Medeniyet Tarihi PEYGAMBERLER GEÇİDİ

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Medeniyetin üzerinde yükseldiği temel değer nedir?

Bir fert veya cemiyetin medenî olup olmaması hangi ölçüyle değerlendirilir?

Hepimiz medenî bir insana yakışan tutum ve davranışlar hakkında genel bir kanaate sahibiz. Ancak bunları maddeler hâlinde sıralamak gerekirse nereden başlamak icap eder?

Bilhassa tek zâviyeden bakışla eksik bir değerlendirme yapmak istemiyor; hem bütün ve çok yönlü olarak izah etmek, hem de anlaşılır bir şekilde örneklendirmek istiyorsak medeniyeti nasıl tarif edebiliriz?

Bu yazımda, medeniyetin temel umdeleri hakkında özlü ve kapsamlı bir izah için Kur’ân-ı Kerim kıssalarının izini takip etmeyi denedim. Yazımda Kur’ân-ı Kerim kıssalarının; insanlığın medeniyet yolunda aldığı mesafenin kilometre taşlarını işaretlediğini işlemek istiyorum.

Kur’ân-ı Kerim, yeryüzündeki ilk aileyle ilgili kısacık bir kıssada pek çok gerçeğe işaret eder. Kıssada Hazret-i Âdem’in oğullarından; «ürünlerinden Allah -celle celâlühû- için bir kurban sunmalarını istediğini» görüyoruz. Burada her şeyden önce yeryüzünde doğan ilk insanların yerleşik bir düzene sahip, tarım ve hayvancılıkla uğraşan kişiler olduğunu anlıyoruz.

Sosyal bilimler, avcılık ve toplayıcılıktan tarıma, göçebelikten yerleşik düzene geçişi medeniyetin önemli bir köşe taşı saymaktadır. İnsanların vahşetten medeniyete uzun bir zaman içinde geçtiğini varsayan düşünce yapısı, mülkiyet ve medeniyeti insan dünyasında gayri tabiî bir hakikat gibi görmektedir. Daha sonra sol ideolojiye de ilham kaynağı olan bazı eserler; mülkiyet, aile, devlet gibi medeniyet unsurlarını insanın fıtratına bir yabancılaşma gibi değerlendirmektedir.1

Oysa bu kıssada, ilk insan toplumunun mülkiyet fikrine ve yerleşik düzene sahip olduklarını görüyoruz. Zaten insanoğlu gibi çocukluk devresi çok uzun süren her yönden narin bir varlığın, medeniyet olmaksızın hayatta kalabileceğine de şüphe ile bakılmaktadır.

Bunun yanında Habil’in bu kıssadaki davranışında; «ilk insanların medeniyetin temel unsuru olan sulh ve hukuka teslimiyet» kavramına sahip olduğunu görüyoruz.

Bilindiği gibi medenî bir varlığı vahşîden ayıran fark, kaba kuvveti ile hayatta kalmaya çalışmak yerine, bir arada yaşamayı sağlayan kāidelere boyun eğerek, meselelerini sulh ile çözme yoluna gitmektir. Bir insan ne kadar maddî konfor içinde yaşarsa yaşasın, eğer meselelerini hukuk dışı, kaba kuvvet yoluyla çözmeye çalışıyorsa o kişi medenî sayılmaz. Günümüzde meselelerini mafyaya benzer örgütlenmelerle halletme yoluna gidenlerin çoğu takım elbise ve kravatla gezmekte, lüks evlerde yaşayıp, son teknolojiyi gayet iyi kullanmaktadır. Ama bu durum, söz ettiğimiz cihanşümul kritere göre onların gayri medenî sayılmasını icap ettirir.

