şifreli olarak verilen bilgilerden yola çıkarak Âhirzaman Peygamberi’ni bekleyen kişiler hattâ cemaatler olmuş.

Bir rivayette Hazret-i Musa ve ümmetinin Mekke’ye hacca gittiği, dönerken Medine’ye uğradıkları, içlerinden bir cemaatin, Âhirzaman Peygamberi’nin hicret edeceği şehrin Tevrat’ta belirtilen özelliklerini taşıdığı için buraya yerleştiği de yer alır.

Yine Benî Kureyza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka gibi Yahudi kabilelerinin atalarının bu bekleyiş için geldikleri rivayetleri vardır. Onlar Hazret-i Peygamber’i evlâtlarını tanır gibi tanıdığı hâlde ensâra hasetlerinden îman etmemişlerdir. Abdullah bin Selâm gibi hakşinas olanlar ise derhâl ashâb-ı kiram olmuşlardır.

Kaynaklarda Son Peygamber’i Medine’de bekleyen mühim bir zâta dair tafsilâtlı bir rivayet de yer almaktadır.

TÜBBÂ

Yemen krallarından yirmi beşincisi, Zebur’la amel eden I. Tübbâ bir vakit seyahate çıkarak Hicaz’a gelir. Peygamber Efendimiz’in hicretinden 700 veya 1000 sene kadar evvel bu diyardan geçerken yanında bulunan 400 kişilik bir ulemâ ve hukemâ cemaatinden şöyle bir haber işitir:

“Cenâb-ı Allâh’ın, insanları irşad ve ıslah için göndereceği peygamberlerin sonuncusu olan Hâtemü’l-Enbiyâ Mekke’de dünyayı teşrif edecek, bilâhare buraya, Yesrib’e hicret edecek ve burada vefat edecektir, zuhuru zamanı yaklaşmaktadır.”

Kralın beraberindeki âlimler bu vesile ile kraldan şöyle bir istirhamda bulunurlar:

“Ey Melik, payitahtınızda kâfî derecede ulemâ vardır. Bizi burada bırakın ve her birimiz için birer hâne inşasını ferman buyurun. Umulur ki, Hâtemü’l-Enbiyâ Hazretleri’nin asr-ı saadetlerine erişir ve kendisine kavuşuruz. Eğer kendilerine kavuşabilirsek, sizi de haberdar ederiz.”

Bunun üzerine kral bu dört yüz âlim için birer ev yaptırır. Onları evlendirir. Birçok mal ihsan eder. Bir hâne de, gelecek Hâtemü’l-Enbiyâ Efendimiz için yaptırır ve:

“O muhterem zat, bu memlekete hicret buyurduğu vakit bu hânede ikāmet buyursun.” diye vasiyette bulunur.

Rivayet olunduğuna göre Peygamber Efendimiz’in hicretten sonra misafir olduğu ev, yani Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-’ın hâneleri, kralın Peygamber Efendimiz nâmına yaptırdığı hâne imiş.

Tübbâ ayrıca âlimlerin Samûl adındaki reisini davet ederek şöyle bir emir verir:

“Beklenen Hâtemü’l-Enbiyâ şayet benim zamanımda zuhur edecek olursa ne âlâ. Eğer benden sonra zuhur ederse o muhterem zâta verilmek üzere size bir mektup tevdî edeceğim. Bu mektup elden ele, babadan evlâda emanet edilerek tâ Âhirzaman Peygamberi’nin kendi eline varıncaya kadar devredilmelidir.”

Mektubun üzerine de şu ibareyi yazar:

“Evvel ve âhir her emr u takdir Allah Teâlâ’nındır.” (Rûm, 4)

Yazdığı mektup ise şudur:

“Melik Tübbâ Umeyr bin Dürû’dan, Allâh’ın Rasûlü ve Nebîsi olan Muhammed İbn-i Abdillâh’a, emmâ ba‘d (sözün bundan sonrası): Muhakkak ki, ben Sana ve Sen’in her şeyin Rabbi Allâh’a ve Rabb’inden Sana gelenlerin cümlesine îman ve İslâm’a ait ne varsa cümlesine îman ettim ve ben bunu ikrar ettim. Eğer Sana yetişirsem ne güzel ve ne âlâ. Eğer yetişemezsem kıyâmet gününde bana şefaat et ve beni unutma. Ben evvelkilerden biri olarak Sana, Sen gelmeden ve Allah Sen’i göndermeden önce îman etmiş bulunuyorum. Ben Sen’in ve Hazret-i İbrahim’in dini üzereyim.”

