Hızır Dilinden İdare Sanatı EMANETLER EHLİNE VERİLMELİ

İrfan ÖZTÜRK

İnsanlar yaptıkları işlerle, söyledikleri sözlerle, kafalarındaki düşüncelerle hasletlerini meydana koyarlar. Konuşmayan bir insan, okunmayan bir kitap gibidir. Konuşmaya başlayınca, okunan kitap gibi mahiyeti ve muhtevası anlaşılır.

Hükümdarlardan birisi bütün halkına şöyle bir ilânda bulundu:

“Bana, kim Hızır -aleyhis-selâm-’ı bulur ve getirirse o kimseyi en büyük mükâfatlarla taltif edecek, dilediği gibi memnun kılacağım…”

Bu ilânı ve mükâfatı duyan bir âlim, bu işi üzerine almayı düşündü. Bu zat, derin ilmine ve irfanına rağmen dünyadan hiçbir nasibi olmayan çok fakir bir zat idi. Yıllarca okuduğu ilmin hiçbir dünyevî semeresini görmemişti.

Fakat acaba, Hızır -aleyhis-selâm-’ı bulabilir miydi? Eğer, bulabilirse, alacağı mükâfatla ömrünün son demlerini rahatça geçirebilirdi.

Bulamazsa, hiç değilse verilen mühlet içerisinde rahat eder, sonra da iş hükümdarın insafına kalırdı.

Bu mülâhazalarla, hükümdara müracaat ederek, Hızır -aleyhisselâm-ı bulabileceğini arz etti.

Hükümdar, kendisine:

“–Yapacağın bu vazife gayet mühimdir. Ülkemde dirlik-düzen kalmadı. Milletim bir türlü rahat yüzü göremiyor. Bütün bu bozuklukları, Hızır -aleyhisselâm-’ın vereceği nasihatlerle düzeltebileceğimizi umuyorum. Mülkümün bekāsı ve devamı, ancak milletin refah ve saadet, rahat ve huzuru ile kāim ve kābil olabilecektir.” dedi.

Hızır -aleyhisselâm-’ı bulabileceğini va’deden âlim zat:

“–Bana iki at biraz da para veriniz. Atın birisine kendim bineceğim, diğerine de Hazret-i Hızır’ı bindireceğim.” dedi.

Hükümdar, ona istediği iki atla bir heybe dolusu altın ve üç ay mühlet verdi. Âlim, bunları alarak huzurdan ayrıldı. Hayvanları evinin ahırına çekti. Aldığı para ile de evini tamir ve tezyin ettirdi. Artık dört başı mâmur bir hayat sürüyordu.

Bu arada, secde-i Rahmân’a kapanarak:

“–Yâ Rab! Hızır kulun aramakla bulunmaz, biliyorum. Ben, bu işi üzerime aldım amma, dünyada hiç gülmedim. Bunca nimetlerinden hiçbiri bana nasip olmadı. Ben, buna da râzıyım. Zira Sen bana îman gibi, ilim gibi nice nimetler nasip ettin.

Fakat, evlâd ü iyâlim bu hazinelerin kıymetini bilmezler. Onlar, dünya ve saadeti ancak parada giyecekte ve içecekte bilirler. İşte bunun içindir ki ben de bu işe cür’et ettim. Yâ Rab! Bu âciz kulunu mahcup etme. Hızır -aleyhisselâm-’ı bana gönder de halk içinde rezil-rüsvay olmayayım!” diye niyazda bulundu, ağladı ve inledi.

Verilen üç aylık mühletin nasıl gelip geçtiğini bilemeyen o âlim zat üç ay sonra Hızır -aleyhisselâm-’ı bulmaktan ümidini keserek atlardan birisine bindi, diğerini de yedeğine alarak sarayın yolunu tuttu. Sarayda ise Hızır -aleyhisselâm-’ı karşılamak için büyük bir hazırlık yapılıyordu. Gözcüler, Hızır -aleyhisselâm-’ı bulacağını va’deden zâtın yalnız başına gelmekte olduğunu hükümdara haber verdiler. Sultan, hiddetinden yerinde duramıyordu. Derhâl dîvânın toplanmasını bu adamın muhakeme olunmasını, verilecek cezanın hemen infaz edilmesini emretti.

