Rahmet, Mağfiret ve Kurtuluş Eşiğinde BU AYIN HAKKI

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Hicaz’ın kavurucu sıcağı altında oruçlu geçen bir gün.

İftar saati yaklaşmaktaydı.

Fakat;

Yiyecek namına sofralarına koyabilecekleri öyle dolu dolu tabaklar yoktu. Sadece arpa unundan yapılmış bir kap yemek vardı. O da doyumluk düşünüldüğünde ancak bir kişiye yetecek miktarda.

Yine de;

Onlar ki Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma’ydı, zengin gönülleri elbette kanaat içindeydi. Çünkü onların önemsediği asıl gıda, ruhlarını doyurdukları yüce nimetlerdi. O nimetlerden de bol bol nasiplenmekteydiler. Dolayısıyla zâhirî sofralarının fakirliği, zengin gönüllerini yormuyordu.

Yormuyordu ya;

O akşam karınları hayli açtı. Çünkü çölün hararetiyle birleşen uzun bir günün orucu, vücutlarını bîtap düşürmüştü. Ne çare, iftar ânını sabırsız bir şekilde beklemekteydiler. Önlerindeki arpa unundan yapılmış yemekse, iftar vakti yaklaştıkça gözlerinde baldan daha kıymetli bir hâl almıştı.

Nihayet;

Vakit girerken büyük bir iştahla sofra başına oturdular. Ellerinde tahtadan kaşık, dillerinde besmele.

Tam iftar edeceklerdi;

Kapılarında titrek bir tıkırtı oldu. Hazret-i Ali, merakla kapıya yöneldi. Gördü ki bir miskin, kapının eşiğinde baş bükmüş yalvarıyordu:

“Yâ Ali! Açlıktan perişanım. Ne olur Allah için beni doyurun!”

O yüreği yanmış, karnı aç yoksulun acı hâli karşısında gönlü merhamet ve şefkatle eriyen Hazret-i Ali, durumu Hazret-i Fâtıma’ya arz etti. Onun rakik kalbi de miskinin hâline acıdı. Birlikte karar verdiler. Sofralarındaki bir tabak yiyeceği, hem cân u gönülden ve hem de sırf Allah için o garibe ikram ettiler. Kendilerine kalan iftarlık ise, sadece su oldu. Su ile midelerini kandırdılar. Sonsuz lütuf sahibi olan Allâh’a şükrettiler. Sahurda da yine su ile karınlarını teskin ederek ertesi günün orucuna aç bir şekilde niyetlendiler.

İkinci oruçlu gün daha yorucu geçti. Açlıkları iki kat arttı. O gün de edinebildikleri iftarlık, yine bir tas yemekti. Yine vakit girerken büyük bir iştahla sofra başına oturdular. Ellerinde tahtadan kaşık, dillerinde besmele.

Tam iftar edeceklerdi;

Yine kapılarında titrek bir tıkırtı oldu. Bu sefer gelen bir yetimdi. Gıdasızlıktan şakakları çökmüştü. Belli ki uzun zamandır bir lokma bile yememişti. Yüzü kızarmış bir vaziyette boyun bükmüş yalvarıyordu:

“Açlığa dayanamaz bir hâldeyim, ne olur Allah için bir lokma!”

Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma, yine kendi açlıklarını hiç düşünmeden o günkü iftarlıklarını da o yetime verdiler. Zavallı yavrucağı sevindirdiler. Kendilerine kalan iftarlık, yine sadece su oldu. Bu hâlde üçüncü günün orucuna başladılar.

Peş peşe açlıkla gelen üçüncü oruçlu gün ise geçmek bilmedi. Bitkin düşen bedenleri, hayli zorlandı. Zaman zaman gözleri kararır gibi oldu. Bulabildikleri yiyecek yine bir tas yemekti. İftar saati yaklaşırken dakikalar, âdeta seneler kadar uzun geldi.

O akşam da vakit girerken büyük bir iştahla sofra başına oturdular. Ellerinde tahtadan kaşık, dillerinde besmele.

