Gönlü Diriltecek Bir Bayram İçin NE YAPMALI?

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Deliye her gün bayram.

Ya akıllıya?

Bunun cevabı, dertlere ve ıstıraplara göre değişir.

Peki, akıllı olduğu hâlde her gün bayram yapanların durumu?

İlk cümleyle aynı:

Deliye her gün bayram.

Bütün hayatı, bir deli bayramı gibi yaşayanların kulakları çınlasın! Çünkü deli bayramı, ene/ego/ben eksenli bencil bir bayramdır. Vasıfsızdır. Boştur. Mânâdan ve muhtevadan mahrumdur. Bu sebeple delilikle bir arada vurgulanmıştır. Çünkü bayramın hüviyeti, başkadır, apayrıdır. Çok engin ve derindir. Bin bir hikmet ve rûhâniyetle doludur.

Temel itibarıyla o;

Delilikten uzaklık, idrak ve hakikate yakınlık ister. Gerçek bayram bu nisbetle yaşanır. Her hâlükârda da, akıllı ve basîretli olmaya bağlıdır.

Bayramların bu vasıfta yaşanması arzusuyla Necip Fazıl, şu suali sorar:

“Deliyi akıllandıracak, muzdaribi sevindirecek olan gerçek bayram, hangi hamleye muhtaçtır?”

Çünkü bayramları bayram olarak sabitleyen hakikat, o rûhî hamledir.

Ancak o hamleyi ya da hamleleri gerçekleştirenler, gerçek bir bayram yaşarlar.

O hamle;

Gönülleri diriltecek bir hamledir.

Gözyaşlarını silecek bir mendildir.

Yaraları şifaya kavuşturacak bir merhemdir.

Kötülükleri bertaraf edecek bir hayr u hasenattır.

Mazlumlara sahip çıkacak bir şefkatli el, zalimleri de zulmünden vazgeçirecek bir dirayettir.

Kargaşaları, kavgaları, husumetleri ve hataları ıslah edecek bir olgunluktur.

O hamle;

Gönülleri diriltecek bir hamledir ki;

Delice bir cinnet ve çılgınca bir gaflet içinde yaşayışı, akıllıca bir hayata dönüştürecek kıvamda kendine geliştir.

Mahrumları, muhtaçları ve kimsesizleri görebilmek ve onlara yâr ve yardımcı olabilmektir.

Dostlarla kucaklaşırken, unuttuğumuz yüce doğrularla, güzel ahlâkla ve özbeöz medeniyetimizle de yeniden kucaklaşabilmektir.

Mevtalarımızı hatırlamaktır. Bu hatırlayışın oluşturacağı kalbî kıvamı, yaşayanlara da yayabilmektir.

O hamle;

Gönülleri diriltecek bir hamledir.

Nefsimizin çarpıklıklarını ve çalkantılarını sırât-ı müstakimde tezkiye edebilmektir.

Bütün davranış ve amellerimizi şimdiden yüce mizana koyup, ebedî muhasebemizi yapabilmektir.

Zâhirî temizliğin yanında mânevî temizlikle pırıl pırıl olmaktır.

O hamle, namazla başlar. Çünkü o hamle;

Daimî bir namaz hâlinde olabilmektir.

O hamle;

Gönülleri diriltecek bir hamledir.

Mîrac hamlesidir. İbadet hamlesidir. İyilik hamlesidir. Doğruluk hamlesidir.

Küfürden, şirkten ve nifaktan kaçış hamlesidir. Fitne ve fesada düşmeme hamlesidir. Kalb-i selîme sahip olabilme hamlesidir. Ancak Müslüman olarak göçebilme gayretinin hamlesidir. Nihayet ebedî kurtuluş hamlesidir.

O hamle;

Gönülleri diriltecek bir hamledir.

Gerçek bir tevbedir.

En doğru yöneliştir.

Hiçbir şekilde nankör olmamaktır.

