SEN KENDİNİ KURTARMIŞSIN!

Handenur YÜKSEL

Ünlü Osmanlı şeyhülislâmı ve hukukçusu Ebussuud Efendi 1490’da İstanbul’da doğdu. Asıl adı Muhammed’dir. 1532’de Bursa, altı ay sonra da İstanbul kadılığına tayin edildi. 1537 Ağustos’unda Rumeli Kazaskerliğine getirilen Ebussuud Efendi, bu görevde sekiz yıl kaldı. Çevresine oldukça yumuşak davrandığı hâlde, heybetinden yanında kimse ağzını açamaz, sözleri hürmetle dinlenirdi. 1545’te şeyhülislâmlık makamına tayin edilen Ebussuud Efendi bu görevi yirmi dokuz yıl sürdürdü. 23 Ağustos 1574’te, seksen dört yaşında iken İstanbul’da vefat eden ünlü Osmanlı hukukçusu, Eyüp Sultan Camii’nin karşısındaki hazîreye defnedildi.

***

Kanunî, vefatına yakın şöyle vasiyet etmişti:

“Beni çekmecemle defnedin!”

Sultan vefat edince, vasiyeti üzerine çekmecesini de mezarlığa getirdiler. Ancak hocalar, çekmecenin kendisiyle birlikte gömülmesine izin vermedi. Bu sırada çekmeceyi taşıyan görevli onu elinden düşürünce, içinden dökülen bir sürü evrak mezarın üzerine uçuşuverdi. Bunlar Sultan Süleyman’ın, Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’den aldığı fetvalardı. Padişah, bu vasiyetiyle bütün icraatını meşrû bir zeminde yaptığını anlatmak istemişti.

Cenazede bulunan ve durumu gören şeyhülislam, gözyaşlarına boğularak şöyle dedi:

“Ah Süleyman! Sen kendini kurtarmışsın, iş bize kalmış!”

 

ÖLDÜRMEK HAMİYETİMİZE YAKIŞMAZ!

Rivayete göre, Kuyucu Murad Paşa 1522 yılları civarında doğdu. Devşirme usûlü ile saraya alınan ve burada yetişen paşa, devletin çeşitli kademelerinde hizmet ettikten sonra, evvelâ Yemen ve Trablusşam, daha sonra Karaman, Kıbrıs, Şam ve Diyarbekir Beylerbeyliği yaptı. Haçova Meydan Savaşı’nda büyük kahramanlıklar gösterdi. 1606’da sadrazam tayin edildikten sonra celâlîler (eşkıya) üzerine yürüyerek, başta Canpolatoğlu ve Kalenderoğlu isyanları olmak üzere pek çoğunu bastırdı. İstanbul’a, beraberinde dört yüz civarında celâlî (isyancı) bayrağıyla döndüğü rivayet edilir. 5 Ağustos 1611’de, İran üzerine bir sefer hazırlığında iken, Diyarbekir’de vefat etti. Na’şı İstanbul Vezneciler’deki türbesine defnolundu.

***

Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, 1610’da İran üzerine sefer düzenlemişti. O sırada Diyarbekir valisi bulunan Nasuh Paşa sadrazamlık arzusuyla yanıp tutuşan, zengin bir vezirdi; Sultan I. Ahmed’e gönderdiği namede Murad Paşa’yı şöyle tenkit ediyordu:

“Kuyucu, ancak eşkıyanın hakkından gelir, meydan savaşı yapamaz. Şayet beni sadrazam tayin ederseniz, hem İran’ın hakkından gelir, hem de orduyu kendi paramdan beslerim.”

Padişah bu mektubu, gereğinin yapılması için, Kuyucu Murad Paşa’ya gönderdi. Sadrazam, nameyi okuyunca Nasuh Paşa’yı çağırarak bu sözlerin kime ait olduğunu sordu.

Vali cesaret gösterip, mektubu kendisinin yazdığını itiraf edince şu emri verdi:

“Öyleyse karşıla bakalım, Ordu-yu Hümâyun’un masrafını!”

Böylece, Nasuh Paşa’dan kırk bin altın aldı.

Sadrazamın yakınları, Nasuh Paşa’yı öldürmeyip, sadece altınlarıyla yetinmesinin sebebini sorunca şöyle cevap verdi:

“Nasuh Paşa hem eşsiz bir asker, hem de başarılı bir idarecidir. Onu idam etmekle devlete hizmet değil, fenalık etmiş olurum. Ayrıca o sadrazam olmaya da lâyıktır, öldürmek hamiyetimize yakışmaz.”

 

KEMİKLERİM DUA EDECEK!

