İnsanî İhtiyaçlar Harmanında… HELÂL GIDA… MÂNEVÎ TERBİYE… HAKİKÎ İLİM… MUHTACIZ…

YAZAR : Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

İnsan bu dünyaya üç temel ihtiyaçla gelir.

Bu üç ihtiyacın dünya hayatında karşılanması îcap eder. Aksi hâlde maddî ve mânevî açıdan açlık ve mahrumiyet ile insanlık zedelenir.

İnsanın temeldeki bu üç ihtiyacını öncelik ve önemleri itibarıyla tasnif etmek gerekirse ilk sırada beşerî/bedenî ihtiyaç gelir. Çünkü her şeyden evvel hayatın devam ettirebilmesi, insanlık ve kulluk hususiyetlerinin yerine getirebilmesi için birinci ihtiyaç:

1. GIDA İHTİYACI:

İnsan, varlık âlemine adım attığı andan itibaren gıdaya muhtaçtır.

Doğmadan önce kordon vasıtasıyla annenin gıdasıyla beslenir.

Doğduktan sonra bir müddet anne sütüyle beslenir.

Daha sonra da her biri Cenâb-ı Hakk’ın birer lütfu ve ihsanı olan çeşit çeşit gıdalarla, nimetlerle beslenir.

Ancak unutmamalı ki;

Bu beslenme ihtiyacı karşılanırken gıdaların helâl olması insanın istikameti için mühim bir vesiledir. Çünkü helâl olmayan, haram ve şüpheli şeylerle beslenen kimsede ibadet şevki ve kulluk aşkı olmaz. Gönül hantallaşır. İslâm ahlâkı ve yüce faziletler âdeta unutulur.

Dolayısıyla;

Kalbin ve kalbe ekilen mâneviyat tohumlarının semere vermesi yolunda dikkat edilecek ilk husus, helâl gıdadır. Cenâb-ı Hak; helâl, temiz ve nezih gıdalar ile gıdalanmamızı ister. Bu o kadar mühimdir ki, Efendimiz:

“Komşunuza yemek kokusuyla eziyet etmeyin!” (Beyhakî, Şuab, VII, 83) buyurmuştur.

Yani;

Yemeğin; müspet kokusuyla mahrumların canını çektirmemesine veya menfî kokusuyla kimseyi rahatsız etmemesine dikkat etmek emredilmiştir. Çünkü böyle bir eziyetin karıştığı yiyeceğin helâlliğine halel gelmiş demektir.

Gıdada bu derecede hakka-hukuka dikkat edebilmek, helâllik ölçülerine riayet edebilmek, şüphelilerden kaçabilmek; maddî bünyemizi beslerken, mânevî tarafımızı zayıf düşürmemek açısından fevkalâde ehemmiyet arz eder.

Haram lokmanın kalbimize menfî tesirleri hakkında Hak dostlarının pek mühim îkazları vardır.

Meselâ mâneviyat pınarları gürül gürül akan Mevlânâ Hazretleri dahî şöyle buyurmaktadır:

“Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi.”

Yine Hazret-i Mevlânâ’ya göre;

LOKMALAR TOHUM GİBİDİR

“Lokmalar tohum gibidir. Fikir, düşünce ve niyetler onun mahsulüdür.”

“Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmadan doğar. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse bil ki o lokma, şüpheli veya haramdır.”

Büyük mutasavvıf Abdülkādir Geylânî Hazretleri de:

“Haram yemek kalbi öldürür. Helâl yemek ise ihya eder. Lokma var seni dünya ile, lokma var seni âhiret ile meşgul eder. Lokma var, seni Hak Teâlâ’ya rağbet ettirir.” buyurmuştur.

Bu gerçeklerden hareketle dinimiz bir gıda rejimi telkin eder. Gönlümüze, lâyık olmayan kişilerin muhabbetini koymamakta göstereceğimiz dikkati; vücudumuza haram bir lokmanın girmemesi hususunda da göstermeli ve Cenâb-ı Hakk’a şu şekilde ilticâ etmeliyiz:

“Yâ Rabbî, bana şüphelilerden ve haramlardan kaçınmayı lutfet.

Yâ Rabbî sevdiğini bana sevdir ve beni sevmediğinden uzaklaştır, kalbimi koru!”

Aynı şekilde;

Yemek-içmek hususunda helâllik ve hakka riayet yanında ölçüyü aşmamak da mühimdir.

