Âşinâya Âşinâ… BÎGÂNEYE BÎGÂNE…

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

harunogmus@yuzaki.com

Dil-besteyiz ahbâbe, esîriz yâre,
Onlardır açan gönülde bin bir yâre…
Bîgânelerin kahrını görmüş değiliz;
Ta’n ettiğimiz nâfiledir ağyâre…

Sevdiklerine gönülden bağlı ve yâre esir olduğundan, onların ise gönülde bin bir yâre açtığından, hiçbir zarar görmediği ellerden boş yere yakındığından böyle dert yanar, büyük üstat Yahya Kemal…

Ancak dert yanıyor olsa da, dostlarının olması bakımından talihli sayılır bizce. Çünkü teknoloji ve konforun iyice bencilleştirip ferdiyetçi bir hayata ve yalnızlığa ittiği günümüz insanının çoğu bu teselliden de mahrumdur zamanımızda. Onun bu zavallılığını, üstadın yukarıdaki rubâîsine cevaben âcizâne şöyle terennüm etmiştim bir zaman:

Derim ki: Herkesin ahbâbı vardı dünyâda,
Getirdi böyle iyimser düşünceler yâda…
Bu tür düşüncelerin hükmü pörsüyüp geçti!
Gönülde yâre açan dostumuz da yok şimdi!
Çok insanın bugün ağyârı yok, değil yârı!
Cihanda nâfile bir gölgedir bütün vârı!
Çıkarcılıkla yürür oldu asrımızda hayat,
Adam bu san’atı öğrenmemişse hâli sakat!
Yazık, hayatta çok insan sanır ki çevresi var,
Yaşar gider bu avuntuyla tâ mezâra kadar…
Huzurludur kişi bilmezse yalnız olduğunu,
Bilirse yer bitirir bir ömür bu duygu onu!

Demek ki çevremizde görüşüp konuştuğumuz insanların hepsi dostumuz değildir. Kimisi yalnızca bildik ve tanıdık kimselerden ibarettir. Bunların bir kısmının belki ismini bile bilmeyiz. Hattâ bazen sîmâlarını hatırlamak için hâfızamızı yoklar ve; “Bir yerlerden âşinâ geliyor ama çıkaramıyorum.” deriz. Âşinâmız olmayan kimseler bîgâne, yad, yaban ve ellerdir.

Bunlardan bir rütbe üstün olanlar ahbaplardır. Gerçi; «sevgili» anlamındaki Arapça «habîb» kelimesinin çoğulu olan «ahbâb»ın, yazımızın başındaki rubâîde olduğu gibi bazen hakikî mânâsında kullanıldığı da vâkîdir. Ancak biz, yolda karşılaştığımızda selâmlaşıp merhaba ettiğimiz, müştereken kullandığımız mekânlarda ahbaplık ettiğimiz ahbaplardan bahsediyoruz. Anadolu’da böyle kimselere daha çok yâren, onlarla hoş-beş etmeye de yârenlik denilir. Bu kelime de aslında «sevgili, dost» anlamındaki Farsça «yâr» kelimesinin çoğulu olan «yârân»dır ve bunun da hakikî anlamda kullanıldığı olur. İçinde bulunduğumuz yıl, hazır Yahya Kemal yılı ilân edilmişken yine üstadı referans gösterelim. Üstat, ayrılık acısını ney gibi yanık şiirlerinden dinlemek isteyen dostlarının bir mâtemhâneye dönmüş olan evinin civarından geçtiğini söyler:

Dinlemekçün mâcerâ-yı hecri nâyından Kemâl
Mevkib-i yâran civâr-ı beytü’l-ahzandan geçer!

Mâcerâ-yı hecr: Ayrılık mâcerâsı. Mevkib-i yâran: Dostlar kervanı.
Civâr-ı beytü’l-ahzan: Hüzünler evinin civarı.

Ahbaplardan bir rütbe üstün olanlar ise arkadaşlardır. Bunlar, hayatın değişik merhalelerinde bizimle aynı faaliyeti yapan kimselerdir. Dolayısıyla hayatımızın hangi safhasında beraberlik etmişsek ekseriyetle o merhaleye izâfe edilerek anılırlar: Mektep arkadaşı, asker arkadaşı, iş arkadaşı…

Arkadaşlarımız, âşinâ olduğumuz ve ahbaplık ettiğimiz kimselere göre bize daha yakın ve bizimle daha güçlü bir irtibat içindedirler. Hattâ birlikte yapmakta olduğumuz işlerde bize arka bile çıkarlar. Ancak yine de yapılan iş bittiğinde münasebet sona erebilir ve hattâ yürütülen faaliyet aynı olduğundan arada rekabet çıkabilir.

