KUR’ÂN’IN VÂRİSLERİ

Prof. Dr. Ömer ÇELİK

omercelik08@hotmail.com

Ölenler geride bıraktıkları yakınlarına mallarını miras bırakırlar. Bir gayret sarf etmeden elde edildiği için en kolay kazanç gibi görünen miras malı yüzünden birbirine giren, darılan kardeş ve akrabalar da az değildir. Hâlbuki o vârisler de gün gelir ölürler ve pek değer verdikleri mallar sıradaki emanetçiye geçer gider.

Peygamberler ise mal-mülk cinsinden miras bırakmamışlardır. Onların bıraktığı miras ilim, irfan ve ahlâktır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bıraktığı en değerli miras ise sağlam, zamanın geçmesiyle eskimeyecek, hep yeni kalacak, bir benzeri getirilemeyecek olan Kur’ân-ı Kerim’dir.

Kur’ân’a iki türlü bakış vardır:

Münkirce bakış.

Mü’mince bakış,

Kur’ân kâfire hasret, nedâ-met, korku, dehşet ve şiddet olarak tecellî eder. Aynı moleküllerden oluşmakla beraber bahar yağmuru bitkileri bitirir, sonbahar yağmuru onları çürütür. Nisan yağmuru sadefte inci, yılanın ağzında zehir olur. Güneş; meyveleri, sebzeleri geliştirir, renklendirir, tatlandırır; necâsetleri ve leşleri kokuşturur.

İbretle bakmalıdır ki aynı âyetler Hazret-i Ebûbekir’i ne hâle getirdi, Ebû Cehil’i ne duruma düşürdü.

Âyet-i kerimelerde buyurulur:

“Bu Kur’ân, zalimlerin ancak zararını artırır.” (İsrâ, 82)

“İnanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’ân onlara kapalıdır.” (Fussılet, 44)

“Kur’ân, kâfirler için bir iç yarası (hasret ve pişmanlık sebebi)dir.” (Hâkka, 50)

Kur’ân mü’mine ise hidayet, rahmet, şifa ve nur olarak tecellî eder. Onun feyzi mü’minin gönül hücrelerine siner. Süngerin suyu emdiği gibi, o mü’min gönül de Kur’ân’ın feyzini emer. Kur’ân mü’minlerin kalplerini aydınlatır, ruhlarını cilâlar, îmanlarını takviye eder. Mü’min hiçbir zaman Kur’ân okumaktan ve dinlemekten bıkmaz. Bu mevzua ışık tutan âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:

“Şüphesiz ki bu Kur’ân, insanları en doğru ve en sağlam yola iletir ve sâlih amel işleyen mü’minlere büyük bir ecir olduğunu müjdeler.” (İsrâ, 9)

“Biz Kur’ân’dan, îman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan âyetler indiriyoruz.” (İsrâ, 82)

“…Onlar (mü’minler) gece vakitleri secde ederek Allâh’ın âyetlerini okurlar.” (Âl-i İmrân 113)

“Gerçek mü’minler ancak o mü’minlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, âyetleri okunduğu zaman îmanlarını artırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 2)

“Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar; «Bu sûre hanginizin îmanını artırdı?» der. Mü’minlere gelince, aslında her inen sûre onların îmanını artırır ve onlar sürekli olarak müjdelenip dururlar.” (Tevbe, 124)

Bu sebeple Kur’ân en büyük miras, ona vâris olmak da en büyük bahtiyarlıktır. Ancak her vâris, kendine intikal eden mirasın değerini aynı nispette takdir edemez. Dolayısıyla Kur’ân’ın vârisleri de îman, ahlâk, âdap ve muâmelât konusunda farklılık gösterirler. Kur’ân’a vâris olan mü’minlerden bir kısmı ona gereken önemi veremez ve nefsine zulmeder, bir kısmı orta derecede ondan istifade eder, bir kısmı ise vâris oldukları emanete gerektiği şekilde sahip çıkarak hayırda yarışanlar grubuna dâhil olur. Şimdi mealini vereceğimiz ayet-i kerîme bu durumu açıklığa kavuşturmaktadır:

“Sonra biz Kitâb’ı (Kur’ân’ı), kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık. Onlardan kimi nefsine zulmedendir, kimi muktesid (ortadadır), kimi de Allâh’ın izniyle hayırlarda önde gidenlerdir. İşte bu, büyük lütuftur.” (Fâtır, 32)

Ayet-i kerîmede miras bırakıldığından bahsedilen Kitâbdan maksat, bir önceki âyetin de delâletiyle müfessirlerin çoğunluğuna göre Kur’ân-ı Kerim’dir. Miras bırakılan kimseler ise ümmet-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. (Râzî, XXVI, 24; İbn-i Âşûr, XXII, 311)

Muhammed ümmeti Allah Teâlâ’nın kulları arasından seçtiği bir ümmettir.

“İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil bir ümmet kıldık.” (Bakara, 143)

“Siz, insanların iyiliği için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmran, 110)

“Allah uğrunda hakkını vererek cihad edin. O, sizi seçti…” (Hac, 78) ayetleri de Muhammed ümmetinin, diğer ümmetler arasından seçilmiş özel bir ümmet olduğunu açıkça beyan eder.

Kur’ân-ı Kerîm’e vâris olan bu ümmetten her bir fert ona aynı ihtimamı gösteremeyecektir. Onlardan bir kısmı Kitâb’a vâris olduğu hâlde onu gereği gibi tilâvet etmeyecek, emir ve yasaklarına uygun hareket etmeyerek nefsine zulmedecek; kimi de muktesid, orta yerde gâh amel edecek gâh etmeyecek; kimisi de Allâh’ın izniyle hayırlarda ileri gidecektir. İşte hayırlarda öne geçen bu kimseler gerçek peygamber vârisi olarak halkın önderleri olacaklar ve;

“(Hayırda) önde olanlar, (ecirde de) öndedirler. İşte bunlar naîm cennetlerinde (Allâh’a) en yakın olanlardır.” (Vâkıa, 10-12) âyetlerindeki övgüye hak kazanan kimseler olacaklardır. Bu ise büyük bir lütuftur. (Zemahşerî, III, 308-309; Elmalılı, V, 3993)

Bununla beraber âyette zikredilen üç grup hakkında tefsirlerimizde farklı yorumlar serdedilmiştir. Şöyle ki:

“Zalim, günahları ağır basan; muktesid, günahları ile sevapları eşit olan; sâbık (hayırda yarışan) ise sevapları daha çok olandır.

Zalim, dışı içinden daha hayırlı olan; muktesid, içi ve dışı denk olan; sâbık, içi daha hayırlı olandır.

Zalim, büyük günahları olan; muktesid, küçük günahları bulunan; sâbık, günahsız olandır.

Zalim, ashâb-ı meş’eme (kitabı solundan verilenler); muktesid, ashâb-ı meymene (kitabı sağından verilenler; sâbık, Allah Teâlâ nezdinde en önde bulunan mukarreblerdir.

Zalim, hesaba çekildikten sonra cehenneme atılan; muktesid, hesaptan sonra cennete giren; sâbık, herhangi bir hesaba çekilmeden cennete girendir.

Zalim, günahta ısrar eden; muktesid, pişman olup tevbe eden; sâbık, tevbesi makbul olandır.

Zalim, Kur’ân’a inandığı hâlde onunla amel etmeyen; muktesid aynı zamanda onunla amel eden; sâbık ise Kur’ân’a inanıp onunla amel eden ayrıca insanlara Kur’ân’ın emirlerini açıklayarak onların da amel etmesine vesile olan kimsedir.” (Taberî, XXII, 88-90; Râzî, XXVI, 25)

Kur’ân’a vâris olan bu üç grup da Muhammed ümmetinin parçaları olup hepsi de cennete gireceklerdir. Nitekim devamında gelen;

“Bunların mükâfatı adn cennetleridir. Oraya girerler; orada altın bilezikler ve incilerle süslenirler, oradaki elbiseleri de ipektir.” (Fâtır, 33) âyeti bu gerçeği ifade eder. Ancak günah işleyip nefsine zulmedenlerin, Allâh’ın umûmî bir affı olmadığı takdirde cehennemde bir müddet kaldıktan sonra cennete girme ihtimali kuvvetlidir.

Allah Teâlâ, bizi, «Ümmet-i Muhammed» olarak seçip Kur’ân’a vâris kılmakla, bize hem dünya hem de âhiretin bütün iyiliklerini ikram etmiştir. Nitekim:

“Erkek veya kadın, mü’min olarak kim iyi amel işlerse, onu (dünyada) mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve (âhirette de) mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl, 97)

“Allah, sizlerden îman edip sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri sahip ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını, onlar için beğenip seçtiği dini (İslâm’ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) korku döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını onlara va’detti.” (Nur, 55) gibi âyetler de Kur’ân’a vâris olan ve onun gereğiyle amel eden Muhammed ümmetinin, hem dünya hem de âhiret saadet ve mutluluğunun sahipleri olacaklarını müjdeler.

Bize düşen, sahip olduğumuz o yüce mânevî mirasın hakkını verebilmek ve onun ebedî huzur ve saadet müjdelerine nâil olabilmektir!..