Âşık Gönüllerin Teselli Yurdu Olan MEDİNE’DEN HÂTIRALAR

İbrahim Hakkı UZUN

Derviş Ahmed Peşkârîzâde, hicrî 1206 (milâdî 1791-2) senesinde, Medîne-i Münevvere kadısı Mehmed Atâullah Efendinin maiyetinde bir sene bu mübarek şehirde mücâvir yani Rasûlullâh’a komşu olarak yaşamış bir zattır. Bu süre zarfında; Medîne-i Münevvere ehlinin gelenek ve âdetlerini, Mescid-i Nebevî’de hizmetlerin hangi usûl ve erkân dairesinde yerine getirildiğini anlattığı, yer yer kendi tecrübelerini de aktardığı; «Tayyibetü’l-Ezkâr» isminde bir risâle kaleme almıştır.

Bu risâle, O Güller Gülü’nün özlemiyle yanıp tutuşan gönüllere bir buket gül sunabilme maksadıyla Medine’nin hakikat deryasından huzur damlalarını bugünlere taşıyan, hacim itibarıyla küçük, lâkin okuyanlarda muhabbet ve mânevî zevk uyandırma bakımından tesiri büyük bir eserdir.

Eserden, Osmanlı devrinde Mescid-i Nebevî’de aşk ve muhabbet ile yoğrulmuş ayrı bir heyecanın olduğunu görmekteyiz.

İşte o günlerin Medîne-i Münevvere’sinden birkaç safha…

Peşkârîzâde, Hücre-i Şerîf’in vasfını anlattığı bölümde şöyle demektedir:

“Hücre-i Şerîf’in etrafını çeviren parmaklıkların içine giren kimse; «Arş’tan, ve Kürsî’den daha şerefli olan yere girdim.» diye yemin etse doğrudur. Zira dört hak mezhepte de Hücre-i Saâdet’in içi Arş’tan ve Kürsî’den yücedir diye fetva verilmiştir.”

Gece hizmetleri bölümünde ise Harem-i Şerîf’e gösterilen hürmetin hangi seviyede olduğunu şu ifadelerde görmek mümkündür. Şöyle ki:

“Yatsı namazı kılınıp cemaat gittikten sonra cümle ağalar ellerine birer güveyi feneri alıp teker teker Harem-i Şerif’i köşe köşe gezerek Bâbü’s-selâm’a gelip kaparlar. Eğer içeride bir kimse görseler; «Bismillâh!..» diye hitap ederek dışarı çıkarırlar. Zira Harem-i Şerif’te dünya kelâmı olmaz. Eğer Hücre-i Şerif’te bir kimse olursa; «Lâ ilâhe illâllah!..» diye hitap ederler. Bu şekilde kapıları kapatırlar ve Bâbü’r-rahme önünde toplanıp huzura karşı yönelmiş vaziyette içlerinden birisi yüksek sesle bir kere salât u selâm getirir, sonra cümlesi birden bir; «Gülbank-i Muhammedî» çekerler ki, insanın her bir tüyü elbisesinden ok gibi dışarı çıkıp kalbi taştan olsa yağ gibi erir. Öyle heyecan ve heybet verici olur ki, insanın hislenmemesi imkânsızdır.”

Seher vakti ile ilgili olarak da şu bilgilere yer verir:

“Vaktâ ki, güneşin doğmasına üç saat kalır, müezzinlerin reisi dış kapı önünde bir kere; «Lâ ilâhe illâllah» diye nida eder. İçerideki nöbetçiler bunu duyunca; «Muhammedür-Rasûlullah!» diye seslenirler ve sonra kapıyı açarlar. Müezzin gelip huzurda minare kapısı önünde Muvâcehe’ye karşı durup tazim ve aşkla bir kere salât u selâm eder. Fâtiha okur ve minareye gider. Orada okunan salât şudur:

«Allâhümme salli ve sellim ve zid ve en‘im ve bârik alâ es‘adi’l-Arabi ve’l-acem ve İmâmi’t-Tay-yibeti ve’l-Harem Seyyidinâ ve Mevlânâ Muhammedin ve alâ âli Seyyidinâ Muhammedin ve sellim ve radıyallâhu teâlâ an küllis-sahâbeti ecmaîn…»

Bunu okuduktan sonra «el-Fâtiha» diye nida eder. Buna; «Destur almak» tabir olunur. Sonra minarede tesbih ve tehlil okumaya baslar. Herkes evlerinde uykudan kalkar. Tesbihten sonra bir ezan okur ki; «İlk ezan» derler. O anda bütün Medine halkı, hattâ çocuklar bile mescid-i şerîfe gelirler. Kimi Kur’ân okur, kimi nâfile namaz kılar, kimi tevhid (zikr) eder… Kimisi de ağlar. O manzarayı söz ile tarife imkân olmaz.”

Peşkârîzâde, Hücre-i Saâdet’in senede üç kere yıkandığını söyleyerek şöyle der:

“Birincisi Rebîülevvel ayının dokuzunda, ikincisi Recep ayının yirmi birinde, üçüncüsü de Zilka’de ayının on sekizindedir.