Yine tam iftar edeceklerdi ki;

Kapılarında öncekiler gibi titrek bir tıkırtı oldu. Bu defa ziyaretçileri darmadağın bir esirdi. Ağlamaklı bir hâldeydi. Belli ki ne ağır işkencelerden henüz kurtulmuştu. Neredeyse düştü düşecekti. Nasıl da boynunu bükmüş yalvarıyordu:

“Çok açım, Allah için yardım edin!”

Hazret-i Peygamber’in hususî terbiyesinde yetişmiş olan o mübarek aile, esirin ıstırabına da ciğer-sûz olarak ellerindeki üçüncü günün iftarlığını da bağışladılar. Müthiş bir diğerkâmlık gösterdiler. Kendileri ne denli muhtaç olsalar da başkalarını tercih etmenin adı olan îsârı en zirvede gerçekleştirdiler. Açlığın en zoruna sabrettiler. Yokluk içinde bir yudum suya binlerce şükürde bulundular.

Ne yüce bir ahlâktı bu! Demek ki orucun hakkını vermek, hakikatte buydu!

Üstelik;

O muhtaçların yüreklerinden kopan teşekkürlere karşı şu mukabelede bulunuyorlardı:

“Allah için istediniz, bizler de Allah için sizlere ikramda bulunduk. Bunu da sizden bir teşekkür ve karşılık bekleyerek yapmadık. Bizim bütün derdimiz; çetin, belâlı ve abus bir gün olan rûz-i mahşerin dehşetinde Rabbimiz’in azabına uğramamaktır. Hâkezâ bütün gayretimiz de; onun rızâsına erebilmek ve yüce huzuruna gönlümüz sürurlu, çehremiz nurlu bir hâlde, yani yüz akıyla çıkabilmektir.”

İşte;

Yakıcı bir güneşin altında ve çöl hararetinin zorluğuyla dolu üç gün boyunca aç kalmanın çilesini alt ettirerek onları ayakta tutan mânevî ve gerçek şuur!

İşte içinde bulunduğumuz mübarek ayın hakkı!

Bu hakka onların gösterdiği riayet karşısında nâzil olan âyet-i kerîmeler ise övgü ve müjdeyle dolu:

“Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. «Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimiz’den (O’nun azabına uğramaktan) korkarız.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhafaza eder; yüzlerine nur, gönüllerine sürur bahşeder.” (İnsân, 8-11)

Âyetlerde daha nice hikmetleri de içinde barındıran yüce mânâlar etrafında lâfza bürünerek Hazret-i Ali’yle Hazret-i Fâtıma’nın Kur’ân’da övülen bu ahlâkı, gönül tellerini, mevzunun burasında bir başka titretti. Ve o yüce ahlâkı yansıtan müthiş kıssa çerçevesinde ilham meleğinin ilkā ettiği hisseler, dimağımdan dile geldi ve âcizâne şöyle şiirleşti:

PEŞ PEŞE ÜÇ GÜN SUYLA İFTAR

Oruçla, ruhları pek tok iken karınları aç,
Birazcık ekmeğe hattâ nefes nefes muhtaç
Ve arzuluydu, fakat yoktu âdetâ yiyecek,
Şükür ki arpa unundan biraz çıkınca yemek,
Ali’yle Fâtıma, iftar zamânı sofradadır,
O anda bir kuru miskin gelir, canında sabır,
Acıyla der ki: «Açım yâ Alî, kerem buyurun,
Bu çâresiz kulu Allâh için, aman doyurun!»
O ehl-i beyt-i Rasûl’ün kederle gönlü erir,
Ali’yle Fâtıma, Allâh için, ne varsa verir.
O günkü açlığı yenmek için o iftarda,
Kabında bir su kalır önlerinde rızk-ı Hudâ.
«Su verdi Hak bize iftarda, çok şükür!» derler,
Bu hâlde belli ki doymak için sabır yerler.

