Akıllı Kişi KAZANDIĞINA SEVİNMEZ!

Handenur YÜKSEL

Büyük İslâm hukukçusu ve müctehidi, Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe 699’da Kûfe’de doğdu. Ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Devrinin seçkin âlimlerinin pek çoğundan ders aldı, ilim öğrenirken ticaretle de uğraşıyordu. Yüze yakın tabiîn âlimiyle görüştüğü ve pek çok kimseden hadis dinlediği rivayet edilir. Emevî halîfesi II. Mervan’ın Kûfe kadılığı teklifini kabul etmeyince hapsedilerek dövülmüş, zindandan kurtulunca, uzun yıllar Mekke’de yaşamıştı. Abbasî halîfesi Mansur döneminde Kûfe’ye dönen Ebû Hanife, yönetimi ciddî şekilde eleştirmeye başlayınca, susturulmak amacıyla Bağdat Kadılığı’na getirilmek istenmiş, görevi reddetmesi üzerine daha önce olduğu gibi yeniden hapse atılmış ve dövülmüştü. Hapisten çıkarılmasından kısa bir müddet sonra 68 yaşında (Eylül 767) vefat etti.

İmam-ı Âzam, mescidinde talebelerine ders verirken biri geldi ve:

“–Yâ İmam, maalesef geminiz batmış!” dedi.

İmam, bir anlık tereddüdün ardından:

“–Elhamdülillâh!” dedi.

Aradan uzun bir müddet geçti. Aynı adam yeniden geldi ve şöyle söyledi:

“–Yâ İmam, müjde! Batan gemi seninki değilmiş.”

İmam bu yeni haber karşısında yine:

“–Elhamdülillâh!” dedi.

Haberi getiren adam şaşırmıştı:

“–Ey İmam, “Geminiz battı!» dedim; «Elhamdülillâh!» dediniz. «Batan gemi seninki değilmiş.» dedim; yine «Elhamdülillâh!» dediniz. Bu nasıl şey?”

İmam Âzam durumu şöyle açıkladı:

“–Sen; «Gemin battı», dediğin zaman kalbimi şöyle bir yokladım. Baktım, dünya malının yok olmasından dolayı kalbimde en küçük bir üzüntü yok. Bu sebeple Allâh’a hamd ettim. «Batan gemi senin değilmiş.» haberini getirdiğin zaman, yine kalbimi yokladım. Baktım, dünya malına kavuştuğumdan dolayı kalbimde bir sevinç yok. Dünya malına bu ilgisizliği bağışladığından dolayı yine Rabbim’e şükrettim.”

Aklı başında olan insan, dünyalık adına ne kazandığına sevinir; ne de kaybettiğine üzülür.

KİMSENİN HATIRI KIRILMASIN!

Osmanlı Devleti’nin onuncu hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman, 1494’te Trabzon’da doğdu. 1520’de yirmi altı yaşında iken tahta çıkan ve batı dünyasında; «Muhteşem Süleyman» olarak bilinen Sultan Süleyman, 1521’de Belgrad’ı, 1522’de Rodos’u, 1526’da Budin’i, 1534’te Bağdat’ı fethetti. 1529’da Viyana’yı kuşattı. Osmanlı Devleti, Kanunî’nin 46 yıl süren saltanatı sırasında dünyanın en güçlü devleti hâline geldi. Yüce hükümdarın, Avusturya’ya yapılan bir sefer sırasında, 7 Eylül 1566’da Zigetvar Kalesi önlerinde vefatı, ülkeyi büyük bir üzüntüye gark etti. Hünkârın ölümüne pek çok mersiye yazıldı.

İstanbul nüfusunun artmasıyla birlikte, çeşme ve kuyuların suyu yetişmemeye başlamış, su sıkıntısı baş göstermişti. Kanunî, bir av esnasında Kâğıthane civarında gezerken eski bir suyolundan sızan suları görüp, o civardan İstanbul’a su getirmenin mümkün olup olmadığının araştırılmasını istemiş, bu konuyla Mimar Sinan’ı görevlendirmişti.

Mimar Sinan, Belgrat Or-manı’ndan gelen su ve dereleri incelemiş ve padişaha, oradaki suların İstanbul’a getirilmesinin mümkün olduğunu arz etmişti. Bu beyan üzerine Sultan, suyollarının derhâl inşasını emrederek, bu işten anlayan kişileri Sinan’ın emrine vermişti.

Sultan Süleyman Han, bir görüşme sırasında Sinan’a sordu:

“–Bu suların İstanbul’a gelmesi hangi yolla olur?”