Gücüne göre mutlaka infak ederek şükretmesini bilmektir.

Lüksü ve israfı terk etmektir.

Îsar ve ihsan kıvamına cân u gönülden bismillâh demektir.

O hamle;

Gönülleri diriltecek bir hamledir.

Acaba;

Bu bayramda böyle bir hamlemiz olacak mı?

Gafili gafletten uyandıran, zalimi zulümden men eden, mazlumun gözyaşını dindiren, muhtaç ve muzdariplerin yüzünü güldüren bayram hamleleri yapabilecek miyiz?

Yorgun gönüllere hayat verebilecek miyiz?

Tarihimiz, bu mevzuda nice muhteşem hâtıralarla dolu. İşte istiklâl şairimiz M. Âkif’in anlattığı bir bayram hâtırası:

Âfâk bütün hande, cihan başka cihandır;
Bayram ne kadar hoş, ne şetâretli zamandır!
Heycâ-yı maîşetteki feryâd-ı mehîbin
Dünyâda biraz dindiği an varsa bu andır.
Bayramda gelir yâda ne hoş hâtıralar ki:
Bin ömre verilmez, o kadar kadri girandır.

Gelin de bayramı Fâtih’te seyredin, zîrâ
Hayâle, hâtıra sığmaz o herc ü merc-i safâ,
Kucakta gezdirilen bir karış çocuklardan
Tutun da, tâ dedemiz demlerinden arta kalan,
Asırlar ölçüsü, boy boy asâlı nesle kadar,
Büyük küçük bütün efrâd-ı belde, hepsi de, var!
Adım başında kurulmuş beşik salıncaklar. (…)
Fakat bu levha-i handâna karşı, pek yaşlı
Bir ihtiyar kadının koltuğunda, gür kaşlı,
Uzunca saçlı güzel bir kız ağlayıp duruyor.
Gelen geçen, bu niçin ağlıyor? diyor, soruyor.
–Yetîm ayol… Bana evlâd belâsıdır bu acı.
Çocuk değil mi? «Salıncak!» diyor…
–Salıncakçı!
Kuzum, biraz bu da binsin… Ne var sevâbına say…

Yetim sevindirenin ömrü çok olur…
–Hay hay!
Hemen o kız da salıncakçının mürüvvetine,
Katıldı ağlamayan kızların şetâretine.

O küçük kızcağızı sevindiren gönüllerin torunları da, acaba, bu bayramda o küçük kızcağızın bugünkü küçük torunlarını sevindirebilecek mi?

Acaba;

Matemlerin civarında yine gerçek bayramlar yaşanacak mı? Bir veya birkaç kişinin sevinciyle değil herkesin toplu bir şekilde sevinciyle huzur dolu bayramlar, yaşanacak mı?

Acaba;

Hiç uğranmamış yokluk köşelerine uğrayabilecek miyiz?

Acaba;

Ebediyetimizi zehirleyen fânî ve boş felsefelerin müteverrim/veremli iklimlerinden ve çıkmaz sokaklarından sıyrılabilecek bir şuurlanma hamlesi yapılabilecek mi?

Acaba;

«Gerçek bir bayram için neler yapmalıyız?» sualini tefekkür hâlinde olabilecek ve tespit ettiğimiz yapabileceklerimizi sağlam niyetlerle hayata geçirebilecek miyiz?

Eğer müsbet cevaplar oluşturabilirsek;

İşte o zaman bayramın ne olduğunu idrak eder ve onun hazzını gerçek bir huzur içinde tadarız. Ve bu fânî hayat, artık ebedî bayramın hazırlığı ile geçer. Her günümüz bir başka bereketin bayram kapısını aralaya aralaya bizi cennetin eşiğine ulaştırır.

