Sadakat Yalnızca Bağlılık mıdır? N’İDER UKBÂYI SÂDIKLAR!..

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

tali@yuzaki.com

Kelimeler ve kavramların bir dile mal oluşunun ardında güçlü bir tarih ve telmihler ağı saklıdır. Zaman içinde o kelime ve kavramların mânâlarını ifade edişlerinde, mânâya delâletlerinde kaymalar olsa da, onları dile kazandıran tarihî köklere inerek, kaymaları düzeltebiliriz.

Türkçemizde itaat, teslimiyet, sadakat, ittibâ, hürmet, rızâ gibi pek çok kavram güçlü dinî ve tasavvufî arka plâna sahip. Bu kavramları bu, dinî/tasavvufî bağlantısıyla kullandığımızda olumlu çağrışımlara sahip olduğunu görürüz. Fakat, son asırların siyasî, fikrî tartışmalarından dolayı karışan kafalarda bu kavramlar hep menfî çağrışımlara sahiptir.

Geçenlerde böyle bir zihin sahibinin şöyle bir tenkidini işittim:

«Tayinler sadakate göre değil liyakate göre yapılmalı!..»

Denmek istenen herhâlde şu:

«Mühre sahip olanlar, işlerine fırkacılık, tarafgirlik karıştırmadan, emanetleri ehline teslim etmeliler.» Ama cümlede sadakat, tek başına ve olumsuz bir mânâda imiş gibi kullanılıyor. Sanki sadakat, liyakatin zıddı imiş, vazifeye lâyık olanlar, sâdık olmazlarmış, sadakatli kimseler de liyakatsizliklerinden öyle olurlarmış gibi düşünceler barındırıyor. Hâlbuki bunlar tamamen farklı şeyler.

Sadakat yok ise, liyakatten ne fayda!..

Liyakat yok ise sadakat ne iş görür?

Adı üzerinde «emaneti» teslim edeceğiniz kişide sadakat bulunması liyakat şartlarından değil midir?

Ama geleneğimizi, kültürümüzü, medeniyetimizi daima tenkit nazarıyla uzaktan seyreden gözler ve onun inceliklerine dudak büken ağızlar sadakati küçümsüyor. İtaati anlamsız buluyor. Teslimiyeti saflık olarak görüyor.

Hâlbuki sâfiyetini kaybetmemiş Türkçemizde bu kavramlar tek başlarına müspet idiler. Sadece menfî bir adrese yönlendirildiklerinde olumsuz olurlardı.

Büyükler; «Âh teslimiyet!» derlerdi. Çünkü adres zikredilmeyince, adres O olurdu. İhlâs Sûresi’nde olduğu gibi O, yani Hû Allah’tır. Allâh’a teslim olmanın lüzumu gayet açıktı. Biz teslimiyet denince Hazret-i İbrahim’i, Hazret-i İsmail’i hatırlardık, İslâm’ı, selâmeti anlardık. Ama batılılaşmış, sosyal problemlerle, devrimlerle şîrâzeyi bozmuş akıllar teslimiyet denince hemen, zorbalara boyun eğmeyi anladı, öyle anlaşılması için gayret etti.

Hâlbuki bizim günlük hâdiselere ve asırlık plânda tarihe bakışımızda «kader ve kaza» derinliği olduğundan, «her şeyi merkezinde» görmenin huzur ve sükûnu içinde zulüm gibi, haksızlık gibi görünen bir takım ahvâle dahî, fâil-i mutlakına nispetle sabredip, teslimiyet gösterilirdi.

Ne kahrı dest-i âdâdan, ne lutfu âşinâdan bil,

Umûrun Hakk’a tefvîz et, Cenâb-ı Kibriyâ’dan bil!

ve benzeri pek çok beyitte bu sır anlatılırdı. Ancak kader inancımızı da bir boyun eğiş, bir miskinlik tezahürü olarak gören anlayıştan, itaati müspet saymalarını beklemek beyhudeydi.