Sinan şöyle cevap verdi:

“–Padişahım! Bu işin iki yolu vardır. Birincisi, sizin sayısız kullarınız vardır; emrederseniz, hepsi hizmetinizde canlarını verirler. İkincisi ise; emeği karşılığı herkese bir ücret verilmesi, yani bu iş için hazine harcanıp ustalık bedelinin ödenmesidir.”

Kanunî şöyle buyurdu:

“–Birinci tedbirin bize bir fayda olmaz! Doğru olan ikincisidir; suyu kendi malımızdan ücretiyle getirelim, kimsenin zerre kadar hatırı rencide olmasın!”*

* Sâî Mustafa Çelebi, Yapılar Kitabı, İstanbul 2002, s. 50.

VALİ OĞLU OLMASALARDI!

Tanzimat döneminin önde gelen devlet adamlarından Âli Paşa, 5 Mart 1815’te İstanbul’da doğdu. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz dönemlerinde beş defa sadâret makamına getirildi. 1856’da Islahat Fermanı’nı hazırlayan Âli Paşa, 30 Mart 1856’da Kırım Savaşı’nı sona erdiren Paris Anlaşması’nı imzaladı. 1869’da Fuat Paşanın vefatı üzerine Hâriciye Nazırlığı görevini de üstlenen ve Londra Konferansı’na katılarak Rusya ile çıkabilecek bir savaşı da önleyen Âli Paşa, 7 Eylül 1871’de 56 yaşında iken vefat etti.
Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşanın, Sadrazam Âli Paşa ile arası açıktı. Her yerde paşa aleyhinde konuşuyor, onun hakkında dostlarına; «O, bir kapıcının oğludur.» diyor, küçümsüyordu.

Dedikoducular, bu sözü hemen Âli Paşa’ya yetiştirdiler. Paşa şu cevabı verdi:

“–Bu söz doğru, ben bir kapıcının oğluyum. Fakat Allâh’a şükürler olsun ki, bugün sadâret makamında bulunuyorum. Acaba kendileri, Mısır valisinin oğlu olmasalardı, ne olacaklardı?”

GÜNEŞ DOĞMUŞSA TEMBELLİK BASAR!

Gazeteci yazar ve bestekâr Ahmet Rasim 1865’te İstanbul’ da doğdu. Çeşitli dergi ve gazetelerde şiir ve makaleleri yayınlandı. İstanbul hayatını fevkalâde güzellikte tasvir eden Ahmet Rasim, meşhur eseri «Şehir Mektupları»nda, II. Abdülhamid döneminin İstanbul’unu sade ve kıvrak bir üslûpla anlatır. Yazılarının en büyük özelliği, sohbet tarzında kaleme alınmasıdır. Türk mûsıkîsi alanında da hizmet veren ve altmış civarında şarkı besteleyen ünlü yazar 21 Eylül 1932’de Heybeliada’da vefat etti.

Tanınmış yazar Ahmet Rasim’in, «Sevimli Ay Dergisi»nin düzenlediği; «Muharrir ve ediplerimiz nasıl yazı yazarlar?» isimli ankete verdiği cevap oldukça ilgi çekicidir:

“İştahlı olarak çalıştığım ve yazı yazdığım zamanlar beş-altı saatlik «deliksiz» denilen uykudan sonrasıdır. Uyandığım zaman gece olmalıdır, güneş doğmuşsa hemen tembellik basar. Arada öğleden sonra da çalışır, yazarım; ama sabaha bir-iki saat kala çalıştığımın, yazdığımın tadını, zevkini öğleden sonraki çalışmalarında bulamam.

Gürültü sevmem. Bir zamanlar aldırmazdım; ama ihtiyarlık bastıkça sinirleniyorum. Hele sokak satıcılarından, araba, otomobil gürültülerinden, tren, vapur düdüklerinden, pencereden pencereye bağıra-çağıra konuşan komşulardan ziyadesiyle tedirgin oluyorum. Çocukları sevdiğim için onların haşarılıklarını, koşup-bağırmalarını severim.

Bazı geceler, kendimce dikkate değer, önemli saydığım yazılar için sevine sevine uyanır, hemen masa başına geçerim. Saatlerce uğraşırım; yorulmam, bıkmam. Bayağı ağzım sulanır, neşelenir, keyiflenirim. Bu hâl arada gündüz de olur. Sokaktaysam acele ile evime döner, hemen soyunur, masaya atılırım.”**

** Muzaffer GÖKMAN, Ahmet Rasim, İstanbul 1989, c. 1, s. 29.