Manipülâsyonlar Karşısında Bir Mü’min Vasfı SIDK VE SADAKAT

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Kur’ân-ı Kerim kavramlarından Türkçemize geçmiş bazı kelimeler vardır ki, Arapçadaki asıl mânâsına nazaran biraz anlam daralmasına uğramıştır. Meselâ «sadakat» kelimesi, Arapçada daha geniş mânâları ihata etmesine karşılık; dilimizde «bağlılığını muhafaza etmek» mânâsını ifade eder olmuştur.

Sadakat kelimesinin kökü olan sıdk; Arapçada esasen «doğruluk, dürüstlük» mânâsına gelir. Dürüst insanlar; aynı zamanda verdiği sözde duran kişiler olduğu için sâdık kelimesiyle, «ahdine sâdık» mânâsı da kastedilir. Aynı mânânın bir yansıması olarak; dürüst bir insanın da gerçeğe bağlı kalacağını, yani «hakka ve hakikate olan sadakatini muhafaza edeceğini» söylemek yanlış olmaz. Öyleyse denilebilir ki, dürüstlükle bağlılık arasında bir mânâ irtibatı hissedilmiş, işte bu ortak mânâya sıdk denilmiştir.

Sıdk kökünden gelen birçok dinî ıstılah da aynı mânâ ile irtibatlıdır. Meselâ; îmanın bir adı ve şartı olan tasdik; bütün mü’minleri sıdk ile tavsif eder:

“Sıdk (doğru olan Kur’ân)ı getirene ve onu tasdik edenlere gelince, işte müttakîler onlardır.” (Zümer, 33)

Kur’ân-ı Kerim’de sıdk ve tasdikin zıddı olan «kizb ve hakkı tekzip» hâlinden, kâfirlerin sıfatı olarak bahsedilir:

“Uydurduğu yalanı Allâh’a isnad eden yahut kendisine sunulan gerçeği yalan sayan kimseden daha zalim biri olabilir mi?” (Zümer, 32)

Âyet-i kerîmelerde bütün insanlar ve bilhassa mü’minler, sâdıklarla beraber olmaya davet edilir, (Tevbe, 119) bu davete uydukları takdirde; nebîler, sıddîklar ve şehidlerle birlikte; (Nisâ, 69) asla boş söz ve yalanın bulunmadığı diyara (Nebe, 35) varacakları va’dedilir:

“…Bugün sâdıkların sadakatlerinin, kendilerine fayda vereceği bir gündür. Daimî olarak kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah kendilerinden râzı olmuştur, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır ve işte bu en büyük kurtuluş ve saadettir.” (Mâide, 119)

Sâdıklarla birlikte olmak; yalnız mü’minlerle, mü’minler içerisinde Allâh’a verdiği sözde durmuş yiğitlerle (Ahzâb, 23) Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail, Hazret-i İdris gibi sadakatleriyle yâd edilmiş nebîlerle (Meryem, 41, 54, 56) birlikte olmak değil; «Sâdıku’l-Va‘di’l-Emîn» olan Rasul-i Ekrem’le ve «haberinde ve va’dinde ondan daha sâdık hiç kimsenin olamayacağı» (Nisâ, 87, 122) Rabbü’l-Âlemîn’in huzurunda; O’nun şerefli meclisinde bulunmaktır:

“O gücü her şeye yeten Sultanlar Sultanı’nın nezdinde sıdk meclisindedirler.” (Kamer, 55)

Sıdk kökünden gelen bir başka kelime de; “Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!” (Şuarâ, 101) mealindeki âyette de kullanıldığını gördüğümüz, «gerçek dost» mânâsında «sadîk» kelimesidir. Bu kelime de bir insanın gerçek bir dost olabilmesinin, özü-sözü doğru, ahdine sâdık bir kimse olmasına bağlı olduğunu işaret eder gibidir.

Sıdk kökünden gelen kelimeler, îman ve ahlâk prensiplerinin yanında amellere de isim olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de ahdine sâdık bir kimsenin, bunun îcabı olarak yaptığı çeşitli amellere; «sadaka» denilmesi tercih edilmiştir.