Çünkü tasavvuf yolunun büyükleri nefsi dizginlemenin üç usûlünü ortaya koymuşlardır:

Kıllet-i taam (az yemek)

Kıllet-i menâm (az uyumak)

Kıllet-i kelâm (az konuşmak)

Oburluk, aşırı tüketim, lüks ve gösteriş, İslâm’ın tanımadığı bir hayat tarzıdır. «Yarın bu nefsin konağı mezar olacak.» telâkkîsi içindeki mü’minlerin de farklı davranmamaları gerekir.

Çünkü hadîs-i şerifte buyurulduğu üzere kazançlarımız da harcamalarımız da hesaba çekilecektir:

“Kıyâmette ilk sorulacak suallerden birisi; «Nereden kazandın ve nereye harcadın?» olacaktır.”

Hâsılı;

Bedenimizin; bize Cenâb-ı Hak tarafından verilen bir emanet olduğunu unutmadan, itidali aşmadan, yemek hususunda nefsi terbiye etmek zarurîdir.

Çünkü her işin başı terbiyedir. Dolayısıyla ikinci ihtiyacımız;

2. MÜREBBÎ/TERBİYE EDİCİ İHTİYACI:

İnsanın doğuştan muhtaç olduğu ikinci husus, terbiye…

Her insan gıdaya muhtaçlık yanında bir de mürebbîye/terbiye ediciye/eğiticiye muhtaç olarak dünyaya gelir.

Çünkü insan, hayata âciz olarak başlar. Kendi kendine hiçbir şey yapamaz bir hâlde dünyaya adım atar. Bu sebeple bir mürebbîye mutlaka ihtiyacı vardır.

Bu durum, büyüdüğünde sadece vasıf değiştirir. Yani doğduğunda bedenî acziyet önce iken; büyüdüğünde kalbî, fikrî ve irâdî acziyeti öne çıkar. Dolayısıyla mürebbî ihtiyacı daha şiddetli bir şekilde kendini gösterir.

Çünkü insana nefis ve ruh verilmiş, bir de bu gurbetteki imtihanlar sebebiyle üzerine iblis musallat edilmiştir.

İnsandaki nefis, diğer mahlûkattaki nefis ile aynıdır. Yani terbiye edilmeye muhtaç, ham bir hâldedir.

Terbiye yoluyla nefis, iblise karşı mukavemet kazanmalı, iblisin getirdiği engelleri bertaraf edecek kıvama gelmelidir. Eğer terbiye edilmezse, yani iblise ve nefsânî iştihalara karşı koyma kuvveti kazandırılamaz ise netice, dünyada da âhirette de felâket olur.

Mürebbî yol gösterip terbiye eden mânâsındadır. En büyük mürebbî Cenâb-ı Hak’tır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın en çok zikredilen isimlerinden biri de «Rab» ism-i şerîfidir. Sırasıyla en büyük mürebbîler; peygamberler, evliyaullah, sâlih ve sâliha olan anne-babalar ve hocalardır.

Cenâb-ı Hak insanın terbiyeye olan ihtiyacını karşılamak üzere tarih boyunca peygamberler göndermiştir. Onların vazifelerini de âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurmuştur:

“Andolsun ki Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)

Buna göre;

Peygamberlerin birinci vazifesi; gönderildikleri topluma Allâh’ın emirlerini tebliğ etmek, âyetleri duyurmaktır.

İkinci vazifeleri de, ümmetlerini tezkiye etmek, yani onların iç âlemlerini temizlemek, onları bir fazilet toplumu hâline getirmektir.

Nitekim Efendimiz’in teşrif ettiği asır; tam bir cahiliye devri, yani insanların ahlâkî mânâda Hint Okyanusu’nun dibinde yaşadığı, vahşetin ise zirvesinde dolaştığı bir zamandır. Mehmed Âkif’in ifadesiyle;

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta,

Dişsiz mi bir insan onu kardeşleri yerdi!

İşte böyle bir asrın insanları; Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî tezkiyesiyle fazilet ve ahlâkta zirve olan ashâb-ı kiram hâline geldiler. O insanlarla bir faziletler medeniyeti kuruldu.

Peygamberlerin üçüncü vazifeleri ise ümmetlerine Kitab ve hikmeti öğretmektir.

Bütün bunlar insanın kemâlâtını/olgunluğunu tamamlayan hususlardır. Bunları en güzel şekilde icrâ edenler, yani tezkiye ve talim vazifeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın gözetiminde toplumları için cihanın en büyük mürebbî ve muallimleri peygamberler olmuşlardır.

En zirvede peygamberlerin talim, terbiye ve tezkiyesiyle mükemmeli oluşturan bu terbiye, en dar çerçevede ailede başlar.