Kıssadan alınacak bir başka ders; insanların, başkalarının hukukuna saygı duymasının sadece gönüllü katılımlarıyla sağlanamayacağını, bu sebeple mutlaka müeyyideleri olan bir hukuk düzenine geçilmesi gerektiğini işaret etmektedir. Her ne kadar Habil kardeşini ahlâklı hareket etmeye davet ettiyse de bu, onun saldırganlıktan vazgeçmesi için yeterli olmamıştır. Öyleyse mutlaka suç işlemekten caydıran tesirli müeyyidelerin tatbikine ihtiyaç vardır.

Ancak insanların, müeyyideleri uygulayabilmesi için toplumun ileri gelenlerinin âdil kimseler olması icap eder. Hazret-i Nûh’un kıssasında gördüğümüz gibi, adalet terazisini elinde tutanlar hile yapıyorsa o zaman ne olacak?

Hazret-i Nûh’un kavmi aleyhindeki duasında; «malının ve evlâdının çokluğundan dolayı sapkınlıkları daha da artmış kişilerin başkalarını da doğru yoldan çıkardığını» görüyoruz:

“Nûh: «Yâ Rabbî» dedi, «yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!»” (Nûh, 26)

Zulüm ve hilelerin sağladığı dünyevî imkân ve iktidar, insanların büyük çoğunluğunu etkilemektedir. Bundan dolayıdır ki Hazret-i Nuh, caydırıcı bir müeyyide uygulayamadığı bu zalimlere karşı Allâh’ın adaletini yardıma çağırır. Kavminin helâki için dua ederken beslediği niyet; yine zayıflara merhametten ibarettir:

“Zira bırakırsan onlar Sen’in kullarını, Sen’in yolundan saptırırlar ve sadece kendileri gibi kâfir, ahlâksız çocuklar dünyaya getirip yetiştirirler.” (Nûh, 27)

Hazret-i Nûh’un kıssasında nakledilen bir detay; suçluları cezalandırma söz konusu olduğunda, adaletin imtiyazsız bir şekilde herkese eşit tatbik edilmesi gerektiğinin altını çizer. Hazret-i Nuh, oğlunun kurtulmasını istediği hâlde onun da helâk olmasına mânî olamamıştır. Çünkü peygamberin oğlu olması sebebiyle ona bir ayrımcılık yapılmayacaktır. Kıssadaki bu detayda da medeniyetin önemli bir unsurunu; yani «hukukun tatbikinde insanlar arasında fark gözetilemeyeceği» prensibini görüyoruz. Aynı prensibi Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “Kızım Fâtıma dahî suç işlemiş olsa cezaî müeyyideyi tatbik ederim.” sözüyle dile getirmiştir.

Hazret-i Nûh’un, o kadar zahmetle inşa ettiği gemiyle öz oğlunu kurtaramamış olması karşısında teslimiyetle boyun eğişi, medenî bir insanın hukukun âdilce tatbiki karşısında göstermesi gereken tavra güzel bir misaldir. Ne yazık ki günümüzde dünyanın en ileri (!) devletlerinin çok standartlı hukuk anlayışları, bundan binlerce yıl gerisinden çok daha gayri medenî bir anlayışa sahiptir.

Peygamber kıssaları üzerinde inceden inceye tefekkür edilecek olursa pek çok medeniyet umdesini görmek mümkündür. Sadece özet olarak zikredecek olursak; Hazret-i İbrahim’de tecellî eden hilim ve teennî prensibinden bahsetmek uygun olur. Peygamberimiz’in büyük dedesi Hazret-i İbrahim, kendisine îman etmemekte direnen kavmini kendi hâllerine terk ederek hicret etmeyi tercih etmiştir. Aynı sünneti benimseyen Peygamber Efendimiz gibi o da, kavminin helâkini istememiş, fedakârlığı kendisi yapmıştır. Hiç şüphesiz O’nun hareketi, şirki hoş görmek değil, kavminin zaman içinde gittikleri yolun sonunu görerek ders almaları ve ıslah olmaları için mühlet verme prensibinin bir tezahürüdür. Bu mânâda olmak üzere hoşgörü ve sabır, adalet prensibinin tamamlayıcısı bir medeniyet prensibidir.

