DÜNYAYA GELDİĞİM GİBİ

Handenur YÜKSEL

Milâdî 9. yüzyılda yaşayan ve tasavvuf büyüklerinden olan Mârûf-i Kerhî’nin doğum tarihi belli değildir. İranlı Hıristiyan bir anne ve babanın oğlu olduğu bilinir. Bütün baskılara rağmen Hıristiyanlığı kabullenemez, ailesinden gördüğü şiddetli baskı sonunda evinden ayrılır. Uzun bir yolculuktan sonra Kûfe’ye gelir. Orada ciddî bir tahsil görür. Daha sonra, ehlibeytin büyüklerinden İmâm-ı Ali Rızâ ile tanıştırılan Mâruf, bu zâtın çocuklarıyla birlikte büyüdüğü için aileden sayılır. İmam kendisi hakkında;

“O, nesep bakımından değil, lâkin huy ve muhabbet bakımından ehlibeyttendir.” der.

Tasavvuf büyüklerinden aldığı derslerle kısa sürede yüksek makamlara erişen Mâruf, ileriki yıllarda anne ve babasının Müslüman olmalarına vesile olur, mühim İslâm âlimlerinin yetişmelerine büyük katkı sağlar. Ahmed bin Hanbel gibi âlimler dahî ondan görüş alırlar. 815 yılında (h. 200) vefat eden Mârûf-i Kerhî’nin kabri Bağdat’tadır.
***
Mârûf’un sevap-günah, haram-helâl hususlarındaki tam titizliğini görenlerden biri, kendisine bu dikkatinin sebebini sordu:

“–Ey Mâruf, haramlardan bu kadar korkup, kul hakkından böylesine çekinişin, herhâlde ölüm korkusundandır?”

Mâruf cevap verdi:

“–Hayır, ondan değil.”

“–Kabir azabından mıdır?”

“–Hayır, ondan da değil.”

“–Öyleyse cehennem endişesindendir…”

Mâruf neticeyi şöyle bağladı:

“–Bu saydıkların nedir ki! Benim bütün meselem, bu saydıklarının bütününü tasarrufunda tutan Zât’ın rızâsıdır. O, bunların hepsine mâlik ve hâkimdir. O’nun rızâsını kazanan bütün bu şeylerden emin olur.”

Mâruf hasta yatağından son vasiyetini söyle yapmıştı:

“–Vefatım vâkî olduğu an, gömleğimi çıkarıp sadaka verin!”

“–Niçin?” diye soranlara şöyle cevap verdi.

“–Dünyaya geldiğim gibi gitmek istiyorum.”

HARAM LOKMA

Fatih’in hocası ve Osmanlı şeyhülislâmlarından Molla Gûrânî, 1410’da Diyarbakır’ın Ergani kazasında doğdu. İlim hayatına beş yaşında başlayan Gûrânî, öğrenimine önce Şam’da sonra da Kahire’de devam etti. Sultan II. Murad’ın emri, Molla Yegân’ın vasıtasıyla İstanbul’a getirilerek bir süre müderrislik yaptı. Sonraki yıllarda, İstanbul fatihi Sultan II. Mehmed’e hoca tayin edildi. Gûrânî’yi tarihe mal eden en önemli olay, onun şehzade Mehmed’i fetih fikrine teşvik etmesi ve sonuç alınıncaya kadar onun yanında yer almasıdır. Her gece yatsı namazından sonra okumaya başladığı Kur’ân’ı, fecirle beraber hatmederdi. 1488 yılı Ekim’inde, 78 yaşında iken vefat etti.

***

Molla Gûrânî, Sultan Mehmed’le sohbete başladıklarında öğütten geri kalmaz, hattâ hünkârın yediklerine bile karışarak, haramdan sakınması için ona tavsiyelerde bulunurdu. Bir gün aynı kaptan birlikte yemek yiyorlardı.

Fatih bir ara başını kaldırıp:

“–Şimdi haramdan siz de yediniz, çünkü yediklerime haram karıştığını söyler durursunuz.” dedi.

Gûrânî gülümsedi, parmağıyla yemeği işaret ederek:

“–Yemeğin sizin tarafınızdaki kısmı haram, benim tarafımdaki kısmı helâldir.” diye cevap verdi.