Melik bu mektubu yazdıktan sonra maiyetiyle beraber memleketi olan Yemen’e döner. Aradan asırlar geçip de Hâtemü’l-Enbiyâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medîne-i Münevvere’ye teşrif buyurunca Ebû Eyyûb el-Ensârî Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bu mektubu arz eder. Rivayete göre bu mektup kendilerine okunurken Rasûl-i Ekrem:

“Sâlih kardeş Tübbâ, merhabâ!” demiş ve bu cümleyi üç defa tekrar etmişlerdir.

Yüzakı: Medine-i Münevvere’nin hicretle, Efendimiz’in teşrifiyle yaşadığı değişim üzerine neler söylemek istersiniz?

Ali HÜSREVOĞLU: Peygamber Efendimiz Medine’yi teşrif ettikleri vakit orada humma yahut veba hastalığı vardı. Buraya hicret eden muhacirler büyük sıkıntılar geçirdiler.

Müslim’in Sahîh’inde rivayet ettiğine göre Âişe-i Sıddîka -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatıyor:

“Medine’ye geldiğimizde veba hastalığı vardı. Ebûbekir hastalandı, Bilâl hastalandı… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının hastalandığını görünce:

«Ey Rabbim, bize Mekke’yi sevdirdiğin gibi veya ondan daha fazla Medine’yi sevdir. Burayı bizim için sıhhat yurdu yap. ‘Sâ‘ını ve ‘müdd’ünü bereketlendir. Hummasını da Cuhfe’ye naklet.» diye dua buyurdular.”

Veba veya humma, dua-yı Nebevî’de zikrolunduğu üzere Cuhfe’ye, oradaki Hum isimli pınara naklolundu. Oradan içip de hummaya tutulmayan azdır. O vakitte Cuhfe yeryüzünün en vebalı yeri idi. Çünkü orası şirk diyarı idi.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Rüyamda saçı-başı karışık siyah bir kadın gördüm. Medine’den çıktı. Mehîa’da konakladı. Ben bunu Medine’deki vebanın Mehîa’ya nakli olarak te’vil ettim.” (Buhârî) buyurmuşlardır.

Peygamber Efendimiz’in şifa ve bereket duasından sonra ise Medine’nin toprağı bütün dünyanın en bereketli toprağı hâline gelmiştir. Peygamber Efendimiz, bu toprağı bereketli kılması için Allâh’a dua etmiş, bu dua bereketiyle Allah bu toprağı daha çok bereketlendirmiştir. Bu dualarından birinde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:

“Ey Rabbimiz, Medine’mizi bereketlendir. Ey Rabbimiz, «sâ‘»ımızı bereketlendir, «müdd»ümüzü bereketlendir. Ey Rabbimiz, Medine’mizi bereketlendir. Ey Rabbimiz bu bereketle beraber iki bereket daha ver.” diye dua ettiği rivayet olunmuştur. (Semhûdî, Vefâu’l-vefâ, neşir, 1/53)

Yüzakı: Medine, Peygamber Efendimiz’in gelişiyle başka ne gibi değişimler yaşadı?

Ali HÜSREVOĞLU: Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medine’yi, Mekke-i Mükerreme gibi mukaddes, dokunulmaz bir mekân hâline getirmek istemiş ve:

“Ey Rabbim, İbrahim Mekke’yi harem yaptı ve orayı korudu. Ben de Medine’yi harem yapıyorum, iki ucu arasını. Orada kan dökülemez, kıtal için silâh taşınamaz, hayvana yem olmak için müstesnâ, bir ot veya ağaç koparılamaz.” buyurmuştur.

Medine’nin harem yapılması, orada Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bulunduğundandır. Onun nurları ve bereketi önce bu toprakta yayılmıştır. Allah Teâlâ, Mekke-i Mükerreme’yi de orada Beyt-i Muazzam’ı bulunduğu ve hürmetine riayet edilmesi gerektiği için harem yapmıştır.