Hazret-i İbrahim’in oğulları Hazret-i İsmail ve Hazret-i İshak’ın, babalarına sâdık bir hayrülhalef olmaları da mühim bir medeniyet umdesidir. Çünkü medeniyetin en önemli şartı eğitim; eğitimin birinci şartı da üstada bağlılıktır. Maddî ilimlerde de evvelkilerin kazanım ve birikimlerinin gelecek nesle aktarılması metodu uygulanır.

Hazret-i Yûsuf kıssası başlı başına bir medeniyet dersidir. Her şeyden önce Hazret-i Yûsuf, kendi kanından veya inancından biri olmamasına rağmen efendisi Aziz’e ihanet etmekten kaçınmıştır. Bu hareket tarzı, medenî insanın başkalarıyla münasebetlerinde mutlaka güvenilir ve sâdık olması gerektiğini anlatır. Medenî insanın prensipleri mutlaktır; kişilere göre değişmez. Kiminle olursa olsun, aradaki hak ve hukuku gözetmeye dikkat eder.

Hazret-i Yûsuf’un, ihanete davet edildiği vakit; “Zindan bana daha sevimlidir.” diyerek reddetmesi de üzerinde durulması gereken bir başka medeniyet dersidir. Şehir hayatı mânâsında medeniyet, yerine göre kır hayatından daha zor imtihanlarla doludur. Bu imtihanlara sabretmek bazen vahşî hayvanlarla boğuşmaktan daha güçtür. Ancak Hazret-i Yûsuf, bu zorlu imtihanı vermiş, üstelik sonunda zindandan saraya, hem de vezir olarak dönmüştür.

Hiç şüphesiz Hazret-i Yûsuf’un toplum idarecisi olarak hizmetleri de önemli medeniyet dersleri ihtiva eder. Allâh’ın bahşettiği bir ilimle gelecek felâketi tespit etmesi, ileri görüşlülükle dar günlere hazırlık yapması; kâmil insanın; medeniyetin maddî veçhesine de hâkim olduğunu göstermektedir.

Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine karşı af ve ihsanı da; tıpkı Fahr-i Kâinat Efendimiz’in Mekke’nin fethinden sonra Kureyş’e karşı yaptığı güzel muamele gibi; medeniyetler üstü bir fazilet örneğidir.

Peygamberlerin hemen hepsinin şehirlere gönderilmiş olması,2 Kur’ân-ı Kerîm’in insanı medenî bir varlık olarak gördüğünün mühim bir işaretidir. Hem peygamberler medeniyetle ortaya çıkan hastalıkları tedavi eden hekimler gibidir.

İşte bu sebeple olsa gerek, Hazret-i Musa, kavminin tutulduğu medeniyet hastalıklarından kurtulması için, onları Mısır’dan çıkarmıştı. Nitekim kendisi de daha önce elinden çıkan bir kaza vesilesiyle Mısır’ı terk edip, Hazret-i Şuayb’ın terbiye ve himmeti altına girmişti.

Medeniyetler, ilâhî adalet ve merhametin beşer dünyasında en yüksek şekilde tecellî etmesi için, ilâhî bir rehberlikle kurulan müesseseler ve prensipler üzerinde yükselir. Ancak medeniyetin sağladığı maddî güç ve konfor arttıkça, insanlar bu ilâhî armağana karşı nankörleşir ve prensiplerine sâdık kalmaz olurlar. Bundan sonra medeniyet, mikroplara yuva olmuş bir bünyeye benzeyerek, çevresine de hastalık saçar.

