Kendisini Kitabın Üzerinde Unutan ÂLİM!

Can ALPGÜVENÇ

alpguvenc@gmail.com

17. asrın ilim ve kültür hayatına damgasını vuran; eserleriyle İslâm dünyasında olduğu kadar batı dünyasında da büyük takdir toplayan; eserlerinden hayranlık derecesine varan ifadelerle bahsedilen; batının meşhur araştırmacılarından Babinger’in Osmanlıların Suyûtî’si olarak nitelediği; genç denebilecek bir yaşta vefat etmesine rağmen başta Cihannümâ ve Keşfü’z-Zünûn olmak üzere 20’den fazla eser telif eden ünlü bilim adamımız Kâtip Çelebi, 1609 Şubat’ında İstanbul Fatih’te doğdu.

Babası, Enderun’a mensup olup çok dindar bir zattı. Asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebi beş yaşına geldiğinde, ona ilk dinî bilgileri aldırdı; hat yazmasını, Arapça öğrenmesini sağladı. Çelebi, 14 yaşına geldiğinde Anadolu Muhasebesi Kalemi’nde çırak olarak göreve başladı, maliye ve tapu defterlerini tutmakta kullanılan bir tür stenografi olan siyâkat yazısını ve muhasebe kurallarını öğrendi; öyle çalıştı ki kısa zamanda hocasını bile geride bıraktı.

1624’te, henüz on beş yaşında iken, Osmanlı ordusuyla birlikte Tercan ve 1626’da Bağdat Seferi’ne iştirak etti; böylece savaşın bütün cilvelerine şahit oldu!

KİTAPLARA HARCANAN MİRAS!

On yıl kadar ordu ile birlikte pek çok sefere katılan Kâtip Çelebi, daha sonra kendini tamamen ilmî çalışmalara verdi; kendi tabiriyle «cihâd-ı asgardan cihâd-ı ekbere» döndü. 1639’da zengin bir akrabasının vefatıyla kendisine düşen birkaç yük akçelik mirasın üç yük kadarını kitaplara harcadı; geri kalanıyla Fatih’te bulunan evini tamir ettirdi, sonra da evlendi. Bütün varlığını kitaba vermesi, devlet görevini ve aylığını bırakarak kendi mütevazı köşesine çekilmesi, dedikodulara kulak asmadan, kendini tamamen öğrenmeye ve yazmaya vermesi ve bunu ömrü boyunca sürdürmesi, çağını aşan eserler telif etmesini sağladı.

Kâtip Çelebi, 17. asırda yetişen âlim ve müellifler arasında, fikirleri ve eserleri itibarıyla çok mümtaz bir yere sahiptir. Hattâ bazı yazarlar, bilim ve kültür tarihi bakımından 17. yüzyılı «Kâtip Çelebi Asrı» olarak adlandırırlar.

Kâtip Çelebi, Osmanlı Dev-leti’nin birçok sıkıntıyı bir arada yaşadığı, çeşitli kurum ve kuruluşlarıyla birlikte bir takım ciddî sarsıntılar içinde bulunduğu bir devirde yaşamasına rağmen, kendini ilim öğrenmeye, düşünmeye ve eser telif etmeye verebilmişti. Medrese tahsili görmemesine ve ilmiye sınıfına mensup olmamasına rağmen, çağdaşı olan yazar ve araştırmacıları geride bırakmış, bunu eserleriyle ispatlamıştı.1

DEDİKLERİMİN YAPILMAYACAĞINI BİLİYORUM!

1652-53 yıllarında, devlet maliyesini düzeltmek, bütçe gelirlerinin azalıp, buna karşılık giderlerinin çoğalma sebeplerini araştırmak ve bu açığa bir çare bulmak üzere toplanan heyete Kâtip Çelebi de davet edilmişti. Hacı Halîfe, bozuklukları düzeltmek ve nelerin yapılması gerektiğini bildirmek üzere, «Düstûru’l-Amel» adlı eserini telif ederek Dîvân’a takdim etti.

Osmanlı Devleti’nin duraklama dönemine girdiğini, iş başındakilerin bunun alâmetlerini görerek, tedbir almaları gerektiğini belirtti. Çelebi’nin kendi raporuyla ilgili sarf ettiği cümleler, ülke idaresinde önemli yerlerde bulunan kimseler için, unutulmayacak prensipler niteliğindedir:

“Gerçi ben raporumun kaale alınmayacağını, dediklerimin uygulanmayacağını biliyorum. Fakat benim asıl korkum şudur: Allah Teâlâ, yarın kıyâmet gününde, bana soracak:

«Sen ki memleketin bir aydını idin, neden bu bozuklukları görüp de çarelerini söylemedin, üzerine düşeni yapmadın?» diyecek. İşte o zaman, ben bu raporumla bana düşeni yerine getirdiğimi gösterip kendimi vebalden kurtarabilirim, bu düşünce ile bunu yazdığımı söylerim.”2

EVDE BUNDAN FAZLASI VAR!

