Balkanlar’ın Kudüs’ü SARAYBOSNA…

Yard. Doç. Dr. Rıdvan CANIM

ridvancanim@mynet.com

Saraybosna, Bosnasaray, Sarayova ya da Sarajevo… Bosna-Hersek’in bu güzel başkenti hâlâ yaralı bir şehir görünümünde. Özellikle havaalanının da içinde bulunduğu Dobrinja’da bir semt tanınmayacak derecede yakılıp yıkılmış. Şehirdeki başkanlık sarayı ya da meclis binası, Oslobojenya (Zafer) gazetesi binası ve meşhur Holiday Inn Oteli gibi birçok bina özellikle bombalanmış hâliyle korunuyor…

Bosna Irmağı’nın Miljecka Nehri ile birleştiği yerde, Trebeviç ile Zuc ve Hum tepeleri arasındaki vadide kurulmuş bulunan Sarayova, Osmanlılarla birlikte gerçek şehir kimliğine kavuşmuş. Önceleri Bosnavar adında küçük bir kasaba iken zaman içerisinde Dubrovnik ve Makedonya’dan Macaristan’a giden yolların kavşağında son derece önemli bir kent hâline gelmiş. Osmanlı fethiyle birlikte Anadolu’dan buralara çok sayıda Müslüman-Türk getirilip yerleştirilmiş.. Özellikle Kanunî döneminde en parlak yıllarını yaşayan Saraybosna, şehrin gerçek mimarı Gazi Husrev Bey’in büyük çabalarıyla kısa sürede dünyanın kıskandığı bir şehir hâline gelmiş… Uzun yıllar burada eyalet valiliği yapan Gazi Husrev Bey, inşa ettirdiği cami, çarşı, han, hamam, kervansaray, kütüphane, saat kulesi, tekke, medrese gibi sosyal kurumlarla şehri ihya etmiş. Şimdi de kendi yaptırdığı caminin avlusunda serin çınarlar altındaki türbesinde yatıyor Husrev Bey…

Saraybosna; kalesi, saray ve köşkleri, cami ve mescidleri, medreseleri, dârülhadis ve dârülkurrâları, çocuk mektepleri, imaretleri, bekâr odaları, çarşı ve bedestenleri, tekkeleri, sebil ve çeşmeleri, köprüleri, han, hamam ve kervansarayları, su kuyuları ve değirmenleri ile bir zamanlar Osmanlı’nın Rumeli’ndeki müstesnâ güzellerindenmiş…

Saraybosna’da Osmanlı mirası mimarî eserlere en büyük darbeyi Avusturya Prensi Eugene de Savoie ya da bizim bildiğimiz ve söylediğimiz şekliyle Prens Öjen vurmuş. Aynı tarihî eser katliamını Üsküp’te de gerçekleştiren bu kundakçı, 11 Eylül 1697 yılında Saraybosna’da bir günde 120 camiyi birden yerle bir etmiş…

“Saraybosna! Öylesine yalın gül hüznüyle baktım kan ırmaklarına… ki / damarda kan, gökte al bir hilâl ürperdi…” (Nazir AKALIN)

Günümüzde Saraybosna’nın en güzel mekânları olarak dikkati çeken ve Boşnakların «Başcarşiya» biçiminde telâffuz ettikleri «Başçarşı» şehri gezmeye gelenleri büyülemeye devam ediyor. Savaşın acımasızca tahribatına rağmen…

Boşnaklar, çalışkan ve gayretli insanlar. Savaşta, Sırp topçusunun en önemli hedefleri arasında olan Başçarşı ve çevresindeki kültürel doku, eskisinden de güzel bir biçimde düzenlenmiş. Ara sokaklardan birinden Başçarşı’daki meydana ilk çıkışımda gördüğüm manzara karşısında olduğum yerde çakılıp kalıyorum. Âdeta zaman tüneline giriyor ve bir anda 16. asra çıkıyorum… Meydandaki tarihî Osmanlı çeşmesi, çevresinde konup havalanan sayısız güvercinle size nereyi hatırlatır dersiniz?..

Başçarşı’da ölümsüz Osmanlı yâdigârlarından birinin yanından geçerken bakıyorum, üzerinde «Brusa Bezistan» yazıyor. Evet Brusa… Çünkü 16. asırda da Bursa böyle yazılıyordu. İnanılmaz bir şey bu… Bu nezih kapalı çarşı da Kanunî’nin damadı Sırp kökenli bir devşirme olan Rüstem Paşa’nın hediyesi Başçarşı’ya ve tabiî Saraybosna’ya… Köfteciler, ayakkabıcılar, halı-kilim dükkanları, bakırcılar, ağaç işleri yapanlar… Hepsi burada… Ve Saraybosna’da Türk kahvesi… Meydandaki Hoca Durak ya da diğer ismiyle Başçarşı Camii’nin bahçesinden bu tarihî meydana taşan uhrevî hava tarif edilecek gibi değil.

Saraybosna’da, hattâ Bosna’nın diğer şehir ve kasabalarında gezip dolaştığımız her yerde Osmanlı’nın sembolü üç ağacı görüyoruz hep: Çınar, servi ve ıhlamur… Meydanlar, cami avluları ve mezarlıklar hep bu ağaçlarla donatılmış. Tabiî bunlara hemen yanı başlarında gürül gürül akan buz gibi soğuk sularıyla Osmanlı çeşmelerini yani sebillerini de ekleyebilirsiniz. İşin garip tarafı ülkemizde aktığını pek az gördüğümüz bu çeşmelerden burada akmayanına hiç rastlamadık!..