Sultanın emri gereğince dîvan toplandı. Suçlu mevkiinde bulanan zâta hükümdar öfke ile haykırdı:

“–Hani nerede Hızır? Sen beni bu şekilde aldatmaya nasıl cür’et edebilirsin? Bir padişahı aldatmanın ne demek olduğunu biliyor musun?”

Suçlu mevkiinde bulunan zat, sükûnetle cevap verdi:

“–Evet padişahım, yapamayacağım bir işi üzerime aldım ve gördüğünüz gibi beceremedim. Ümidim Hızır -aleyhisselâm-’ı bulmaktı. Fakat elden ne gelir? Maalesef bulamadım… Bana lâyık ve müstahak olan neyse onu icra ediniz, cezama râzıyım.” dedi.

Adamcağız büyük bir tevekkül içinde bu sözleri söylerken bir çocuk peyda olmuş ve saray halkı onu muhakeme edilmekte olan zâtın oğlu sanmışlardı.

Hükümdar, suçlu mevkiindeki zâtın bu sözlerinden sonra başvezirine döndü ve:

“–Beni aldatan adama nasıl bir ceza vermek münasiptir? Fikrini açıkça söyle! Öyle bir ceza olsun ki başkalarına da ibret olsun! Hükümdarı aldatmaya kalkışmak neymiş herkes görsün!” dedi.

Başvezir;

“–Benim şevketli hünkârım, bu adamı keşkek havanına koyarak öylesine ezdirmeliyiz ki, eti ile kemiği birbirinden fark edilmesin. Sonra dövülen bu et ve kemiklerden birer parçasını vilâyetlerimize gönderelim. Siyaset meydanlarında halka teşhir edelim ve tellâllar vasıtasıyla da padişahını aldatmaya cür’et edenlerin bu hâle düşeceklerini bütün tebaanıza duyuralım. Tâ ki, bundan böyle hiç kimse şevket-meâb efendimizi aldatmaya teşebbüs edemesin!” cevabını verdi.

Başvezirin bu fikrine karşılık, o zamana kadar sesi sedası çıkmayan çocuk âdeta bağırarak:

“–Her şey, aslına rücû eder!” diye bağırdı.

Hükümdar, bu defa da ikinci vezirinden, suçlu mevkiinde bulunan zâta ne ceza verileceğini sordu. İkinci vezir ayağa kalkarak şunları söyledi:

“–Bu adamı canlı canlı fırına atarak, nar gibi kızartmalı, sonra parçalara ayırmalı ve her parçasını bir vilâyete göndererek siyaset meydanlarında tebaanıza teşhir etmeli, padişahları aldatmaya cesaret edenlerin âkıbetlerinin böyle olacağı herkese bildirilmelidir.”

Çocuk bu teklife karşı da;

“–Her şey aslına rücû eder!” sözünü tekrarladı.

Hükümdar, üçüncü vezirine fikrini sordu. O da, verilecek ceza hakkında fikrini şöyle açıkladı:

“–Sultanım efendim.” dedi. “Bu adamı cellâda vermeli, derisini yüzdürmeli, vücudunun bir kısmını kıyma, bir kısmını kuşbaşı ve bir kısmını da pirzola hâline getirmeli ve bunları parçalar hâlinde vilâyetlere göndererek halka teşhir etmeli ve padişahını aldatmaya kalkanın sonunun böyle olacağı herkese duyurulmalıdır.”

Üç vezirin, kendisi hakkında talep ettikleri bu cezaları dinleyen âlim zat ise oturduğu yerde kâh sararıyor, kâh kızarıyor, renkten renge giriyor ve ecel terleri döküyordu.

Hükümdar son defa şeyhülis-lâma dönerek fikrini sordu. Şeyhü-lislâm, hükümdara şu mütalâada bulundu:

“–Padişahım, «Müşavere eden emindir.» kaydına uydunuz. Bana sorduğunuza göre; «Bu suçlu hakkındaki ceza ancak sizin merhametinize kalmış bir meseledir.» derim.