Şimdi «itaat kültürü» diyerek bu geleneğimizi tenkit ediyorlar. Böylece itaat kavramı yeni neslin zihninde olumsuz bir imaj uyandırıyor. Geçenlerde dindar bir gencimizin tişörtünün üstünde; «Break the rules!: Kuralları çiğne!» ifadesini okudum.

Eskiden; bağlı bulunduğunuz devlet, fırka ve benzeri bir müessesenin alemini, bayrağını veya rozetini taşımak, daha öncesinde, mensubu bulunulan teşkilâtın öngördüğü şekilde giyinmek de bir sadakat işaretiydi. Günümüzde üzeri sembol ve sloganlardan geçilmeyen “spor” kıyafetler özgürlük namına tercih ediliyor! Garip bir tezat.

Evet, İngiliz lisanıyla «Kuralları çiğne!» yazıyordu. Hangi kuralları? Kimin kurallarını? Niçin itaat değil de çiğneme telkini?

Hâlbuki, itaat, taat şekliyle direk ibadet mânâsı verecek derecede din lisanına mal olmuş bir kelimemiz. Kur’ân-ı Kerim’de defaatle Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat emrediliyor. Bu sebeplerle itaat tek başına müspet bir kelime idi. Allah ve Rasûlü’nden sonra, ülü’l-emr denilen Müslüman idarecilere itaat de Kur’ân emri. Hazret-i Peygamber’in teşrî ve tebliğ vazifesinin vârisleri hâkim ve âlimler, tezkiye vazifesinin vârisleri mürşid-i kâmiller… Bütün bunlara bir mü’min itaat eder, ittibâ eder, teslimiyet gösterir…

Hem de sadakatle…

Sadakat, gözü kapalı bir vefa hissi, körü körüne bir bağlılık duygusundan ibaret değildir. Meselâ masonluk ve mafya tarzı teşkilâtlanmalarda da bağlılık hissine sahip kişiler vardır. Fakat özü ve kökü itibarıyla bu sadakat değildir. Tasmayla bağlı, parayla bağlı, menfaatle «bağlı» olmak sâdık olmak değildir. Sadakat sadece bağlılık değildir.

Çünkü sadakat öncelikle kökünde sıdk, yani doğruluk mânâsı taşıyan bir haslettir. Sıdk doğruluk demek olduğu gibi tasdik de doğrulamak demektir. Îman, kalp ile tasdik olarak tarif edildiğine göre, sadakat; doğruluğuna kalben inandığımız gerçeklerin arkasında sapasağlam durmaktır. Sadakatte sağlamlık mânâsının bulunduğunu da ekleyelim.

Sadakat, verilen bir söz, edilen bir yemin, üstlenilen bir vazife söz konusu olduğunda şahsiyetin mühim bir parçası olur. İnsanlık, «kālû belâ»da bir söz vermiştir. Yeryüzünde Hakk’ın halîfesi ve şahidi olma vazifesini, emaneti üstlenmiştir:

Elest ânında vermiştin, sözünden sen sakın cayma!
Ebed hissen cinân olsun dilersen sen sakın kayma!

(Tâlî)

Müslüman gerektiğinde malını sadaka vererek gösterir sadakatini. Gerektiğinde canını vererek inandığı değerlerin sıdkına, doğruluğuna ve kendi tasdikinin de sağlamlığına şahadetini şehadetiyle gösterir.

Sadakat gösterilecek adres, ulvî makamlar değilse, kişi; beşerî makamlara göstereceği sadakatte, elest bezmindeki ahdine ters düşmemeye dikkat etmelidir. Aksi hâlde sadakat yağcılığa, dalkavukluğa yahut zulme hizmet etmeye dönüşen bir bağlılıktan ibaret hâle gelir. Bir Arap darb-ı meseli de bunu anlatır gibidir:

“Sadîk (arkadaş), seni (ne yapsan) tasdik eden değil, sana sadakat gösteren, yani sana karşı dürüst olandır.”