Kurşunlu Medrese ve Morica Han mutlaka görülmesi gereken yerler buralarda… Bu hâliyle Saraybosna, daha önceki gezilerimde yüreğimde taht kuran Balkanlar’ın diğer iki güzel kenti Üsküp ve Prizren’in yerini hemen sorgusuz sualsiz alıyor. Buna itiraz etmem mümkün değil… Çünkü burası Saraybosna! Osmanlı’yı tanımak ve o havayı teneffüs etmek isteyenleri hiç durmadan bu sihirli, bu kutlu, bu şanlı gāzî şehri görmeye davet ediyorum… Bu kültürler ve dinler mozayiğine… Balkanların Kudüs’üne… Çünkü Saraybosna, Müslümanların şeyhülislâmına, Katoliklerin başpiskoposuna, Ortodoksların metropolitine ve Yahudilerin hahamına yer veriyor bağrında. Çünkü o hâlâ bir Osmanlı şehri…

Şehirde, 18. yüzyıl başlarında inşa edilen; avlusu, sofaları ve geniş odalarıyla bir Osmanlı sanatı şâheseri olan «Svrzo’s House», yolu Saraybosna’ya düşenlerin mutlaka görmeleri ve havasını teneffüs etmeleri gereken bir mekân diye düşünüyorum…

Bosna-Hersek toprakları sadece günümüzde değil, Osmanlı asırlarında da sayısız ediple Osmanlı-Türk edebiyatının en güzel örneklerini ortaya çıkarmış… Tâ Fatih Sultan Mehmed devrinden beri buralarda yaşayan insanlar, önce Müslüman olmuşlar, ardından Osmanlı tarih ve kültürü ile bütünleşmişler, devletin siyasî ve idarî kadrolarında önemli mevkilere yükselen çok değerli sîmalar yetiştirmişler. Osmanlı tarihinin unutulmaz sadrazamlarından II. Selim’in damadı Sokollu Mehmed Paşa ve Kanunî’nin damadı Rüstem Paşa, Hadım Sinan Paşa, Damat İbrahim Paşa, Kara Davud Paşa, Topal Receb Paşa, Sofu Mehmed Paşa, Koca Mustafa Paşa, Tiryaki Hasan Paşa, Cezzar Ahmed Paşa bu toprakların Osmanlı siyasetine hediye ettiği belli başlı isimlerden bazıları…

Bir zamanlar Gelibolu’da ayaklarını karaya basan Türk akıncılarının bir şeydâ âşık gibi sayıklarcasına koşup kollarını boynuna dolayıverdiği Rumeli, ne de çabuk kaftan değiştirmiş, bu nazlı vücuda saraylardan, hanlardan, camilerden, medreselerden, imaretlerden, köprülerden süslü elbiseler giydiren Türk zevki, devletin ve milletin ortak gayretleriyle bu toprakları nasıl da bir açık hava müzesi hâline getirmiş. Kimi gelmiş, birer mızraklı efsane kahramanı gibi, şehirlerin ismetine nöbet tutan narin minareli camiler kurdurmuş… Kimi gelmiş, garibi, konuğu, tanrı misafiridir diye ağırlayan kervansaraylar yaptırmış… İlme-irfana susamış niceleri gelmiş medreseler, dershaneler, mektepler yaptırmış… Temizliği îmanın yoldaşı bilen niceleri gelmiş külhanlar, hamamlar inşa ettirmiş… Ya çarşılar, arastalar, bedestenler, hanlar, dükkânlar kurup vakfeden hayır sahiplerinin gayretlerine ne demeli!?.

Açlığın, birçok kötülüğün anası olduğunu çok iyi idrak etmiş olan Türkler, şehirlerde, kasabalarda ne kadar çok aşhane, imarethane kurmuşlar, bir lokma ekmek için işlenecek suçları nasıl da önceden karşılamayı bilmişler. Ya Müslüman-Türklerin su sevgisi!.. Çeşmeler, sebiller, su kemerleri… Bu eli açık, kapısı dayalı, gözü tok, gönlü pek millet bir türlü suya doyamamış, onun için de rast geldiği her köşeye ibadet derecesine varan bir şevkle sebiller, selsebiller, çeşmeler kurdurmuş.

Ya külliyeler?!. Camiyi ortasına alan külliyede medrese, kütüphane, misafirhane, aşhane, mumhane, şifahane, tâbhane, han ve kervansaraylarla sosyal hayat son derece canlı bir unsur hâline gelmişti. İşte bu anlayış içerisinde önce Bursa doğdu. İstanbul ve Edirne geldi ardından. Ve sonra diğerleri…

Filibe, Sofya, Üsküp, Prizren, İşkodra, Saraybosna, Manastır, Köstendil, Mostar, Eski Zağra, Banyaluka, Travnik, Budin, Şumnu, Trabzon, Silistre, Kahire, Varna, Kütahya, Tırnova, Bağdat, Amasya, Plevne, Vidin, İskenderiye, Manisa, Peşte, Şam, Diyarbakır, Selânik, Mekke, Medine, Erzurum, Zagrep, Konya, Belgrad, Halep, Niş, Bahçesaray…