Ne Yazık DOĞMUYORUZ ŞİMDİ O TOPRAKLARDA

Ayla AĞABEGÜM

Gizli bir his bana, hâtif gibi ihtâr ediyor;
Çok yavaş, yalnız içinden duyulan sesle, diyor:
«Gitme kal! Sen bu taraf halkına dost insansın:
Onların meşrebi, iklîmi ve ırkındansın.»
(Yahya Kemal)

Yahya Kemal’in «Koca Mustâpaşa» şiirini son günlerde defalarca okuma ihtiyacını duyuyor, şiir bittiğinde bir hayal âlemine dalıp dinleniyorum. Gazetelerin bir kısmı iktidarın yayın organı gibi, bazen manşetler bile aynı. Halkın üzüntüsü, duyguları, hayalleri orada yok. «Biz varız ve sizin yerinize düşünüyoruz, siz yorulmayın, zahmet etmeyin, sadece bize güvenin.» diyorlar.

Karşı basın, iktidarı eleştirmek için elinden geleni yapıyor. Bir gün de doğru olanı söyleyerek örnek olacak bir hareketi dile getiremiyor. Halk, efsunlanmış gibi okuduğuna ve dinlediğine inanarak, düşünmeden kolay yolu seçiyor.

Düşünmek; okuduğunu, seyrettiğini, dinlediğini yorumlamak isteyenin işi zor. Tarafların sert bir şekilde birbirleriyle hesaplaştığı bir ortamda, tarafsız olmak, o gün için haklı kimse veya kimlerse, onun veya onların yanında olmak; “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” tavsiyesini ilke edinmek kolay değil.

Yabancıların gizli sponsor olarak kurduğu gazete veya televizyonlar gündemi belirliyor. Bizim münevver, yazar, düşünce insanı diyerek inanmak istediğimiz kişilerin bir kısmı, eskilerin deyişiyle; «Kimin arabasına binerse onun türküsünü» çağırıyor.

Vakıflar Kanunu’nun onaylanmasının getireceği sonuçlar, yabancılara toprak satışının sınırlarının nasıl çizileceği, dilimizin ve dil birliğimizin bozulma çalışmaları, vatan, bayrak, dinî ve kültürel değerlerin küreselleşme sarhoşluğu içinde hafife alınması, ahlâkî değerlerin unutulması, âdâb-ı muâşeret kāidelerinin alay unsuru olması, vefasızlığın, verilen söze uymamanın, şiddetin kültürümüzün bir parçası hâline gelmesi… Tartışılıp çareler üretilmesi gereken konular değil mi?

«Ben mi düşüneyim; bana mı kaldı; devlet, belediyeler, sivil toplum kuruluşları ne yapıyor?..» demeye hakkımız yok. Doğru düşündüğümüz konuda yalnız kalabiliriz, projelerimizi anlamak, uygulamak istemeyenler olabilir. Hattâ bizi, düşündüğümüz konularda hafife alabilirler. Susmak, projenizin peşinde koşmamak, darılmak, sessizleşmek ve gününü gün edenlerin yanında olmak gibi bir lüksümüz var mı?

Canlanmak, enerji toplamak, biraz nefes almak için bir şarkıya, türküye, şiire, hikâyeye, bir hâtıraya, seçilmiş bir esere sığınmak… Sonra kaldığımız yere dönerek aşkla, şevkle çalışmak… Yahya Kemal’in şiirinde dinlenirken şiir;

Ne yazık! Doğmuyoruz şimdi o topraklarda

diye bitiyor. Rüyadan uyanıyor; «O topraklarda doğacak olan çocuklar için yapacaklarımız olmalı.» diyorum.

Ormanlarımız cayır cayır yanarken; ağaçların, kuşların, bütün canlı varlıkların ağlayışını, iniltisini kalbimizde hissedemiyorsak yazık bize.