Her ne kadar bu adam yapamayacağı bir işi yapabileceği ümidiyle üzerine almışsa da yapamamış, huzurunuzda suçunu ve aczini açıkça itiraf etmiştir. Suçunu itiraf eden kimseye de zulmolunmaz. Hükümdarlara lâyık olan affetmektir, onu affediniz, zira bir gün gelecek o gün siz bu zâtın yerinde bulunacaksınız. Affederseniz affolunursunuz. Allah Teâlâ da size elbette affıyla muamele eder.

Bunun suçunun cezası, sizden aldığı paranın kendisine ödetilmesi şeklinde olmalıdır. Bu paranın kendisinden tahsili ve geri alınması lâzım gelir. Ayrıca, sizin nâmınıza ve sizin arzu ve emriniz üzere üç ay müddetle Hızır -aleyhisselâm-’ı aramasından dolayı, sizin üzerinize hakkı geçmiştir. Bu uğurda vaktini harcamıştır. Bu sebeple aramalarla geçirdiği üç aylık yevmiyesi ne tutuyorsa, o düşüldükten sonra kalan paranın size iadesi iktizâ eder. Eğer kalan parayı da fakirliğinden dolayı yemişse siz de bunu hazine-i hâssadan sarf ve tahsis buyurmuş iseniz, bu parayı ceyb-i hümâyununuzdan hazineye ödemeniz ve bu işi böyle neticelendirmeniz gerekir. Padişahlığa lâyık olan keremdir, sehâvettir, âlî-cenaplıktır. Evlâdın kötülüğünü, babaların noksanları ortaya koyduğu gibi milletin kötülüğünü de, hükümdarların noksanları ortaya koyar. Yaşadığı cemiyet, insanları vezir ettiği gibi, rezil de eder. Hükûmetler baba gibi millet de o babanın evlâtları gibidir. İyi bir baba evlâd ü ıyâline iyi bakarsa, evlâd ü ıyâli de ona dost ve mutî olurlar. Baba kötü olursa evlâtlarının da kötü olacağı tabiî ve âşikârdır. Her evlât babaya lâyık evlât olur. Onun için diyorum ki bu zatın noksanlığı bizim noksanlığımızdandır. Onu affediniz ki, af hükmüne siz de mazhar olasınız.”

Bu gayet haklı ve doğru sözler, hükümdara çok tesir etmiş, onu ağlatmıştı. Bu sırada, dîvanda bulunan çocuk yine yüksek sesle aynı sözleri tekrarladı:

“–Her şey aslına rücû eder! Herkes, söylediği söz ile verdiği hükümle mahiyet ve tıynetini belli eder!” dedi.

Duruşmanın devamınca, herkesin fikrini açıklamasından sonra aynı sözleri tekrarlayan bu çocuğun durumu, hükümdarın dikkatini çekmişti. Bu defa da ona döndü ve sordu:

“–Sen bu sözlerle ne demek istiyorsun?”

Çocuk, kendisinden ve yaşından umulmayan bir cesaret ve belâgatle şu hitabede bulundu:

“–Ey Hızır’ı arayan ve Hızır’ı bulmakla mülküne nizam ve selâmet getirebileceğini uman iyi niyetli ve yürekli hükümdar!.. Bu sözümün mahiyeti şudur:

Başvezirinizin tertibini düşündüğü cezadan şunu anladım o sizin başveziriniz olmaya asla lâyık değildir. O ancak sarayınızın keşkekçi-başılığına uygun yaratılıştadır. Onu o işe tayin ediniz ki yaptığı keşkekleri ağız tadıyla yiyebilesiniz. Kendisi ceza tertibi hususunda fikrini açıklarken bu konudaki maharetini ortaya koydu ve gerçekten keşkekçi oğlu olduğunu ispat etti.