Hazret-i Musa, ilâhî bir emirle kavmini bu hastalıklı cemiyetten çıkarıp, yepyeni bir medeniyet kuracakları diyara doğru götürür. Onun bu hareketi, medenî insanın icap ederse zihinlerini temizleyemediği bir topluluğu terk edip çıkması, yepyeni bir toplum kurması gerektiğine bir işarettir. Nitekim Peygamberimiz de muhacirlerle birlikte aynı şekilde hareket etmiştir.

Her medeniyet gibi, Hazret-i Dâvud ve Hazret-i Süleyman gibi sultan peygamberlerin kurduğu medeniyet de bir gün olup sâfiyetini ve özünü yitirmiştir. ilâhî kanunu keyfine göre eğip bükenleri samimiyete davet eden, Hazret-i Zekeriyya ve Hazret-i Yahya gibi peygamberleri şehid edecek kadar ileri giden bu kavme son olarak gönderilen Hazret-i İsa ise, onlara son derece zor gelecek birtakım değişiklikler getirmiştir. Dinin özünü kaybetmiş, sadece şekli bir gelenek hâline getirmiş olan kavim, onun getirdiği nesih ve yenilikleri asla kabul etmemişlerdir.

Hazret-i İsa’nın hayatı, medeniyetin körü körüne bağlı kalınacak şeklî kurallarla değil, o kurallarla hayata geçirilecek olan rûha gönülden inanmakla olan ilgisini vurgulamaktadır. İşte günümüzde insanlık öncelikle bu inancı ve rûhu kaybetmiştir.

Bütün peygamberlerin hayatının özü ve özeti yerinde olan Peygamberimiz’in hayatı; medeniyetin nihaî amacı olan zayıflara merhamet prensibini öne çıkarır. Esir ve köleleri özgürleştirmek, hayvanlara bile eziyet etmemek, kadınlara hor muamele etmekten vazgeçmek, halkın yoksul kesimine şefkat kanatlarını germek…

Esasen medeniyeti vahşetten üstün yapan; zayıfların güçlülerin gücünden istifade ederek emniyet ve rahat içinde olmaları değil midir?

Bugün insanlık maddî gelişmeler neticesinde çok büyük bir güce sahip olmakla birlikte medeniyetin aslı olan adalet ve merhamet gibi mânevî değerlere inancını yitirmiştir.

Ünlü düşünür Bergson’un dediği gibi; “Günümüzde teknik imkânlar insanın bedenini büyütmüştür; ancak rûhun gelişmesi tam tersine gerilemiştir. İşte bu sebeptendir ki insanlık devâsâ bedenini yönetecek ruhtan mahrum kalmıştır.”

Gerçekten de kendilerine modern diyen insanlar bugün; telefon, televizyon, internet gibi çok uzakları duyan kulaklara sahiptir ama komşusunun açlıktan inlemesini duymamaktadır. Gelişen ulaşım vasıtalarıyla çok hızlı koşan ayaklara sahiptir ama akrabasının yardımına koşmamaktadır. İş makineleri, vinçler gibi çok güçlü ellere sahiptir ama yoksula uzatacak eli yoktur.

Çünkü insanlık ruhsuz bir robota; hattâ bir canavar robota dönüşmüştür. Bunun sebebi ise, insanlığa medeniyet dersleri veren peygamberlerin ve mesajlarının unutulmuş olmasıdır.

Bütün ilâhî kitapları tasdik eden, onların özünü taşıyan Kur’ân-ı Kerim ve bütün peygamberlerin en büyüğü olan Hazret-i Peygamber Efendimiz’in sünneti, insanlığa en güzel «faziletler medeniyeti»ni inşa etmekte yegâne rehberlerdir.

1 Bu yöndeki görüşlerini dile getirenlerin başında gelen Rousseau’ya bir okuru: “İnsan sizin kitaplarınızı okuyunca dört ayak üzerinde yürüyesi geliyor.” demişti.

2 “Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de başka değil, ancak şehirlerde oturanlardan vahye mazhar ettiğimiz birtakım erkeklerdi.” (Yûsuf, 109)