Hissetmek, düşünmektir, çare aramaktır. Bir bölgenin muhtarı, yangın havuzu yaptırmış, bütün gün havuzdan su alınarak yangın söndürülmeye çalışılırken, bir taraftan da havuza su taşınıyormuş. Gazetede bir köşeye sıkışmış küçük bir haberdi.

«Türkler, soykırım yapmıştır.» diyerek roman yazan Elif ŞAFAK’lar, Orhan PAMUK’lar övgüler, armağanlar alıyorsa, devlet katında ağırlanıyorlarsa, vatan sevgisiyle dolu olan insanların yaptıkları faydalı projeler de uygulanır hâle getirilmeli, ödüle lâyık bulunmalı ve faydalı projeler uygulamada başarıya erişmişse devlet desteğiyle diğer bölgelerde de uygulanmalı.

Benim zaman zaman uyguladığım, son günlerde daha da zevk alarak yapmaya çalıştığım edebiyatımızın güzel örneklerinden seçtiğim parçaları okuyucularla paylaşıp beraber düşünmek, hattâ alıntı yapılan parçanın bütününü okumaya çalışmak. Değerlerimize karşı duyarlı olduğumuz hâlde unuttuğumuz güzellikler içimize tekrar örnek parçalarla yerleşebilir.

Ahmet Hamdi TANPINAR, ağaç sevgisini unutanlara oldukça düşündürücü bir cümleyle sesleniyor:

“Ağaç, güneşin adına söylenmiş bir kasîdeye benzer ve toprağa emanet edilmiş bir ağaç, mahalleye, semte, şehre hattâ topluma ve bütün bir îmana emanet edilmiş bir değerdir.”

İstanbul’da bütün ahşap evler bahçeliydi, o ahşap evler yıkılıp, apartmanlar yapılırken bahçenin olmaması hepimizi üzüyor. «Suçlu kim?» Demek ki mahallemize sahip çıkamamışız. Yahya Kemal’i, Tanpınar’ı, tasavvuf erbabından seçilmiş hikâyeleri, sözleri okumadan yetişen; müteahhitler, mimarlar, belediye başkanları, diğer yetkililer Türkiye’nin her yerini taş binalarla acımasızca doldurdular.

Tanpınar, toplumumuza ve îmanımıza seslenirken bizi suçluyor, anlayabilirsek suçlama çok ağır.

Vatan konusunda yazılanların en güzellerinden biri de Namık Kemal’in «Vatan» başlıklı yazısıdır. Vatanî duygular şiirleşmiştir:

“Vatan, öyle bir galibin kılıcı veya bir kâtibin kalemiyle çizilmiş belirsiz hatlardan, sınırlardan ibaret değil; millet, hürriyet; menfaat, kardeşlik, hakları kullanma, hâkimiyet, atalara hürmet, aileye saygı, çocukluk hâtıraları gibi birçok yüce duyguların toplanmasından oluşmuş mukaddes bir düşüncedir.” Yazının bütününü okuyarak düşünelim…

Namık Kemal’in tarifindeki ve isimlerini sayamadığı yüce duyguların uçup gitmesine seyirci kalamayız. Bu yüce duygular geçmişte nasıldı, günümüzde devam ediyor mu? Etmiyorsa hayatımızdan uçup gitmesinin önüne nasıl geçebiliriz?

Geçenlerde bir gazeteye mülâkat veren bir öğretim görevlisi Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığını söylüyordu.

Biz, lise yıllarında gençlere Kurtuluş Savaşı yıllarının acı hikâyelerini, o devirde yazılan şiir ve romanları okutsaydık, gençler bu düşüncede olanlara bilgileriyle karşı koyarlardı.

O yıllarda Âkif, Nasrullah Camii kürsüsünden seslenir:

“Milletler; topla, tüfekle, zırhla, ordularla, tayyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak, aralarında râbıtalar çözülerek, herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin kaygısına düştüğü zaman yıkılır…”

Yazının bütününü okurken, siz de Âkif gibi ağlayacaksınız. Kendimize gelmek için ağlamaya ihtiyacımız var…