Bugün kullandığımız dilde sadaka, dilencilere verilen küçük hibelerin adı olacak kadar dar bir mânâyı ifade eder hâle gelmiştir. Oysa bu Kur’ân kavramının âyet-i kerîmelerde; «kısasta ve diyette hakkını bağışlama» (Mâide, 45) «borcunu ödemekte güçlük çeken kimseye alacağını bağışlama» (Bakara 280) «kadının mihrini bağışlaması» (Nisâ, 4) gibi cömertçe davranışlar için kullanıldığını görüyoruz.

Bir mü’minin, farz olan zekâttan fazla sadaka vermesi, hakkını bağışlayarak tasadduk etmesi, ya hak katındaki ebedî mükâfata inanmış, bütün kalbiyle kuvvetle tasdik etmiş olmasındandır yahut Mevlâ Teâlâ’nın dostu; hakikatli bir «sadîk» olma çabasındandır. Çünkü ancak Rabbinin va’dinin hak olduğuna kuvvetle inanmış bir mü’min ve samimiyet sahibi bir dost, dostluk ahdini yerine getirmekte böyle cömertlikte bulunabilir.

Gerçi hiçbir mü’min, yaptığı hiçbir ameliyle kendisini «fazladan bir bağışta» bulunmuş sayamaz; belki olsa olsa ahde vefa göstermeye gayret ettiğini söyleyebilir. Vefa demişken; bu kelimenin de Türkçemizde sadakatle eş anlamlı olacak şekilde anlam daralmasına uğradığını söyleyelim.

Arapçada vefa, tamamlamak, eksiksiz tam olarak yapmak manasına gelir. Meselâ ölçü ve tartıyı tam ölçmek; (İsrâ, 35) karşılığını tam ödemek (Hûd, 15) gibi. Dilimize geçmiş olan «vefat» kelimesi de «ömrünü tamamlamak» mânâsına gelmektedir. Vefanın zıddı olan ğadr; eksik bırakmak mânâsına bazı âyetlerde geçmektedir. (Kehf, 47, 49)

Bu durumda «ahde vefa», ahdini eksiksizce yerine getirmek mânâsında bir ifadedir ki ahde sâdık olmaktan daha kuvvetli bir mânâyı ifade eder. Çünkü ahdine sâdık olan, ahdini yalanlamayan, tasdik eden demektir; ahdine vefa gösteren ise, ahdinin îcabını tam olarak yerine getirendir. Böylesi elbette çok azdır. Kur’ân-ı Kerim’de Allâh’a olan sadakatini ispatlamak üzere diri diri ateşe atılmaktan, biricik evlâdını kurban etmeye kadar pek çok zorlu imtihanlardan yüz akıyla çıkan Hazret-i İbrahim hakkında; «çok vefalı» (Necm, 37) denilmesi boşuna değildir.

Ne yazık ki günümüzde ahde vefanın değil, ahde sadakatin dahî hasretini çekiyoruz. Bu kavramların kendileri gibi dildeki yerleri, günlük konuşmalarda kullanma sıklığı da gittikçe azalıyor. Artık bu kavramların yerini, tam zıddı olan manipülâsyon gibi batı kaynaklı kelimeler aldı.

Bazı kelimeler, bir kültürün mânevî aslını özlü bir şekilde ifade etmekte ne kadar güzel ipucu veriyorlar. Meselâ sıdk kelimesi nasıl ki Kur’ân kültürünün bir parçası olan, hakikate bağlılığı ifade ediyorsa manipülâsyon kelimesi de batı kaynaklı kültürün kandırmacasına pek güzel işaret ediyor.

