Yalan Makinesine İhtiyaç Duymayan Bir Toplum… YALANIN TATLISI OLUR MU?

Aynur TUTKUN

aytutkun@gmail.com

Tarihin ilk zamanlarından bu yana erdemli insanlar ve adaleti üstün tutan toplumlar adaletin tecellîsi için yalancıyı ortaya çıkarmak maksadıyla çeşitli usûller kullanmışlardır.

Meselâ, Hindistan’da yalan söyleyen kişiyi belirlemenin gözde usûllerinden biri «eşek kuyruğu» yöntemiymiş. Şüpheliler karanlık bir kulübeye gönderilir ve kendilerinden içeride bulunan eşeğin kuyruğunu tutmaları istenirmiş. Hayvanın kuyruğunun isle kaplandığını ise söylemezlermiş. İçeriden çıktığında elinde is olmayan kişinin suçlu olduğuna hükmedilirmiş.

Çin’de uygulanan metotta ise kendisinden şüphelenilen kişinin ağzına bir avuç pirinç koyulurmuş. Endişeliyken tükürük salgısının durduğu düşünüldüğünden, karşısındaki kişinin konuşmasının sonunda şahsın ağzındaki pirinçler hâlâ kuruysa; bu, onun suçlu olduğunun bir göstergesi sayılırmış.

1892 yılında James MACKENZIE, ilk klinik poligrafı diğer bir deyişle «yalan makinesi»ni yapana kadar ise gerçeğin yalandan ayırt edilmesi için hiçbir âlet yapılmamış. O günden bu güne hantal yapılarından kurtularak değişen, gelişen ve ebat olarak çok küçülen dijital yalan makinesini ve onun güvenilirliğini sorgulamaktan ziyade bu yazıdaki maksadımız insanlığın dürüstlüğe olan ihtiyacını keşfetmektir.

«Her şey zıddıyla kāimdir.» sözünün tecellîsidir, insanlık yaratılalı beri yalanın var oluşu yeryüzünde. Genelde sevilmemekle, hoş görülmemekle beraber «tatlısı», «beyazı», «pembesi» hoş görülür olmuştur bazı zamanlarda ve bazı toplumlarda.

İnsan karşısındakini kandırmak, ondan gerçeği saklamak için ya da farkında olmayarak kendi kendini kandırmak ve avutmak için yalana, yalan düşüncelere ya da bir başka tabirle aldatmacalara başvurabilir. Gerçekte her ikisi de bir kişilik, şahsiyet ve ahlâk yozlaşmasıdır.

«Fotoğraf makinen, mikserin, radyon, mp3 çaların var mı, ödünç alabilir miyim?» diyen birine vermek istemediğimiz için; «Yok!» diye cevap vermek karşımızdakini kandırmanın bir yolu olmakla beraber, aslında kendimizdeki şahsiyet ve ahlâk yozlaşmasının bir göstergesidir.

Farkında olmadığımız yalanlarımıza, kendi kendimizi kandırmalarımıza gelince… Bunlardan bırakın başkalarını çoğu zaman kendimiz bile haberdar değilizdir. Öğrenciysek ders çalışmadığımız, derslerimizi ciddîye almadığımız zamanlar, çalışıyorsak işimizi elimizden geldiğince iyi yapmadığımız zamanlar, anne/baba isek evlâdımız için maddî/mânevî yapmamız gerekenleri umursamadığımız zamanlar, eşimize, anne-babamıza, akrabamıza, komşumuza hak ettiği ilgi ve alâkayı göstermediğimiz zamanlar «iyi yaptığımızı» düşünerek ya da «ne kadar kötü yaptığımızı» düşünmeyerek aslında kendi kendimizi kandırmış, kendi kendimize yalan söylemiş, başka bir deyişle hem kendimize hem de karşımızdakine dürüst davranmamış oluruz. Tüm bunlar kendi kendimizi nasıl kandırdığımızın, kendimize nasıl yalan söylediğimizin örnekleridir.

Yalan; her şeyden önemlisi insanın kendi kendisine olan güvenini bitirir, kendisini kötü ve değersiz hissettirir, basitleştirir. Ki başkalarının bizi nasıl hissettiğinden ziyade bizim kendimizi nasıl hissettiğimiz daha önemlidir. Çünkü başkalarının bize karşı olan negatif hislerinden etkilenmemenin bir yolu da kendimize karşı olan pozitif duygularımızdan emin olmamızdır.

«Tatlı, beyaz, pembe» yalanlara gelince…

Onlar da kendimize olan güvenimizi ve başkalarının bize olan güvenlerini sarsacak kadar tehlikelidirler. Çünkü yalanın küçüğünü söyleyenin büyüğünü söylemeyeceğinden nasıl emin olunabilir ki?!. Bu tür yalanlar insanda alışkanlık yapmaz mı? Nitekim;

“Mü’min şaka da olsa yalan söylemez.” hadîsi; «Harama götüren yollar da haramdır.» gerçeği bu fikri doğrular niteliktedir.

Yalanın küçüğü, tatlısı, beyazı, pembesi olamaz. Çünkü hepsi «güven» konusunda aynı neticeyi verir; güveni zedeler. Mahkeme huzurunda söylenecek büyük bir yalan da çocuğa karşı söylenecek -sözüm ona- ufak, tatlı bir yalan da aynı niteliktedir. İkisi de karşımızdakinin bize olan güvenini sarsar, ikisi de şahsiyet ve ahlâk yozlaşmasının bir göstergesidir.

Hani bir gün, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir kadın çocuğuna sesleniyor; “Gel bak, sana ne vereceğim!” diyor. Allah Rasûlü de;

“Ona verecek bir şeyin var mı gerçekten?” diye soruyor. Kadın da;

“Evet, yâ Rasûlâllah” diyor. Bunun üzerine;

“Eğer verecek bir şeyin olmasaydı yalan söylemiş olacaktın!” buyurarak saadet çağının mimarı o «Emin Rasûl» hem çocuk yetiştirmenin, hem de doğru insan olmanın yolunu öğretiyor!

Yalan makinelerine ihtiyaç duyulmayacak kadar dürüst bir toplum olmanın tek ve biricik yolunu anlayıp uygulayabilmek dileğiyle!