O hâlde iyi bir eğitimin ilk ve en mühim halkası;

TERBİYE GÖRMÜŞ EBEVEYN

İnsanın mürebbîye olan ihtiyacı ilk olarak aile yuvasında, anne-babayla giderilir. Bu sebeple anne-babalar terbiyeli, edepli, bilgili olmalıdır ki, evlâtlarını güzel bir sûrette terbiye edebilsinler. Allâh’ın ikram ettiği o masum yavruları, hayır-hasenatla yoğurabilsinler.

Demek ki;

Önce anne-babalar terbiyeli yetişmeli…

Bunun neticesinde evlâtlar da terbiyeli yetiştirilmeli.

Evlâtlarımızın kusursuz olmasını istiyorsak, kusursuz anne-baba olmaya dikkat etmeliyiz.

Cenâb-ı Hak, has kullarını tarif ederken, onların şöyle dua ettiklerini beyan buyuruyor:

“Onlar; «Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allâh’a karşı gelmekten sakınanlara rehber eyle!» diyenlerdir.” (Furkan, 74)

Öyleyse;

Göz nûru aileler kurulacak…

Eşler birbiri için göz nûru, gönül sürûru olacak.

Sonra bu göz nûru ailelerden yine göz nûru evlâtlar, yüz akı nesiller gelecek.

Âyet-i kerîmenin muktezasınca müttakî olmak kâfî gelmiyor, müttakîlere güzel bir numûne olabilmek, zengin bir gönül tevzî edebilmek de gerekiyor.

İşte bunun için insanoğlunun en mühim ihtiyacı, terbiyeye, eğitime duyduğu ihtiyaçtır. İnsan o terbiyeye muhtaç olarak dünyaya gelmektedir. O terbiyeyi göremezse -Allah muhafaza- vahşîleşmekte, âdeta aygırlaşmaktadır. Tatminsiz bir nefse sahip olmaktadır.

Helâl gıda ve nebevî bir irşad ile nefis terbiyesinden sonra insanın üçüncü ihtiyacı ise kalp ve zihne yöneliktir. Kalp ve zihnin gıdası da hak bilgidir. Bu sebeple insanın üçüncü ihtiyacı;

3. BİLGİ İHTİYACI

İnsanlar bilgiye ihtiyaç duyma hususunda diğer mahlûkattan bariz bir şekilde farklıdır. Diğer varlıkların ilme ihtiyacı yoktur. Kedilerin yahut kuşların bizim anladığımız mânâda ilme, talime, öğrenmeye ihtiyacı olmaz. Çünkü onlar hayatlarını, Cenâb-ı Hakk’ın doğuştan kendilerine lutfettiği sevk-i tabiîler (içgüdüler) ile sürdürmektedir.

Yani Cenâb-ı Hak, onları yaratılışlarının başlangıcında, doğuştan ne şekilde kodlamışsa o şekilde devam etmekteler. Ne yapmaları isteniyorsa, bu dünyada insanoğlunun hizmetine âmâde olarak hangi vazifeleri varsa ona göre programlanmışlardır, başka ilimlere, bilgilere ne muhtaçtırlar ne de öğrenebilirler.

İnsan ise son nefesine kadar ilme, bilgiye ve öğrenmeye muhtaç yaratılmıştır. Çünkü;

Dünyaya geliş bir imtihandır.

Bu imtihanın neticesinde ise ya cennet ya cehennem bulunmaktadır.

Dolayısıyla ömür boyu zararlı olanı terk etmek, faydalı olanı da tercih edebilmek ve yaşayabilmek için insanın ilme ihtiyacı var. Cehennemden kurtaracak, cennete vardıracak yolları öğrenmeye ihtiyacı var.

İlim nedir?

Tarifler ve anlayışlar çok. Fakat özü itibarıyla Yûnus Emre Hazretlerinin dediği gibi:

İlim, ilim bilmektir;

İlim, kendin bilmektir.

Nitekim;

“Kim kendini tanırsa Rabbini de tanır.” buyurulmuştur.

Kendini bilmek şu soruların cevabını bulmak demektir:

Niye dünyaya geldin?

Dünyaya gelişinin mantığı nedir?

Niçin yaratıldın?

Yolculuğun nereye?

Kimin mülkünde yaşıyorsun?

Âkıbetin ne olacak?

Yarın için ne hazırladın?

Mahşerdeki hesaba hazır mısın?

Bütün bu suallerin cevabını bilmiyorsan bütün bildiklerin;

HEBÂEN MENSÛRÂ

Uhrevî sualleri cevaplayamayan bütün bilgi yığınları, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ifadesiyle; «hebâen mensûrâ» yani ortaya saçılmış, faydasız toz zerrecikleri (Bkz. Furkan, 23) mesabesindedir.