Bu iki mukaddes şehrin harem yapılması, mü’minlerin orada huzur içinde ibadet edebilmeleri için Allah tarafından rahmettir.

Buralarda bulunulduğu müddetçe daima ve büyük bir itina ile âdâba riayet edilmesi lâzımdır. Şu derecede ki:

Bir mü’min, Mekke-i Mükerreme’de bulunduğu müddetçe; «kalbinden geçenlerden de sorumlu olacağını» düşünerek,

Medine-i Münevvere’de bulunduğu müddetçe de Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Kabr-i Saadetleri’nde diri olduğuna inanarak hareket edecektir.

Harem hudutlarının tespitine dair sayısız hikmetler vardır. Bu cümleden olarak rivayet olunur:

“İbrahim -aleyhisselâm- Kâbe-i Muazzama’yı bina edip de cennet taşlarından olan Hacer-i Esved’i (Hacer-i Esved o zaman kardan beyaz idi.) yerine koyunca Kâbe-i Muazzama’nın dört tarafını aydınlattı. Işıklarının ulaştığı yerler harem hudutları dâhilinde kaldı.”

Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ın rivayetine göre Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medine’yi teşrif ettikleri gün, orada ne varsa aydınlandı ve ışığının ulaştığı yerler harem hudutları dâhilinde kaldı. Enes bin Mâlik bu hâdiseyi:

“Bir böyle gün daha görmedik.” diye anlatmıştır.

Yüzakı: Efendim «Medine» ismi üzerinde neler söylersiniz? Yesrib nasıl Medine oldu?

Ali HÜSREVOĞLU: Efendim, «medine», şehir demek. Eğer; «mim, dal, nun» köküne itibar olunursa ikāmet edilen yer demektir. «dal, elif, nun» kökünden itibar olunursa itaat ve mülk demektir. İnsanoğlu orada mülk edinir, belirli bir nizama ve kanuna itaat eder. Çünkü sultan, şehirde bulunur ve ona itaat edilir. Şehirde bir toplum vardır. Toplum bağlayıcıdır. Müslüman toplum içinde Allâh’a itaat edilir.

Yine Medine, «karye» sınırlarını aşmış ve ülke büyüklüğünde olmayan imar edilmiş yere denir. Tek olarak «Medine» denildiği zaman Rasûlullâh’ın şehri olan Medîne-i Münevvere anlaşılır. Arapçada mârife (yani el-Medîne şeklinde belirli) olarak kullanıldığında Medîne-i Münevvere, nekire (yani medînetün şeklinde belirsiz) olarak kullanıldığı zaman herhangi bir şehir mânâsını ifade eder.

Bu da Medînetü’n-Nebî, Medînetü Rasûlillâh yani «Allah Rasûlü’nün şehri» terkibinden doğmuştur.

Yüzakı: Medine’nin çok sayıda ismi var. Bunlar üzerinde çalışmalarınız da var. Bunlardan öne çıkan bazılarını sizden öğrenebilir miyiz?

Ali HÜSREVOĞLU: Efendim, bir insanın, bir şeyin, bir şehrin isimlerinin çok olması, o isimlerin sahibinin şerefine delâlet eder. Medîne-i Münevvere’nin mukaddes kitaplarda, Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberimiz’in hadislerinde ve ümmetin dilinde zikredilmiş pek çok ismi ve sıfatı günümüze ulaşmıştır.

Medîne-i Münevvere’nin İslâm’dan önce bilinen meşhur ismi Yesrib idi:

YESRİB

Kāmus tercemesinde verilen bilgiye göre Yesrib, Nuh oğlu Sam evlâdından buraya ilk yerleşenin adıdır. Ancak bu kelime; «zarar, dökülüp saçılmış, dağılmış» mânâsına olmakla Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ismi Tâbe ve Taybe olarak değiştirmiştir.

Fahr-i Kâinat Efendimiz:

“Kim Medine’yi Yesrib diye isimlendirirse Allâh’a istiğfar etsin. Çünkü o Tâbe’dir.” buyurmuşlardır.