Fakat aksi olursa;

Bayramın bağrında yatsak bile, o bizim gönlümüze hiç uğramaz. Hele acılara karşı sağırsak, etrafımızdaki feryatlara karşı duyarsızsak, vicdânî faaliyetlerden mânevî eğitim faaliyetlerine kadar hangi meselede ilgisizsek, bizim için bayramlar sadece lügatte kalır. Sadece elbiselerin ütüsünde göze çarpar. Kuru tebriklerin harfleri arasında can çekişir.

O hâlde gerçek bayramın ne olduğunu bir de şiir dilinden okuyalım:

Sevdâ şakıyan bülbülümün ülkeri bayram,
Al al tutuşan gonca gülün kevseri bayram!..

Nîçin yeni giymek, ata binmek sanıyorlar?
Aşkın ezelî secdesi, îman teri bayram!..

Ey cemre, sabah yağmurunun incileriyle,
Elbet iki âlemde gönül cevheri bayram!..

Üç goncaya âmâde değil yâdı bahârın
Has bahçede bin bir çiçeğin meşheri bayram!..

Muhtâca huzur verdiği an, bayram olur gün,
Mahrûma taşan mutluluğun gökleri bayram!..

Bayram günüdür, memnun olurken fukarâlar,
İhsân ile «Yâ Rab» diyenin anberi bayram!..

Rûhun ve tenin kanseri say sahte sevinci,
Her türlü marazdan kaçanın göz feri bayram!..

Sütler gibi berrak aya pervâne hayâta
Sağdan verilen nurlu amel defteri bayram!..

Bayram, pişirip hamlığı sevdâ ile yanmak,
Yâr ufkuna dünyâ bağının neşteri bayram!..

Gel-geç iki günlük gülüşün nağmesi sanma,
Sonsuz, ebedî bir zaferin mehteri bayram!..

Tebrîk edenin Hazret-i Peygamber olursa,
Gönlüm, o zaman müjdelerin ekberi bayram!..

Râm ol; «Giriniz cennete!» ikrâmına Seyrî,
Râm ol; ebedî yâri temâşâ yeri bayram!..

Hep göz göze eyler yaşanan peş peşe mîrâc,
Cânan ki okur hutbeyi, can minberi bayram…
(Seyrî)

Bu mahiyetleriyle bayram, âdeta insanın şahsiyet ve mânevî durumunu belirleyici bir kıstastır. O derecede ki, Hazret-i Mevlânâ gerçek bayramın yüce sırlarından mahrum olan münkirleri, boş davullara benzetmekte ve onların payının sadece tokmak yemek olduğunu ifade ederek şöyle demektedir:

“Ey gönülleri olmayan boş davullar! Can bayramından payınız, ancak tokmak yemektir.”

“Kıyâmet bir bayramdır. Dinsizler de o bayramın davuludur. Biz de gül gibi açılıp gülen bayramın halkı gibiyiz.”

Aynı eksende düşünen M. Âkif de şu hatırlatmada bulunur:

Yok râbıta başka, varsa din var.
«Bayram!» diye ey kucaklaşan halk,
İnsanları hangi kayd bağlar?
Sen dîn ile pâyidâr olursun;
Din gitti mi târumâr olursun!

Çünkü din gitti mi ne bayram kalır ne seyran. Çünkü bayramın özü, Hakk’ın, kulundan memnuniyet ve rızâsına bağlıdır. O memnuniyet ve rızâya göre bayramlar şekillenir. Yine Hazret-i Mevlânâ’nın ifadesiyle:

“Padişahın arzusuna göre kararan, zifirî karanlık olan bir gece bile, yüz binlerce bayram günü olmayı kendine ayıp sayar, utanır. Çünkü kesilse de padişaha boyun büken baş, iftihar ve övgüye lâyıktır. Fakat başkasına uyup giden, başkasına eğilen baş ise, ancak utanılacak bir baştır.”