İnsanın asıl ihtiyaç duyduğu, hakikî bilgi ise mârifettir, irfandır.

Mârifet ve irfan…

Gönlün ufuklarının genişlemesi, ötelere pencereler açılması ve Cenâb-ı Hak’la dostluğun kurulabilmesi…

Cenâb-ı Hak bu derin bilgi ihtiyacımızı gidermek için katından semâvî kitaplar göndererek kullarına muazzam bir lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın bir merhamet tecellîsidir.

Eğer idrak edebilirsek bizi ümmet-i Muhammed kılması, bizi Kur’ân’a muhatap etmesi, Rabbimiz’in biz âhirzaman ümmetine büyük bir ikramıdır.

O hâlde bu büyük lütfun kıymetini bilelim. Kendimiz Rabbimiz’le mülâkat fırsatını değerlendirerek Kur’ân okumayı ihmal etmeyelim ve evlâtlarımızı da bu kıymetle tanıştıralım.

Unutmayalım ki onlara Kur’ân öğretmek, üzerimizde;

EVLÂTLARIMIZIN HAKKI!

Kur’ân eğitimi, evlâtlarımızın bizler üzerinde en büyük hakları. Onlara hiç olmazsa namazlarını kılacak kadar doğru bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmek, kıyâmet hesabımız.

Nesli yetiştirmek mes’ûliyeti ihmal edilirse, âkıbet hazin olur. Evlâtlarımız dinlerine, medeniyetlerine yabancılaşır; mânen, yabancı yerlerin evlâdı ve nesli olurlar. Geriye kalan biyolojik yapı da hiçbir şey ifade etmez hâle gelir.

Kıyâmet günü ise uhrevî tahsilleri ihmal edilmiş evlâtlar ana-babalarından dâvâcı olacaktır.

Evlâtlar ne yapsa ana-babalarının haklarını ödeyemezler; ama ana-babalar o ciğerparelerini Cenâb-ı Hakk’ın yoluna değil de başka taraflara sevk etmişlerse, istikbâli/geleceği fânîlerin vereceği kâğıt parçalarında aramışlarsa, Allâh’ın va’dettiği istikbâli de ikinci plâna atmışlarsa, âkıbet hüsrandır. Çünkü bu durumda evlâtlar, mahşer meydanında ana-babalarının yakasına yapışacak, öz ebeveynlerinden dâvâcı olacaklardır.

Bu gerçeğin muhasebesini şimdi/bugün yapmak mecburiyetindeyiz. Çünkü;

Kıyâmet günü;

FERYATLAR FAYDA VERMEZ

Bu sebeple;

Ebedî gerçeği şimdiden görmeli, bugün evlâtlarımızı eğitmek için gece-gündüz ter dökmeliyiz. Bilhassa Kur’ân tahsiline, çocuklarımızın Allah kelâmının ve sünnet-i seniyyenin ulvî dokusundan hisseler alabilmesine gayret etmeliyiz. Evlâtlarımızın güzel bir istikbâle sahip olmalarını istiyorsak, onları sâlih ve sâliha kimseler olarak yetiştirmeliyiz.

Cenâb-ı Hakk’ın; «Oku!» emrini bu çerçevede yerine getirmeliyiz. Doğru eserleri, faydalı yayınları okutmalıyız. Elhamdülillâh bugün her sahada evlâtlarımızın istifade edeceği güzel yayınlar mevcut. Küçükten büyüğe herkes için güzel mecmualar çıkıyor. Bunları okumaya ve okutmaya ehemmiyet vermemiz lâzım. Yapılan yayın faaliyetleri kâr gayesiyle değil yüce gayeler etrafında gerçekleşiyor. Teşvik etmek, destek olmak bir kardeşlik vazifesi.

Diğer taraftan bu çalışmalar; aslında bizim bilgi ihtiyacımızı, kültür ve irfan dağarcığımızdaki gıda ihtiyacımızı gideren en kıymetli hazineler. Yani dünyada ve âhirette kâr eden biz olmaktayız.

Bîgâne kalırsak, bugünler de yarınlar da zarara dönüşür. Problemler artmaya başlar. Meselâ bu hususta münevverlerimizin de gafleti yüzünden terbiye ve bilgi ihtiyacının köprüsü olan dil meselesinde güzel Türkçemiz, o tatlı lisanımız bir hayli bozuldu. Bugün nesiller arası, kitaplar arası, kendi dünyamızı anlatacak kelimeler ve hakikatler arası en büyük mesele:

DİL PROBLEMİ

Maalesef dilimiz gittikçe sâfiyetini kaybediyor. Tarihten bugüne kendi öz kültürümüzden, inancımızdan, fikir hayatımızdan gelen köklü kelimeler çıkarılıyor, yerine bir sürü uydurukça, nesebi gayr-i sahih kelimeler konuyor. Çoğumuz bunun farkında değiliz. Şuursuz bir şekilde de farkında olmadan kullanıyoruz.