Burada saydıklarımızın en üst rütbelisi dostlardır. Dostlar, samimî olarak irtibat kurduğumuz, güvendiğimiz, sırlarımızı paylaştığımız ve dertlerimizi açtığımız kimselerdir. Böyle olmakla birlikte, yazımıza dîbâce yaptığımız Üstat Yahya Kemal’in rubâîsinin de gösterdiği üzere dostlarımız da bizi inkisâr-ı hayâle uğratabilir. Dostlar başından ırak olası böyle dostlar, dost kazığı yediğimizde veya talihimiz tersine döndüğünde belli olur. Üstat Yahya Kemal, «ahbap» kelimesini yine hakikî mânâda kullandığı bir başka rubâîsinde bu konuya temasla bizi şöyle îkaz eder:

Ahbâbını ister iyi, ister kötü seç…
İdbâra düşersen seçilirler er geç!
Birçokları küsmüş gibi bîgâneleşir;
Onlar sana küsmeden sen onlardan geç!

Dostluğu sürdürmenin birçok şartı vardır. Bunlardan biri; «Dostluk başka, alışveriş başka!» ve; «Dostluk kantarla, alışveriş miskalle…» gibi tabirlerle ifade edilir ve; «Dostluğu ticarete karıştırmamak gerekir.» şeklinde anlaşılır. Bize göre bu sözler; «Dostlarla asla alışveriş etmemek, iş arkadaşlığı yapmamak gerekir!» mânâsında anlaşılmalıdır. Çünkü dostluk gönülle ilgilidir. Ticaret ise menfaatlerin gözetilmesini gerektirir. Dostlar birbirleriyle ticarî münasebete girerse şeytan da aralarına girer.

Dostluğun bir diğer şartı, dostunun derdiyle dertlenmek, eski tabirle onun gam-hâr ve gam-güsârı olmaktır. Çünkü «insan» kelimesinin, ünsiyetten türediği söylenir. Bu sebeple insan başkalarıyla ünsiyet peydâ etmek ve ülfet kurmak ister. Ülfet edip dertleştiği insanlar ise dostlarıdır. Ancak dertleşme, herkesin kendi derdini söyleyip dostunun derdini dinlemediği bir sağırlar diyaloguna dönüşmemelidir. Üstat Yahya Kemal, bu hâlden de yakınır:

Makbûl isen füyûzuna herkes kulak tutar
Menkûb isen kelâmını bir ferd dinlemez!
Hodkâm hepsi; derdi olan, derdi olmayan
Derd ehli gayra derd yanar, derd dinlemez!

Evet, makbul biriysen, makam-mevki sahibiysen ağzından her çıkan büyük feyiz ve ilham eseri kabul edilip herkesçe baş tâcı edilir. Ancak mûteber biri değilsen sözüne kimse kulak asmaz. Derdi olan da olmayan da bencillik etmektedir. Dert ehli başkasına dert yanar ama dert dinlemez!

Hâlbuki dostluğun en önemli gereklerinden biri, hattâ temeli, daima dostun tercihlerini yeğlemek, fedakâr ve diğergâm olmaktır.

Vefa, fedakârlık ve diğergâmlık, sözün çok uzadığı ama icraatın çok az olduğu hususlardır. Bu itibarla sözün bittiği, daha doğrusu bitirilmesi gerektiği yerdir. Bu sebeple yazımızı, daha fazla uzatmadan, Şark’ın büyük şairlerinden Hâfız-ı Şîrâzî’nin bu hususu vurguladığı şu beytiyle bitirelim:

Meyl-i men sû-yi visâl u meyl-i ô sû-yi firâk
Terk-i kâm-ı hod giriftem tâ be-râyed kâm-ı dost
«Ben visâl istiyorum, sevgili yârimse firak
Gönlü olsun diye -ölsem- olurum ondan ırak»
(Nazmen trc: Hârun)