İftihar edilecek başın akıllılık ve basîretinin aksine utanılacak başın hamâkat ve deliliği ön plândadır. Bu delilik ve hamâkatla o baş, her şeyde menfî/olumsuz/negatif eğilimler gösterir. Güneşin olgunlaştırıcılığına bakmaz, yakıcılığından şikâyet eder. Yağmurun bereketine dikkat etmez, kendisini ıslattığından yakınır. Rüzgârın faydalarını düşünmez, yüzüne çarpan tokat diye değerlendirir. Yığınla artının arasından bir tanesini kırpa kırpa ille de bir eksi çıkarmaya çalışır ve bütün mantığını da o eksinin üzerine inşa edebilmek için çırpınır. Tıpkı Temel’in fıkrasında olduğu gibi:

Temel, hâkim karşısındadır. Suçu da cinayet. Ancak o, bir türlü cürmünü kabullenmemektedir. Hâkim ne dese, Temel’in verdiği cevap sadece:

“–Suçsuzum!” demekten ibarettir.

En nihayet hâkim öfkeyle haykırır:

“–Ne demek suçsuzum?! Seni o cinayeti işlerken görenler var!”

Temel de aynı öfkeyle patlar:

“–İyi de hâkim bey, görmeyen bir sürü insan var! Niçin görmeyenlerin daha çok olduğunu bile bile onları hâlâ hesaba katmıyorsunuz?”

«Ne tuhaf mantık! Olur mu öyle şey!» diyeceksiniz belki. Ya da; «Fıkra canım!» deyip geçeceksiniz. Fakat öyle değil. Mevzu insanoğlu olunca bu çarpık mantığın akla hayale gelmeyen nice gerçeklerine şahit oluyorsunuz.

Nefsine mağlûp insanoğlu, bu mantıkla ne gaflar, ne yanlışlar, ne mel’unluklar yapıyor. Hele ihtiraslar gözleri bürümüşse, nefsâniyet gönülleri işgal etmişse, inançsızlık iradeleri perişan hâle getirmişse, ihlâs ve samimiyetsizlik güzel ve faziletli davranışları kuru bir âdet ve yapmacık hareketler zindanına hapsetmişse, fıkradaki mantığın yüz binlerce tezahürüyle karşılaşıyorsunuz.

Ezcümle, bayramlardaki eski tatlar kalmıyorsa işte bundan dolayı kalmıyor.

Kimileri çürük bir vicdan ile; «Benimle mi çalıştı? Sapasağlam adam, kazansın da yesin!» diyerek bilip bilmeden gerçek gariplerin ferini söndürüyor.

Kimileri;

Bayramda susuz kalsa ne var halkı bu şehrin

Bizler bütün eyyâmı teyemmümle geçirdik!
(Faruk Nafiz)

anlayışıyla damarları kurutuyor.

Kimileri; «Bu onların çilesi, kim bilir ne yaptılar da bu felâketi hak ettiler!» gibi lâkırdılarla savaşlar altında inleyen zavallıların acı feryatlarına kulak tıkıyor. Kendi mes’ûliyetini düşünmüyor.

Kimileri; «Bu zamanda böyle! Yeni neslin gerçekleri bunlar! Öyle veya böyle kabullenmek zorundayız.» şeklinde basîretsiz ve cahilâne cümlelerle geleceği kuracak olan yavruların, gençlerin bin bir bataklığa sürüklenmesini tabiî karşılıyor, umursamıyor, hele çözümden ve gayretten yana kılını kıpırdatmıyor.

Böyleleri için nasıl bir bayramdan söz edilebilir?

Belli ki onların nazarında bayram, sadece bir şahıs ismi.