İkinci gün… Yine iftar zamânı sofradalar,
O anda boynu bükük bir yetim gelip ağlar,
Acıyla der ki: «Açım yâ Alî, kerem buyurun,
İçimde tâkat-i can bitti, Hak için doyurun!»
O ehl-i beyt-i Rasûl’ün hemence gönlü erir,
Ali’yle Fâtıma, Allâh için, ne varsa verir.
Yanar ikinci günün açlığıyla mîdeleri,
«Şükür, su var yine» derler ve tatlı handeleri,
Gönüllerinde coşar, yoğrulur huzûr ile haz,
O hâl içinde ederler rızâ-yı Hakk’ı niyâz.

Üçüncü gün… Yine iftar zamânı sofradalar,
O anda hâli garip bir esir gelip ağlar,
Acıyla der ki: «Açım yâ Alî, kerem buyurun,
Çevirmeyin geri lütfen Hudâ için doyurun!»
O ehl-i beyt-i Rasûl’ün elemle gönlü erir,
Ali’yle Fâtıma, Allâh için, ne varsa verir.
Fakat üçüncü günün öyle zordur açlığı ki,
Olanca güçleri tüm, can çekip biter çünki.
O an dahî dayanıp açlığın bu şiddetine,
«Şükür, su var bize!» derler sabır diliyle yine.
Kolay mı, suyla ederler o gün de iftârı,
Kalem kururdu biraz anlasak bu esrârı!..

Nasıl irâde ki, üç gündür açtı kendileri,
Tükenseler bile infakta durmayıp da geri,
Ne varsa vermeyi muhtâca, ettiler tercih,
Muhammedî yüce ahlâkta yazdılar târih.
Ve çâresiz fukarâdan taşan teşekkür için,
«Sakın, sakın! » dediler: «Yok gerek, bu faslı geçin!
Geçin teşekkürü, Allâh için doyurduk biz!
Bedel de istemeyiz, karşılık da beklemeyiz!
Çetin, belâlı, abus bir günün ki derdi yaman,
O günde Rabbimiz’in korkarız azâbından!..»

Ve böyle içli, güzel, tatlı sözleriyle bile,
Doyurdu yoksulu onlar, bu hâl sığar mı dile?
Verip de şevk ile mahrûma ellerinde varı,
Şükür suyuyla visâl ettiler, üç iftârı.
Mübârek âile, üç gün geçirdi hiç yemeden,
Bu denli zirvede îsârı var mı şimdi gören?
Hüner bu, kendisi açken doyurdu başkasını,
Gözetti aşk ile, ancak rızâ-yı Rahmân’ı…
Mübârek âilenin çünkü can hilâli gibi,
Muhammed’in güneşindendi parlayan edebi.
O muhteşem, o muallâ, o taç diğerkâmlık,
Tabî ki, cenneti eyler sekiz kapıyla açık.

Tabî bu müjdenin uğrunda çok çetin bâzı,
Zor imtihanlara candan olun deyip râzı,
Ali’yle Fâtıma’dan öyle râzı oldu Hudâ,
Yetîme, yoksula onlar, esîre verdi gıdâ.

Bedence aç idi muhtaçtan önce kendileri,
Fakat garîbi düşünmekte geçtiler ileri…
O demde Sûre-i İnsân’ı gönderip Mevlâ,
Buyurdu: «Onlara değmez azap gününde belâ.
Eder muhâfaza Allâh, o günkü dehşetten,
Korur, himâye eder can yakan felâketten.
Amellerindeki hoş hâli tam küsûr eyler,
Gönüllerinde sürur, yüzlerinde nûr eyler…»

Ne muhteşem ne büyük müjdedir bu hak pâye,
Gönül! Bu pâyede fark et, nedir asıl gâye?!
Açık mı, gizli mi, âyetlerin murâdı ne, çöz,
Çözer uyandığı nisbette nûr-i hikmeti göz.
Cihanda sanma ki iftar, beş altı lokma yemek,
Yemek değil orucun hakkı, Hak için vermek!
Kitapta Sûre-i İnsan, bu hakkı anlatıyor,
Ali’yle Fâtıma’nın bahsi câna can katıyor.
O hâlde Sûre-i İnsân’a âdetâ dalalım,
Gerekli hisseyi Seyrî, bu kıssadan alalım.