Sıdk ve sadakat sadece kuldan beklenen bir mükellefiyet de değildir. Yüce Yaratıcı’nın ve O’nun sevgili elçilerinin de vasfıdır. Her Kur’ân tilâvetimizin sonunda «Sadaka’llâhu’l-azîm» diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın sıdkını tasdik ederiz.

Sâdıku’l-va’d vasfı hem Cenâb-ı Hak hem Fahr-i Kâinat Efendimiz için kullanılan ortak vasıflardandır.

Es-salâtü ve’s-selâm ey Sâdıka’l-Va’di’l-Emîn
Es-salâtü ve’s-selâm ey Rahmeten li’l-âlemîn!
(Ketencizâde)

Bu sıfat Hak Teâlâ’nın, kullarına bildirdiği mükâfat vaatleri ve ceza tehditlerini gerçekleştirmek hususunda va’dinden asla dönmeyeceğini bildirir.

Peygamberimiz ve diğer enbiya hakkında kullanıldığında da, onların «Sıdk» sıfatlarına işaret eder. Yani tebliğ ettikleri hususlarda dosdoğru ve güvenilir olduklarına. Efendimiz’in edebiyatımızda zikredildiği vasıflardan biri de Muhbir-i Sâdık’tır:

Es-selâm ey cümle-i halka muahhar mübtedâ!
Es-selâm ey Muhbir-i Sâdık Şefîa’l-Müznibîn!
(Ketencizâde)

“Sana selâm olsun ey bütün yaratılmışların ilki olduğu hâlde sonda gelen! Yaratılmışlar cümlesinin, sonda gelen öznesi! Sana selâm olsun ey doğru sözlü haberci, günahkârların şefaatçisi!”

Enbiya, bu vasıf gereği ömürlerinin hiçbir safhasında yalan söylemek, va’dinden caymak gibi kusurlara düşmemiştir. Bir başka açıdan ifade edersek, Allah Teâlâ, peygamberlerini dosdoğru kişilerden seçmiştir.

Sadakatle aynı kökten gelen «sıddîk», yüksek derecede sıdk ve sadakat ehli mânâsında peygamberlerin vasfı olduğu gibi, Efendimiz’in yâr-i gārı olan Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in de unvanıdır. Hazret-i Ebûbekir’in; «O diyorsa doğrudur.» şeklindeki tasdik ve sadakati belki günümüz şüpheci anlayışına aşırı gelir. Fakat Hazret-i Sıddîk, bu ulvî sadakat tablosunu sergilerken meseleye basit bir şekilde duygularıyla veya arkadaşlık hissiyle yaklaşmamaktadır. Siyer-i Nebî boyunca mîractaki akılları hayrete düşüren haberler, Hazret-i Ömer gibi dehâları bile sarsan Hudeybiye’deki zâhirî taviz görüntüsü, irtihâl-i Nebî akabindeki infial, Üsâme ordusunu göndermekte ve zekâtı reddedenlere harp ilânındaki tereddüt ve benzeri hissiyat fırtınalarında Hazret-i Ebûbekir kalbiyle de aklıyla da sapasağlam ayaktadır.

İffet ve sadakat âbideleri Hazret-i Meryem ve Hazret-i Âişe hakkında da «sıddîka» sıfatları kullanılır.

«Sâdık» kelimesi de doğru, sıdk ve sadakat sahibi mânâsının yanında, kullukta derin bir şuura ermiş, kısacası «ermiş» kişileri ifade ederek kavramlaşmıştır:

N’ider dünyâyı âşıklar, n’ider ukbâyı sâdıklar!..
Seninle âşinâlıklar bulan diller Sen’i diler
(Mustafa Rûmî)

Sâdık yahut sıddîk olmak kolay bir mertebe değildir. Fakat Kur’ân-ı Azîmüşşân sâdıklarla beraber olmak gibi nispeten çok daha kolay bir çareyi gösterir.

Bir hadîs-i şerif ise sıddîk olmanın yolunu şöyle tarif eder:

O hâlde Fuzûlî’nin sözüyle sözümüze son verelim:

Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır!

“Doğru konuşarak sözün kıymetini yükselten, kendi itibarını yükseltmiş olur.”