Tam Türkçe veya Arapça karşılığı bulunmayan manipülâsyon; «asılsız bir rivayeti hilekârca bir niyetle yaygınlaştırarak menfaat elde etmeye» deniliyor. Özellikle piyasa dilinde sıkça kullanılan bu kelime; bazen kendi kendisini gerçekleştiren, yalancı kehanetleri de ihata ediyor. Meselâ borsada ağırlığı olan büyük sermaye sahipleri, bir şirketin yahut döviz kurunun yakında çok değer kazanacağına dair bir söylenti yayıp, bir yandan da güçlü alımlarla ânî bir rağbet dalgası meydana getiriyorlar. Bu dalga pek çok kişiyi cezbedince gerçekten de değer artışı meydana geliyor. Baştan beri bunu hedeflemiş olan sermaye, düşük fiyattan aldığı menkul değeri yüksek fiyattan satarak yığınla insanın zararına mâl olan bir kâr elde ediyor.

Aslında piyasa çevresinde meşhur olan bu hile, bütün bir batı medeniyetinin temel prensibini de çok güzel açıklıyor. Batılılar oldum olasıya dünyaya yön vermekte manipülâsyon metodunu kullanıyorlar. Yani; «Herkes modernleşiyor.», «Herkes dünya saadetinin peşinde koşuyor.», «Bu zamanda herkes daha fazlasını istiyor, başkasını düşünen, paylaşan kim kalmış?» ve benzeri söylentiler yayıyorlar. İnsanlar da; «Herkes dünyaya saldırırken benim tok gözlü davranmam olmaz. Helâl-haram ayırt eden kim kalmış ki?» diye saldırıyorlar dünya menfaatine…

Sonuçta; başta ileri sürülen iddia kendi kendini gerçekleştiriyor. Kazanç hırsı, sahip olma yarışı kızışıyor. İnsanların rağbeti sebebiyle de modern değerler yükseliyor ve yaygınlaşıyor gibi görünüyor. Nihayetinde herkes, başta ileri sürüldüğü gibi «zamanın değiştiğini» kabul eder hâle geliyor. Bir türlü görülemiyor ki, aslında zaman denilen şey; insanların rağbetinden ibarettir. İnsanlar neye rağbet ederlerse o nesne veya fikir değerleniyor.

İşte «sıdk» kavramı tam da bu ortamda daha büyük bir değer kazanıyor. Çünkü temelinde asılsız olan söylentiler, insanları hakikate sâdık kalmaktan uzaklaştıran büyük bir imtihan mevzuu hâline geliyorlar. Böyle bir zamanda «insanın hakikati» olan bezm-i elestteki ahde sâdık kalabilmek çok daha büyük bir gayret gerektiriyor.

Şüphesiz bu zorlu imtihan, kişinin hileli haberlerle en büyük hakikati birbirinden kolayca ayırt edebilecek kadar berrak bir gönül aynasına sahip olmasını îcap ettiriyor.

Bu zamanın en büyük fitnesi olarak hileli fikirler, gayet süslü ifadelerle paketleniyor:

“Bu zamanda dinin ve geleneğin değerlerine sâdık kalmak olacak şey mi? Artık zaman akıl zamanıdır. Özgür düşünce varken bir takım modası geçmiş değerlere bağlanıp kalmak olur mu?”

Aslında «özgür düşünce, eleştirici akıl» diye süslü ifadelerle methedilen akıllar; hiçbir mânâ ve değere bağlanamayacak kadar hakikat arayışından vazgeçmiş; şüpheler içinde bocalamayı bile bırakıp, şüpheyi îman hâline getirmiş, birer fırtınalı çölden ibarettir. İnsanın fânî varlığını ezelî bir hakikate bağlaması ise bu geçici varlığa değer kazandırmanın yegâne yoludur. Bir başka deyişle ahde sadakat göstermek, ölüm denilen uçuruma çaresizce sürüklenmekte olan varlığımızı kurtarmak için yapışacağımız biricik kulptur.

Zamanenin, en büyük fitnesini kavramlarla oynayarak yapması, âhirzamanda gelip insanları helâke sürükleyeceği bildirilen «Deccal»in sıfatlarına da son derece uygun. Çünkü deccal kelimesi tam da bunu anlatıyor:

“Hakla bâtılı karıştıran, bâtıla hak görüntüsü veren, aşırı hilekâr…”*

*Bu ve diğer kelime kök anlamları için bkz. Müfredât, Râgıb el-Isfahânî.