Sultan Abdülaziz’in oğlu olan Halîfe Abdülmecid Efendi 1868 yılında İstanbul’da doğdu. 18 Kasım 1922’de, «Bakanlar Kurulu» kararıyla halîfe seçildi. Ancak, 3 Mart 1924’te hilâfet kaldırılınca, ülke dışına çıkarılmasına karar verildi. Önce İsviçre’nin Büyük Leman Gölü yakınlarındaki bir kasabaya yerleşen Abdülmecid Efendi, daha sonra masrafların yüksekliği sebebiyle Fransa’ya geçti, orada siyasetten uzak bir hayat yaşadı. Resim ve mûsıkînin yanı sıra hat sanatında da pek çok eser veren Abdülmecid Efendi, «hattat halîfe» olarak bilinir. 1939’da Paris’e yerleşen son halîfe, 23 Ağustos 1944’te geçirdiği bir kalp krizi sonucu, 76 yaşında iken hayata veda etti. Na’şı on yıl sonra(!) 1954’de, Medine’deki Cennetü’l-Bakî mezarlığında toprağa verildi.

***

Halîfe Abdülmecid Efendi’ye bir gün ânîden, birkaç saat içinde ülkeyi terk etmesi emredildi. İkāmetine ayrılan Dolmabahçe Sarayı’nın çevresinde yoğun güvenlik tedbirleri alındıktan sonra, kendisine İsviçre Konsolosluğu’ndan çıkartılan bir pasaportla, bir miktar para verildi. Halîfe, gece yarısı aile efrâdıyla birlikte saraydan ayrılırken gazetecilere şöyle diyordu:

“Ben ölsem de, kemiklerim bu milletin refahına dua edecektir!”

BANA DEĞİL, ALLÂH’A SIĞIN!

Keçecizâde İzzet Molla 1785’te İstanbul’da doğdu. Medrese eğitiminden sonra ilmiye sınıfına geçerek, 1825’te Mekke Kadısı, 1827’de Eyalet Tevzî Defteri Müfettişi oldu. Bir süre Keşan’da sürgün kaldıktan sonra, affedilerek yeniden İstanbul’a döndü ve devlet hizmetine alındı. Ancak, Osmanlı-Rus Savaşı’na taraftar olmadığı için aynı yıl, bu defa da Sivas’a sürüldü. Haklı olduğu anlaşılınca, affı için ferman çıkarıldı. Ancak ferman kendisine intikal etmeden, 1849 Ağustos’unda 64 yaşında iken vefat etti. Önce Sivas’a gömüldü, daha sonra na’şı İstanbul’a getirilerek Atpazarı’ndaki Mustafa Bey Mescidi avlusundaki aile mezarlığına defnedildi. Nüktedan, zeki, hoşsohbet bir zattı.

***

İzzet Molla, bir yemek davetinde obur bir adamın yanına düşmüştü. Adam; tatlı ikram edildiğinde, kaşığını öyle bir daldırdı ki, oradan bir parça tatlı sıçrayıp, İzzet Molla’nın önüne yuvarlanıverdi.

Keçecizâde, başını esefle sallayarak şöyle söylemekten kendini alamadı:

“A mübarek tatlı, şu oburun elinden bana değil, Allâh’a sığın!”

ÇÖPLÜĞE YAKIŞIR ŞEYLER!

Şair ve yazar Orhan Seyfi ORHON 1890’da İstanbul’da doğdu. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra uzun yıllar İstanbul’un çeşitli liselerinde edebiyat öğretmenliği yaptı. Dostlarıyla birlikte, başta Çınaraltı olmak üzere pek çok dergi çıkardı, ayrıca günlük gazetelerde fıkra yazarlığı yaptı. Orhon, Türk şiirinde «Beş Hececiler» diye bilinen şairlerimizdendir. Şiire aruzla başlamış, «Millî Edebiyat» ve «Genç Kalemler» gibi edebiyat akımlarının etkisiyle hece veznine dönmüştü. 22 Ağustos 1972’de, İstanbul’da hayata gözlerini yuman Orhon’un şiir kitapları arasında «Fırtına ve Kar», «Gönülden Sesler», «O Beyaz Bir Kuştu» en bilinenleridir.

***

Orhan Seyfi ve arkadaşları «Çınaraltı» dergisini yayımladığı sırada, İzzettin DİNAMO ve arkadaşları «Küllük» isimli bir dergi çıkardılar.

Orhan Seyfi bir yazısında bu dergiyi şu sözlerle eleştirdi:

«Bugünlerde yeni bir dergi daha çıktı. Adı «Küllük», yani çöplük; tam kendine yakışır bir isim. İçindeki yazılar da zaten çöplüğe yakışır şeyler!”