Bu kıssanın hissesi büyük, derin ve mânidar.

Modern vahşetin içinde boğulan insanlığın ilâcı da bunda. Bu ayın hakkı da, böylesi bir hikmette âşikâr.

Keşke;

Bu ayın hakkı hususunda Hazret-i Ali ve Hazret-i Fâtıma kıssasındaki ölümsüz hisseyi bir şurup yapabilsek de gönüllere damlatabilsek.

Özellikle de;

Adım başı terör pusuları kuran hissiz vicdanlara damlatabilsek…

Masumları öldüren kurşunların parmaklarındaki damarlara damlatabilsek…

İhtiyaç ve mahrumiyetler içinde inleyen insanları unutan taş yüreklere damlatabilsek…

Haram ve helâli ayırt etmeyen ahlâka damlatabilsek…

Ciğeri çürümüş sözlere damlatabilsek…

Nesilleri artık öz şahsiyet ve mükemmelliğe göre değil sıradan bir basitlik ve seviyesizlik, hattâ pespâyelik değerleri etrafında bir yığın hâline getiren eğitim anlayışına damlatabilsek…

Herkese damlatabilsek…

Herkesten önce de;

Kendimize damlatabilsek…

O kadar çok şey değişir ki!

Başarılarımız, davranışlarımız, düşüncelerimiz, duygularımız, kısacası hayatımız güzellikten yana öylesine değişir ki! Değişmez olan güzelliğin ve doğruların merkezine ulaşırız. Yeniden bir faziletler medeniyetini yaşamaya başlarız.

Bunun için, içinde bulunduğumuz mübarek ayın sayısız hakları arasında bilhassa şunların idrakine tam ermek şart:

Yarı aç yarı tok bir hâlde boyunları bükük yoksullara şefkat.

Gözleri hiç kurumayan âciz ve çaresiz yetimlere merhamet.

Modern esaretin altında perişan ruhlara acımak ve yardımcı olmak.

Gerekli talimat da, en üst makamdan.

İşte;

Bu maddeleri ve bunların istikametinde yapmamız gerekenleri çarpıcı bir üslûp içerisinde bizlere Hazret-i Peygamber’in dilinden anlatan bir hadîs-i kudsî:

“Allah Teâlâ, kıyâmet gününde:

«–Ey Âdemoğlu! Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın!» buyurur.

Âdemoğlu:

«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der.

Allah Teâlâ:

«–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdemoğlu! Sen’den su da istedim, vermedin!» buyurur.

Âdemoğlu:

«–Ey Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der.

Allah Teâlâ:

«–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevabını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43)

O hâlde bu ayın hakkı cümlesinden olarak muhtaç, fakir, garip ve kimsesizlere, imkân nispetinde mes’ul gönüller uzanmalı ve Faruk Nafiz’in diliyle:

Bu Ramazan sahurda sıcak yemek yerine
Ve’t-tîni ve’z-zeytûni ededurdum tilâvet…

dedirtmemeli.

Yani bu ayın hakkı, kuru kuruya tutulan bir oruç değil.

Bu ayın hakkı;

Mânâ ve mahiyetiyle, incelik ve faziletleriyle, infak ve sadakalarla tutulan bir oruç. Yanlış davranışlarla kıymeti zedelenmeden tutulan bir oruç. Takvâ ölçüleri ile üzerine titrenilerek muhafaza edilen bir oruç.

Fudayl bin İyaz buyurur:

“Biz öyle kimselere yetiştik ki onlar, oruçlarını, oruçlu ağızla gülmekten korurlardı. Derlerdi ki: «Bu mübarek Ramazân-ı şerif, hayırlara doğru koşuşma ayıdır. Yoksa gülmek ve oynamak ayı değildir.»”