Meselâ Ağrı Dağı’nın eteklerindeki bir insan bile; «imkân, ihtimal» kelimelerini bilir. Şimdi bu kelimeler çıkarılıyor. «Olanak, olasılık» gibi hem çirkin hem köksüz, uydurukça kelimeler konuyor.

Üç-dört kelime çıkarılıyor, yerine bir tek kelime konuyor. Dil fakirleşiyor. Yüksek hakikatleri anlatmak zorlaşıyor.

Bilhassa İslâm kültüründen gelen kelimeler çıkarılırken, İngilizceden, Lâtinceden gelen kelimelere dokunulmuyor, onlar artarak devam ediyor.

Aslında bu durum, bizler için kıyâmet hesabı… Çünkü evlâdımızı; kendi öz dünyası, kendi îmanı, kendi vicdanı, kendi irfanı içinde eğitmenin en temel vasıtası kendi köklü lisanıdır.

Evlâtlarımız; Yûnus’u anlayamaz, Âkif’i anlayamaz, bizi anlayamaz hâle gelirse, yabancı dillerden istedikleri kadar anlasalar ne fayda!

O hâlde doğru bilgi ihtiyacını gidermede ona köprü olan lisanın/dilin doğru bir şekilde kullanılmasının da aynı derecede ehemmiyetli olduğunu bilmek ve bu hususta şuurlu olmak mecburiyetindeyiz.

Aksi hâlde lisanın kirliliği, bilginin de kirlenmesi demektir ki, bu da, insanın ilim ihtiyacının giderilmesinde ilm-i nâfî/faydalı ilimden mahrumiyet demektir.

Hâsılı;

İnsanın üç temel ihtiyacını en doğru şekilde gidermek ve bütün bu meselelerde şuurlu olmak, asla hafife alınmamalı. Yani bu üç ciddî ve mühim meselede;

TİTİZLİK VE CİDDİYET ŞART

Helâl gıda ihtiyacında ciddiyet şart.

Terbiye ihtiyacında ciddiyet şart.

Doğru bilgi ve mârifetullah ihtiyacında ciddiyet şart.

Çünkü insanın istikameti bu üç hususa göre şekilleniyor. İnsanlar, hayatı bu üç hususun şekillenişine göre yaşıyorlar. İstikametler bu meseleler etrafında oluşuyor.

Onun için Cenâb-ı Allah bunlara çok ayrı bir ehemmiyet atfetmiş ve insanın bu ihtiyaçlarını giderip onu kâmil insan seviyesine ulaştırmak üzere peygamberler göndermiştir.

Bütün peygamberler doğru olanı, hakikat yolunu en güzel şekilde göstermişlerdir.

Bilhassa Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlığın önünde bir sirâc-ı münîr.

Yani karanlıkları aydınlatan bir ebediyet kandili.

O, herkese en mükemmel ölçüler içerisinde ve en mükemmel bir örnek olarak kılavuzluk yapmaktadır.

Bundan sonrası, kulun gayretine bağlı.

O gayreti besleyecek bütün vasıtalar mevcut. Nitekim terbiye ve mârifet ihtiyacını en güzel şekilde tatmin için Allah dostlarının usulleri demek olan tasavvuf yolu da Hazret-i Peygamber’in ve ashâbının ihlâs ve takvâ yolu.

Titizlik ve ciddiyet isteyen bir yol.

Bir mayın tarlasında yürür gibi hayatın her adımını dikkatli atmayı telkin eden bir yol.

En nihayet bu yol, Cibrîl hadîsinde ifadesini bulan ihsan duygusuna, yani; “Allah Teâlâ’nın bizi zaten gördüğü şuuruyla, Allâh’ı görüyormuşçasına ibadet etmeye” götüren bir yol.

Cenâb-ı Hak, cümlemize bu mânevî yolun füyuzâtından istifade etmeyi nasip eylesin. Kazançlarımıza haram ve şüphe bulaştırmasın. Şahsiyetimizi Kur’ân ve Hazret-i Peygamber ahlâkıyla inşa etmeye muvaffak kılsın. Fayda veren ilimlerle bizleri şuurlandırsın.

Âmîn!..