Kâtip Çelebi, kitap başında sabahlayacak kadar okumaya düşkün, kitaba meraklıydı. On yıldan fazla geceli gündüzlü, kendini araştırma ve incelemeye vermiş olan Kâtip Çelebi, bazen kendini bir kitabın üzerinde unutur, odasında güneşin batışından doğuşuna kadar mum yanar, bundan usanç da duymazdı. Yıllar önce, seferlerde bulunduğu sıralarda, oralardaki sahafları ziyaret ederek, pek çok kitap toplamış, -yukarıda da belirtildiği gibi- akrabasından düşen mirasın büyük bölümünü kitaba vermişti. Bazı kaybolmuş sanılan kitaplara kendisinin sahip olduğunu, adeta gurur sezilen bir ifade ile belirtir, bir yerde bulunduğunu haber aldığı kitapları, ne yapar eder mutlaka görürdü.

***

Ünlü tarihçi Şehrizâde, sözlerine inanılır kimselerden rivayet edildiğini kaydetmek sûretiyle, Çelebi’nin kitap merakı konusunda şöyle bir olay hikâye eder:

Kâtip Çelebi, bir gün Şeyhü-lislâm Yahya Efendi’nin konağına misafir olmuştu. Sohbet bir müddet devam ettikten sonra, Yahya Efendi sordu:

“–Çelebi, hanenizde Osmanlı tarihine dair bin ciltten fazla eser olduğu söyleniyor, doğru mu?”

Kâtip Çelebi şöyle cevap verdi:

“–Olmak gerektir!”

Fakat bakışlarından, şeyhü-lislâm efendinin kendisine inanmadığını sezince, ertesi gün on katır üzerine birbirinden farklı bin üç yüz cilt kitap yükleterek Yahya Efendi’nin konağına getirdi. Yahya Efendi katırlar dolusu kitabı görünce şaşırıp kaldı. Kâtip Çelebi:

“Efendi Hazretleri, bunlar yalnız ciltli olanlardır; evde ciltsiz olarak bundan fazlası da var!”

BATILI KAYNAKLARA DA BAŞVURDU

Kâtip Çelebi tarih dışındaki ilimleri de merak etmişti. Coğrafya kitaplarını okudukça, Avrupalıların bu konuda ileride olduklarını görmüş, bu noksanı gidermek için, Cihannümâ’sını yazmaya karar vermişti. İnsanın coğrafya sayesinde dünyayı dolaşma imkânı kazanacağını, kitap okuyan kimselerin ömürleri boyunca seyahat edenlerden daha çok bilgi sahibi olacağını söylüyordu. İbrahim Müteferrika tarafından 1732’de basılan Cihannümâ, Osmanlı dönemindeki basma eserlerin ilklerindendir. Cihannümâ, bu baskının ardından, birçok batı diline çevrildi, pek çok batılı seyyaha rehberlik etti.

Kâtip Çelebi, büyük bir bibliyografi sözlüğü olan Keşfü’z-Zunûn (yazılmış olan eserlerdeki şüpheleri ortadan kaldırmak) için 20 yıl çalıştı. Büyük araştırmacı bu eserinde, gerek doğrudan okuduğu, gerekse sahaflarda ve kütüphanelerde gördüğü bütün eserleri alfabetik şekilde sıraladı. 14.500 kitap ve risalenin tanıtıldığı bu eserde 10.000 kadar yazar adı yer alır.

HERKESE İLİM ÖĞRETİLMEZ!

Hacı Halîfe, Keşfü’z-Zunûn’unda, ilim öğrenmek isteyen kimselerden söz ederken şunları söyler:

“Eskiden âlimler, ilim öğrenmek isteyen talebenin önce ahlâk ve karakterini araştırır, onda kötü bir ahlâk görürlerse, ileride bir kötülüğe âlet olmamak için, talebeliğini reddeder, eğer onu temiz ahlâklı bulurlarsa ilim öğretirlerdi. Ayrıca gerek kendisinin, gerek başkalarının dinine fesat getirmesinden korktukları için, mükemmel hâle gelmeden onun peşini bırakmazlardı.”3

Çelebi, 6 Ekim 1657 günü henüz 48 yaşında iken, sabah kahvesini içtiği sırada fenalaştı ve bir kalp krizi sonucu ânîden vefat etti. Kabri Fatih’te, Saraçhane-Unkapanı yolu üzerinde, İMÇ blokları arasındaki küçük bir hazîrededir.

1 Huriye YEKLEF, Kâtip Çelebi ve Süllemü’l-Vusûl’ü, Ankara 1996, s. 267.

2 O. Şâik GÖKYAY, Kâtip Çelebi’den Seçmeler, İstanbul 1968, s. 9
3 O. Şâik GÖKYAY, a.g.e., s. 216.