Fatih, hocasının fark etmediği bir sırada tabağı çevirerek, kendi önündeki tarafı onun önüne getirdi. Aradan biraz zaman geçince de şöyle dedi:

“–Bu defa kesin olarak haramdan yediniz; zira tabağı çevirdim, benim tarafımı sizin önünüze getirdim.”

Gûrânî Hazretleri tebessüm etti:

“–Sizin tarafınızda haram lokma tükenmiş, helâli kalmıştı; benim tarafımda ise helâl kısım bitmiş haramı kalmıştı. Tabağı onun için çevirdiniz!”

Böylece Gûrânî, latîfe ile de olsa, sultana haram konusuna çok dikkat etmesi gerektiğini hatırlatıyordu.

BU DEVLETİ ANLAYAMAMIŞSIN!

Osmanlı’nın yetiştirdiği önemli devlet adamlarından Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, 1505’te Bosna’da doğdu, Kanunî’nin ilk dönemlerinde devşirilerek Edirne sarayına alındı. Daha sonra İstanbul’a getirilen Sokullu, Enderun’da yetiştirildi. Kaptan-ı Deryâlık ve Rumeli Beylerbeyliği görevlerinde bulunduktan sonra, Semiz Ali Paşa’nın vefatı üzerine 1565’te Sadrazam oldu. Bu görevi Sultan II. Selim’in zamanında da sürdüren Sokullu, Sultan III. Murad döneminde bundan 429 yıl önce, 12 Ekim 1579’da bir dîvan toplantısı bitiminde uğradığı suikast sonucu öldürüldü.

***

Uluç Ali Reis, mağlûbiyetimizle biten İnebahtı Deniz Savaşı’nda, düşman donanmasını yararak, onlarca gemiyi kurtarıp onlarla birlikte İstanbul önlerine gelmişti. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa kendisini teselli ettikten sonra sözünü şöyle tamamladı:

“Şimdi size düşen vazife, ilkbahara kadar 200 kalyon inşa ederek deryaya açılmak ve düşmandan intikamımızı almaktır!”

Sadrazam, Uluç Reis’in imkân-sız gördüğü bu teklif karşısında şaşırması üzerine şöyle kükredi:

“Paşa! Paşa! Siz bu devleti anlayamamışsınız. Bu devlet o devlettir ki, eğer isterse donanmasının bütün demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden, yelkenlerini atlastan yapar! Hemen çalışmaya başlayın ve eksiğinizi benden isteyin!”

ONLAR ÇATLAMAZLARSA!

18. asrın nüktedan şairlerinden Haşmet’in nerede ve ne zaman doğduğu belli değildir. İyi bir tahsil görerek müderrislik görevine kadar yükselmiş, Şeyhülislâm Karahalilzâde Yahya Said Efendi’ye takdim ettiği şiirleriyle kendini sanat âlemine kabul ettirmişti. Sadrazam Koca Ragıp Paşa ve Şair Fıtnat Hanım’in dostluk ve himayesini kazanmış, ancak devlet adamlarının katıldığı toplantılarda okuduğu hicviyelerindeki aşırılık sebebiyle Bursa’ya (1759) ve Rodos Adası’na (1768) sürülmüştü.

Şiirlerinde Nâbî, Nef’î ve Koca Ragıp Paşa’nın tesiri görülen Şair Haşmet, Sultan III. Mustafa’nın kızı Hibetullah’ın doğumu için yazdığı «Velâdetnâme»siyle tanınır. Şair, 1769 Ekim’inde sürgünde bulunduğu Rodos’ta vefat etti, kabri oradadır.

***
Sadrazam Koca Ragıp Paşa bir gün, huzuruna çağırdığı memurlara, rüşvet almadıklarına dair yeminler ettiriyordu. Memurlardan olan Şair Haşmet ise suskundu. Paşa kendisine şöyle sataştı:

“–Haşmet, yemine yanaşmıyorsun, rüşvet almışa benzersin!”

Haşmet şu cevabı verdi:

“–Paşa Hazretleri; «Yalan yere yemin edenler çatlar.» derler. Bakıyorum, onlar çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim!”