TÂBE

Tâbe, Taybe, Tayyibe, Tâib isimleri; şirkten ve şirkin getirdiği pisliklerden temiz, kir tutmayan, kendisi ve kokusu güzel, bedene ve kalbe hoş gelen demektir. Bir hadîs-i şerifte:

“Allah, Medine’yi Tâbe diye isimlendirmiştir.” Bir rivayette:

“Allah bana Medine’yi Tâbe diye isimlendirmemi emretti.” buyurulmuştur. Tâbe ve Taybe, Medine’nin Tevrat’ta da geçen isimlerindendir.

Medine’nin her işi temiz ve güzeldir. Kokusu hoştur. Güzel kokulu rüzgâr orada eser. İbn-i Battal şöyle diyor:

“Medine’de oturan onun toprağında ve duvarlarında güzel bir koku duyar.”

İşbîlî ise şöyle diyor:
“Medine’nin mübarek toprağı güzel bir kokudur. Ancak bildiğimiz kokulardan değildir. Anlatılmaz esrarı vardır.”

Ebû Abdillâh Attar ne güzel söylemiştir:

“Medine’nin güzel kokusuyla Medine’nin rüzgârı kokulandı. Misk nedir, kâfûr nedir, taze mendel nedir!.. (Yani onun yanında bunların hükmü yoktur.)”

MÜDHAL-İ SIDK

Sıdk girişi, sadakat kapısı demektir. İsrâ Sûresi’nin 80. âyetinde:

“De ki: Ey Rabbim, beni sıdk girişine girdir, sıdk çıkışından çıkar. Tarafından bana hakkıyla yardım edici bir kuvvet ver.” buyurulmuştur. Âyetteki «mudhale sıdk» Medine, «muhrace sıdk» Mekke’dir. «Sultânen nasîran» da ensar yani Medineli Müslümanlar olarak tefsir edilmiştir.

HAREM

Hazret-i Peygamber, Medine’yi harem ilân etmiştir. Müslim hadîsinde;

“Medine haremdir.” buyurulmuştur. Haremu Rasûlillâh yani Rasûlullâh’ın haremi diye de isimlendirilmiştir. Hadîs-i şerifte:

“Kim, benim haremim halkını korkutursa, Allah da onu korkutsun.” Yine;

“İbrahim -aleyhisselâm-’ın haremi Mekke, benim haremim de Medine’dir.” buyurmuşlardır.

MAHFÛFE

Etrafı çevrili demektir. Bu da, Medine’nin etrafının sayısız hayır ve bereketlerle ve semânın melekleriyle çevrili olmasındandır. Şair bu hususu ne güzel dile getiriyor:

Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;

Metâf-ı kudsiyandır, cilvegâh-ı enbiyâdır bu!..

Bu mübarek şehir her türlü korku ve ürpertilerden korunmuştur. Kapılarında ve etrafını çeviren dağlardaki yollarında melekler bekler ve Medine’yi taun ve Deccal’in girmesinden muhafaza ederler. Hadîs-i şerifte:

“Medine ve Mekke, meleklerle çevrilidir. Onların her dağının üzerinde bir melek bekler. Deccal ve taun oraya giremezler.” buyurulmuştur.

ŞÂFİYE

Şifalı demektir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Medine’nin toprağı her derde şifadır.” buyurmuş, bunlar içinde cüzam ve alaca hastalıklarını da saymıştır. Semhudî; «Cüzam hastalığına müptelâ olanlardan nicelerinin Medine toprağıyla tedavi olduklarını ve Allâh’ın şifa verdiğini gözlerimizle gördük.» diyor. Ayrıca Medine’nin hurması da şifalıdır.

Bu mübarek şehrin daha pek çok ismi var. Fakat burada tek tek sayıp mânâlarını anlatmamız mümkün değil.

Yüzakı: Medîne-i Münevvere’nin fazileti üzerine neler söylenmektedir?

Ali HÜSREVOĞLU: Semhûdî’nin kaydettiğine göre İslâm âlimleri, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek cesetlerinin bulunduğu yerin Kâbe-i Muazzama dâhil olmak üzere bütün yerlerden efdal olduğunda ittifak etmişlerdir.