Öyleyse bu ayın bir hakkı da;

Anlamlı, lüzumlu ve tefekkürlü bir sükût.

Bu sükût hâlinde bu ayın bir hakkı da;

Okumak, bilhassa bol bol Kur’ân-ı Kerim okumak. Çünkü bu ayın en büyük hususiyetlerinden biri de Kur’ân mevsimi olması. Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ayda Kur’ân’ı çokça okurlar ve Cebrâil -aleyhisselâm- ile karşılıklı olarak hatmedelerdi. Bu hakikat ile kalbimize seslenelim:

Oku kim çokça okur, çokça sever Hak Mevlâ,
Nâs’a geldin mi hemencek başa dön, tekrarla!
(Seyrî)

Hayatın telâşları arasında boğulan rûhumuza da diyelim ki:

Oku Kur’ân’ı; şifâ, müjde, hidâyettir o,
Bize candan daha kıymetli emânettir o…
Yüce Mevlâ buyurur Sûre-i Fâtır’da veciz:
«Onu mîras veririz seçtiğimiz kullara biz!
Bâzı kullar, ne yazık, zâlim olur kendisine,
Muktesiddir kimi tam ortada bir hâlde yine.
Bir de izniyle Hüdâ’nın kimi her mânâda,
Hep hayırdan yana en önde koşar dünyâda…
En büyük lutf-i Hüdâ işte budur, işte budur!»
Mustafâ vasfı da elbette bu nûr üstüne nûr…
(Seyrî)

Kur’ân ikliminde de yine bu ayın hakkı;

Sabır. Şükür. Fikir. Gayret. Tezkiye ve terbiye. Faydalı olmak. Amel-i sâlihler. Kısacası sırât-ı müstakîm, yani Allâh’a çıkan dosdoğru yol.

Ayrıca bu ayın hakkı çerçevesinde;

Diller yalandan ve gıybetten kurtulmalı,

Eller, günahtan çekilmeli,

Mideler haramdan kaçmalı,

Gözler, yabana bakmamalı,

Kulaklar, kötü lakırdıları dinlememeli,

Ayaklar, şer peşinde koşmamalı,

Akıllar, nefsanî ve boş düşüncelere dalmamalı,

Gönüller, Hak’tan başkasına meyletmemeli.

Aksi hâlde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi:

“Çok oruç tutanlar var ki onlara tuttukları oruçlardan sadece açlık ve susuzluk kalır. Çok gece ibadet edenler vardır ki onlara da bundan kalan sadece uykusuzluktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373)

Hâsılı;

Bu ayın hakkı etrafında saydıklarımız, aslında senenin bütün aylarında bize lâzım olan düsturlar, faziletler ve güzellikler.

Yoksa;

Olmayam şâhid ü meysiz bir an
Niyetim çok hele çıksın Ramazan (Şâmî)

tarzında bir düşünce, aklı mağlûp eder.

Ya da Sâbit’in dediği gibi;

Za’f ile hilâl eylemiş ol mâh-ı cihânı,
Tuttum gazabımdan yiyeyazdım Ramazân’ı.

şeklinde bir tavır ortaya çıkar.

Öyleyse;

Ramazan ayında bilhassa vurgulanan ve gündeme gelen faziletleri ve değerleri hayatımızın bütün aylarına yayabilmek, en büyük başarı. Aksi hâlde orucu bozan ve yaralayan şeyler; gün gelir bütün hayatı bozar, şahsiyeti bozar, insanlığı bozar, iradeyi bozar, gönülleri bozar, rüyaları bozar, gerçekleri bozar, koca dünyayı bozar, hepsinden önemlisi îman ve aşkı bozar.

İşte bu sebeple bu ayın hakkı mühim. Bu sebeple;

Ömrün Ramazan’dır günü, son akşamı bayram,
Biz vuslatın iftârına gurbette sahûruz… (Seyrî)