İkinci veziriniz ise, nar gibi kızartma ustası olduğunu açıkladı. Onu da sarayınızın fırıncıbaşı yapınız ki, kızarttığı kek ve etleri fırına girecek bütün diğer yiyeceklerinizi âfiyetle yiyebilesiniz. O da verdiği cevapla kendisinin bu husustaki maharetini ortaya koydu ve fırıncının oğlu olduğunu belli etti.

Üçüncü vezirinize gelince; onun da ceza tertibi hususundaki teklifinden kendisinin usta bir kasap olduğu anlaşılıyor. Bir insanı öldürdükten sonra derisini yüzmek, etlerini parçalara ayırmak, bir kısmını kıyma, bir kısmını kuşbaşı ve bir kısmını pirzola haline getirmek fikri olsa olsa bir kasabın karîhasından çıkar. Onu da sarayınızın kasapbaşılığına tayin ediniz. Kesip biçtiği etleri âfiyetle yiyebilirsiniz. Zira o da soyca kasaptır.

Görüyorsunuz ki, vezir diye istihdam ettiğiniz ve memleket idaresinde fikirlerinden faydalandığınız bu zevattan biri keşkekçi, biri fırıncı, biri de kasaptır. Kendileri, kendi fikir ve sözleri ile asaletlerini kendiliklerinden ortaya koydular.

Devlet ve hükûmet idaresinde lâyık olan yerlere, lâyık olan kişiler getirilirse, devletin işleyişi düzelir. Adama göre iş değil, işe göre adam gerektir.”

Başta hükümdar olmak üzere, hazır bulunanların hepsi bir saygı ve sessizlik içinde çocuğu dinliyorlardı. O da konuşmasına devam etti:

“Vezirleriniz hakkında ne düşündüğümü açıkladıktan sonra. Müsaade buyursanız Şeyhülislâm Efendi hakkında da birkaç söz söylemek isterim. Bu muhterem zâtın da mütalâasını hep birlikte dinledik ve anladık ki, o da bu sözleriyle aslını belli etti. Zira, kendileri Hindistan’daki bir hükümdarın oğludurlar. Kardeşleri arasında çıkan taht kavgasından ötürü vatanını terk etmişlerdir. Mütalâa ve kanaatini ifade edişinden anladık ki ceddine lâyık bir evlâttır. Şimdi size düşen şudur:

Başvezirliğinize, şeyhülislâmı tayin ediniz. Şeyhülislamlığa da hâlâ huzurunuzda ve suçlu mevkiinde bulunan zâtı getiriniz. Ömrü boyu ilim tahsil eden bu zat, ilmi ile bu vazifeye cidden ve hakikaten lâyıktır. Bugüne kadar, bu çapta bir zâtın kadir ve kıymetinin bilinmemesi ve içinde bulunduğu fakr u zaruret onu böyle bir suçu irtikâp etmeğe zorlamıştır. Hakikatte, lâyık olduğu bu makama getirilebilmesine de böyle bir hâdise vesile oldu.

Padişahım, Hızır da gelmiş olsaydı, size yapacağı yardım bundan fazla olmazdı.” dedi, kalktı ve yürüyüverdi…

Herkesin bu haklı sözler karşısında derin derin düşüncelere daldığı sırada, hâlâ suçlu mevkiinde bulunan âlim zat ayağa fırlayarak:

“–İşte Hızır!.. İşte Hızır budur!.. Getirdim, onu size ben getirdim!” diye bağırmağa başlar başlamaz, çocuk şeklinde görülen Hızır -aleyhisselâm- da gözlerden kayboluverdi.

Hükümdar, Hızır -aleyhisse-lâm-’ın söylediği bu sözler üzerine, tahkikat açtırdı, onun söylediklerinin tamamen doğru olduğunu gördü ve tavsiyelerini aynen ve harfiyen yerine getirdi. Bunları yaptıktan sonra da ülkesinde tam bir huzur ve sükûn, mutlak bir refah ve saadet devri başlamış, millet idare edenlerden ve idare edenler de milletten hoşnut olarak karşılıklı sevgi ve saygı havası içinde uzun zaman mesut ve bahtiyar olmuşlardır.