Semhûdî, bu malûmata ilâve ediyor:

“Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi sellem- Efendimiz’in bulunduğu yer, bütün semâlardan da efdaldir. İslâm âlimleri arasında buna itiraz edeni görmedim. Peygamber Efendimiz’in mübarek cesetlerinin hâlâ yeryüzünde bulunması ile O’nun bulunduğu yer bütün kâinattan efdaldir.” (Semhûdî, Vefâ, 1/28)

Peygamber Efendimiz’in kabr-i saadetlerine daimî sûretle rahmet, rıdvan ve melekler gelmektedirler. Bu, Allâh’ın O’na olan muhabbetinin sonsuzluğundandır. Başka bir mekân bu şerefe nâil olmamıştır.

Sonra her insan, hangi topraktan yaratıldı ise ölünce oraya defnolunur. O’nun mescidinde ibadetin ecrinin kat kat olması, O’nun kabrinde diri olmasındandır. Bu sebeple rahmet ve bereket aralıksız O’nun üzerine inmektedir. Daima feyz ve hayır kaynağı olan bir yer nasıl her yerden üstün olmaz?

Bundan başka Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Amelleriniz bana arzolunmaktadır. Hayır görünce Allâh’a şükrediyorum, başka şeyler görünce sizin için Allâh’a istiğfar ediyorum.” buyuruyorlar. Buna göre ümmetin amelleri daimî olarak Rasûlullâh’a arzolunmaktadır.

Ebû Ya‘lâ el-Mavsılî’nin rivayet ettiğine göre Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Bir peygamber ancak en sevdiği yerde kabzolunur.” buyurmuşlardır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medine’ye olan sevgisi dolayısıyla, bir yolculuğa çıkıp da Medine’ye dönerken Medine görününce bineğini yedekler, daha hızlı yürümesini ve bir an evvel Medine’ye kavuşturmasını isterdi.

“Ey Rabbim, beni, benim en sevdiğim yerden çıkardın. Sen’in en sevdiğin yere yerleştir.” (Hâkim, Müstedrek) diye dua etmişlerdi.

Medine’nin faziletlerinden bir diğeri, Allâh’ın, İslâm nizamını Medine’de kurmuş ve tamamlamış olmasıdır. Allâh’ın dini orada aziz ve muzaffer olmuş; ilâhî kanunları ilk orada karar kılmış; Allah, dinini tamamlamış; Peygamber Efendimiz de kıyâmete kadar orada kalmak üzere burayı seçmiştir.

İsimleri gibi Medîne-i Münevvere’nin faziletlerini de saymakla bitiremeyiz.

Yüzakı: Medine’nin saydığınız bu faziletlerinden dolayı, İslâm âleminden ve yurdumuzdan içlerinde Allah dostlarının da bulunduğu pek çok insan Medine’ye muhacir ve Allah Rasûlü’ne mücavir oluyorlar. Bunun kaynaklarımızda temeli var mıdır?

Ali HÜSREVOĞLU: Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medine’yi çok sevdikleri için orada ikāmete ve orada ölmeye teşvik etmiştir. İkāmet esnasında karşılaşılan müşkilâta ve sıkıntılara sabır ve tahammül edilmesini buyurmuşlardır. Medine’de ikāmet ve orada vefat etmenin fazileti hakkında hadisler vardır:

“Yeryüzünde benim için kabrimin bulunacağı yerden daha sevimli yer yoktur.”

“Kimin Medine’de ölmeye gücü yeterse Medine’de ölsün. Kim Medine’de ölürse ona şefaatçi veya şahit olacağım.” (Beyhakî)

“Ümmetimden ilk şefaat edeceklerim önce ehl-i Medine, sonra ehl-i Mekke, sonra ehl-i Tâif’tir.” (Taberânî, Tirmizî)

Efendimiz’in kabr-i şeriflerinin komşusu Hazret-i Ömer şöyle dua ederdi:

“Ey Rabbim, bana Sen’in yolunda şehâdet nasip et, ölümümü Rasûlü’nün beldesinde nasip et.”

Yüzakı: Efendim, bu iştiyakta Medine hakkında vârid olan bazı kıyâmet alâmetleri de tesir etmekte olabilir mi?