Fakat idrak edemiyorlar ki bayram, kuru kuruya bir şahıs ismi değil! O, en güzel kulluk ölçüleri içerisinde müşahhas bir hâle getirilmiş hususî bir hüviyet. Vasıfları, hasletleri ve faziletleri ile bir şahsiyet mührü. Bu bakımdan, kuru kalabalıkların kupkuru eğlencelerinden oluşan bir ifade de asla değil! O, dolu dolu yaşanan bir îman ve insaniyet iksiri ki, gönülleri diriltici ve ebedîleştirici bir lutf-i ilâhî…

İşte bu sebepledir ki;

Tek başına bayram olmaz. Ancak herkesin aynı güzel duygularla ve doğru bakış açılarıyla yoğrulmasıyla, yani herkesle bayram olur. Şiirin diliyle:

Yerden göğe sevdâ dolu eksen iledir,
Bayram dediğim, ben iledir, sen iledir,
Aşk ehli bilir; çulla değil, pulla değil,
Bayram, ebedî yâr ile, yâren iledir… (Seyrî)

Yine şiirin diliyle:

Bayram, fukarânın sevinen yüzleridir,
Bayram, gurebânın silinen gözleridir,
Bayram; ölenin, ölmeyenin coşku günü,
En sevgilinin can dağıtan sözleridir!.. (Seyrî)

Hâl böyleyken globalleşen dünya, maalesef bayramları bugün bir tatil havasına sokmuştur.

Oysa bayram, asla bir tatil değildir. Bilâkis o, vazifelerimizi yapmak üzere bütün gönüllere râm olma mevsimi, Hālık’tan ötürü mahlûkata şefkat hususunda tam bir gayret vaktidir.

Gerçek bayram, işte bu şekilde olur.

En mühim mesele de yâr ile/dost ile bayram yapabilmek. Hele bu dost, en yüce dost ise. O dosta eren Hacı Bayrâm-ı Velî, bu ilâhî ikrama karşı daimî bir şükür hâlindedir:

Bayram’ım imdi Bayram’ım imdi
Yâr ile bayram iderem şimdi
Hamd ü senâlar hamd ü senâlar
Dost ile bayram kıldı bu gönlüm

Böyle bir bayram, hiç şüphesiz ki büyük hazırlıklar ister. Bunun içindir ki bayramın âdâbından biri de, yıkanmaktır. Bilhassa maddî ve mânevî her türlü kir ve pastan yıkanabilmek.

Bu mânâya göre asıl bayram, ancak;

Maddî ve mânevî kirlerinden yıkananlar için bayramdır. Cehâletten ve zulümden yıkananlar için bayramdır. Gaflet ve isyandan yıkananlar için bayramdır. Suç ve günahlarını tevbe suyuyla yıkayanlar için bayramdır. Dışları gibi içlerini de pırıl pırıl edenler için bayramdır.

Çünkü en büyük bayram;

Allâh’ın affına mazhar olunduğu gündür. Dolayısıyla bütün bayramlar, o bayrama bir hazırlık mesabesinde olabildiği nisbette bayram vasfını haiz olurlar. Bundan hareketle Alvarlı Efe Hazretleri:

Mevlâ bizi affede
Bayram o bayram olur!

demektedir.

Ama bunun için de M. Âkif’in;

Namazın semtine bayramları uğrar sâde;
Hiç su görmez yüzünün düşmanıdır seccâde.

şeklinde ifade ettiği bir gaflet sergilememeli, bilâkis suyun deryaya koştuğu gibi her zaman mescidlere koşarak;

Secde aşkıyla namaz coşkusu artar burada,
Haydi gündüz gece mîrâca sefer var burada! (Seyrî)

heyecan ve uyanıklığı içerisinde ve; “Gönlü diriltecek bir bayram için ne yapmalı?” sualinin cevaplarını yerine getirebilme gayretleri ile dopdolu bir ömür yaşamalıyız.

Unutmamalı ki;

Deliye her gün bayram, fakat akıllıya ebediyet…

Netice, bunun idrak ve mes’ûliyeti içinde şu ifadeyi tekrar düşünmeliyiz:

“Deliyi akıllandıracak, muzdaribi sevindirecek olan gerçek bayram, hangi hamleye muhtaçtır?”