Hücre-i Saâdet yıkanırken cümle ağalar yüksek sesle: «Lâ ilâhe illâllah Muhammedür-Rasûlullah» diye zikr ederler. Dışarıdaki ziyaretçiler de hep bir ağızdan salât u selâma başlarlar. Harem-i Şerîf’in içi öyle bir hâl alır ki, orada bulunan herkesin vücutlarına bir titreme, bir sarsılma gelir, gözlerinden yağmur gibi yaş akmaya başlar. Bir mehâbet, bir dehşet, bir safâ-yı rûhanîdir ki, anlatmak mümkün değildir.

Bu esnada dışarıda bekleyen Peygamber âşıkları ile ehl-i muhabbet ise temizlik bittiğinde hâsıl olan suyu şeker şerbeti gibi nûş ederek yüzlerine ve gözlerine sürmek için can atarlar.”

Kamerî aylardan Zilka’de’nin on yedinci gecesi akşam ile yatsı namazı arası cümle şehir halkının Peygamberimiz’in saadetli huzuruna borcunu arz edip; «Yâ Rasûlâllah, şu miktar borcum var. İhsan eyle!..» diye salât u selâm ederek «şebeke»den içeriye buğday bıraktıklarını söyleyen Peşkârîzâde, kendi tecrübesini de şöyle anlatır:

«Borcum yok, bu şereften mahrum olmayayım, benim de Rasûlullâh’ın defterine ismim kaydolsun…» dedim ve bir miktar buğday alıp;

“Yâ Rasûlâllah bu bîçare Derviş Ahmed’i ihsan hediyenle sevindir.” deyip salât u selâm ederek bıraktım. Peygamber’in yüzü suyu hürmetine o sene buğdaylar adedince bu fakire altın nasip oldu. İstanbul’dan beklenmeyen yerlerden mektup ile surre ile akçalar zuhur etti. Hattâ Erzurum’dan kırk kuruş geldi, işte, Huzura borcunu arz etmek bu şekilde denenmiştir. Medine’nin esrarlı ve hikmetli işlerindendir.

Peşkârîzâde’nin anlattığı Medine halkının âdetleri içerisinde en ilgi çekici olanlarından biri de velâdet merasimidir:

“Bir kimsenin bir çocuğu dünyaya gelse, Medine’nin âdetine göre kırkıncı günü bir kat yeni elbise giydirip, tertemiz yıkayıp, saçını tarayıp gülsuyu ve gülyağı ile kokulayıp akraba ve yakınları da yeni elbiseler giymiş oldukları hâlde akşam namazından sonra Hücre-i Saâdet’e götürürler.

Çocuğu ya müsteslim, ya nakîb-i harem eline alıp; “Destur, destur yâ Rasûlâllah!» deyip salât u selâm ederek pûşide-i saâdetin (türbe örtüsünün) altına koyup üstünü örterler. Cümlesi ayakta salât u selâma başlarlar. Yirmi dakika miktarı geçtikten sonra yine; «Destur yâ Rasûlâllah!» diye masum yavruyu yerinden alırlar, anasına teslim ederek evine götürürler. Bu münasebetle ağalara bahşişler vermek âdettir. Medine’de herkes bilir ki, ne kadar çok ağlar bir çocuk da olsa, hiç sesini çıkarmaz. Ekseri çocuklar türbe örtüsünün altından çıkartılırken ağızlarını oynatırlar. Peygamber Efendimiz’in mübarek elleriyle hurma yedirdiğini söylerler. Onun için Medine’de dünyaya gelenin başka beldelerde doğanlar üzerine bir rüchânı (üstünlüğü) vardır. Peygamber elinden hurma yediği için. Medine halkına sevgi beslemek, Efendimiz’e sevgi beslemek demektir (çünkü onlar, O yüce zâtın hemşehrileridir). Cenâb-ı Hak anbean kalbimizde muhabbetlerini çoğaltsın. Âmîn…”

Peşkârîzâde, eserin sonlarında ise bizim gönlümüze tercüman olup şu sözleriyle okuyucuya veda etmektedir:

“Ey din kardeşim!.. Bu âciz derviş kardeşiniz, istîdâdım kadar Cenâb-ı Mevlâ’nın mahrem ettiği esrarın bazı söze gelenlerini (dil ile anlatılabileceklerini) kaleme alıp, Medîne-i Münevvere’nin ahvâlini yazdım ki, okuyan kardeşlerimin kalplerinde Rasûlullah aşkı ve sevgisi galip olup ziyarete teşebbüs etsinler. İnşâallah ziyaret nasip olur. O yüce Yaratanımız kerimdir. Allah dilerse, kul maksuduna (dilediği şeye) vâsıl olur.

Bu risâlemi okuyanlardan rica ve niyaz ederim ki, Allah ve Rasûlullah aşkına bu bîçare dervişin âkıbetinin hayır olması, iki cihan saadetine mazhar olması için dua buyursunlar. Dahî nice hayırlı dualarda bulunmalarını ümit etmekteyim. Bana dua eden kardeşlerimin din ve dünyalarının mâmur, âhir ve akıbetlerinin hayırlı olması ve cümle maksudlarına vâsıl olmalarını niyaz ederim. Âmîn yâ Mu‘în, bi-hürmeti Seyyidi’l-Mürselîn…”