Ali HÜSREVOĞLU: Evet, hadîs-i şerifte:

“Yılan nasıl deliğine dönüp gelirse îman da Medine’ye dönüp gelecektir.” buyurulmuştur. İbn-i Zebâle’nin, senediyle rivayet ettiği bir başka hadîs-i şerifte:

“Îman, Medine’ye selin yatağına döndüğü gibi dönüp gelmedikçe kıyâmet kopmayacaktır.” buyurmuşlardır. Âhirzamanda deccalin de Medine’ye giremeyeceğine dair hadîs-i şerîfi zikretmiştik.

Medine’ye gelen gelir, oraya yerleşir. Fakat Medîne-i Münevvere’nin bir özelliği de kir tutmamasıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Nefsim yed-i kudretinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, eğer bir kimse Medine’den yüz çevirerek çıkacak olursa Allah muhakkak sûrette ondan daha hayırlısını getirir. Biliniz ki Medine, demircinin körüğü gibidir. Kiri yahut kirliyi çıkarır. Medine, içindeki kötüleri kovmadıkça kıyâmet kopmayacaktır. Körüğün demiri temizlediği gibi temizleyecektir.” (Müslim)

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allâh’a yemin ederim ki Medine’nin toprağı mü’mindir.”

Hâsılı Medîne-i Münevvere, «şerefü’l-mekân bi’l-mekîn» fehvasınca, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e kucak açmanın, O Varlığın Nûru’nu sînesinde bulundurma nasibinin karşılığı olarak âlemin en faziletli yeridir. Bu hususta son sözü merhum Kemal Edip KÜRKÇÜOĞLU’na bırakalım:

Yüz süren südde-i dergâhına bir zerre iken
Feyz alıp dönmede hurşîd-i dırahşân olarak.

Koklayan bastığı meymûn u mübârek hâki
Nefhasından yitirir kendini sekrân olarak.

Şeb-i Mîrâcda sîmâsını seyretti diye
Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak.

Can atar her gece Rûhu’l-Kudüs ihrâma girip
Harem-i Muhterem-i kûyine mihmân olarak.

Yüzakı: Efendim, son olarak Medine Ansiklopedisi projenizden bahsedebilir miyiz?

Ali HÜSREVOĞLU: Bu proje, Medine üzerine başta Mescid-i Nebevî olmak üzere Medine mescidlerini tarihten bugüne ele alacak, teknik ressamından, mimarîye ortaya koyacak, şehrin tarihi, coğrafyası, tarihî eserleri, kütüphaneleri, burada yaşayan tarihî şahsiyetlerin anlatımına kadar geniş bir eseri hedefliyordu. Büyük bir finans ihtiyacı olduğu için çalışma giriş bölümünde kaldı. Dokümanı duruyor, yazmak için hepsi Arapçayı, Türkçeyi mükemmel bilen, bilgisayar kullanabilen 5 veya 10 eleman lâzım. 5 eleman olursa 10 yıl, 10 eleman olursa 5 yıl çalışmak sûretiyle bu eser ortaya çıkacak.

Medine’de de bir Medîne-i Münevvere Araştırma Merkezi kuruldu. Ben de ziyaret ettim. Bizim bu çalışmada yapmak istediğimiz çalışmaları görüntülü hâle, maket hâline de getirerek güzel bir çalışmalar yapmışlar. Çok zengin bir kütüphane oluşturmuşlar, dokümantasyon merkezi…

Meselâ; Peygamberimiz’in hicret yolunun güzel bir haritasını çıkarmışlar. Mescid-i Nebevî’nin ilk yapısının maketini yapmışlar. Medîne-i Münevvere’nin ilk coğrafî yapısının maketini yapmışlar. Bedir, Uhud gibi harpleri, plân üzerinde göstermişler. İnşâallah eserler vermeye devam ederler. Güzel çalışmalar yaparlar.

Yüzakı: Hocam, verdiğiniz bu güzel bilgiler için teşekkür ederiz.

Ali HÜSREVOĞLU: Ben de teşekkür ederim ve Medîne-i Münevvere’yi bir dosya konusu hâlinde ele aldığınız için sizleri tebrik ederim.