Tarihtekiyle Aynı ÇAĞDAŞ TUZAKLAR

M. Ali EŞMELİ

seyri@yuzaki.com

Mevlânâ anlatır:

“Bir kuş, bir duvarın üstüne kondu. Konar konmaz tuzaktaki yemi gördü. Böylece onun bir gözü, hakikat ovasına; bir gözü de, dünya hırsından ötürü şeytanın saçtığı yemlere takıldı.

Sonra;

Şeytanın saçtığı yemlere takılan bakışı ile hakikat sahrasına olan bakışı arasında savaş başladı. Maalesef ki yemlere olan bakışı üstün geldi. Aklı, irfanı ve sağduyusu başından gitti.

Başka bir kuş, aynı duvarın üstüne kondu. O da hakikat ovasını ve şeytanın saçtığı yemleri gördü. Fakat iki gözü arasında tereddüt yaşamadı; yeme bakmaktan da vazgeçti. Böylece hakikat ovasına uçtu, gitti…”

Bu iki kuş, aslında bütün insanların dünyaya geliş ve gidişinde nasıl ve hangi hâl üzere olduklarının açık bir örneği.

Kimileri fânîlik/yokluk tuzaklarına aldanmadan ebedî huzura kanat açmakta, kimileri cilâlı tuzakların içindeki yemlere av olup gitmektedir.

İnsanoğlu yaratıldığından beri bu böyle.

Beşeriyetin imtihanı olan çeşit çeşit tuzaklar, her zaman var. Evvelki gün vardı, dün de vardı, bugün de var.

Değişen sadece, zamana göre bu tuzakların yeni yeni elbiseler, kaportalar, kılıflar, ambalâjlar ve vitrinler kullanması.

Meselâ;

Zehir, evvelden ekmek arasına konuluyorsa, içinde yaşadığımız çağda ilâçların içine konuluyor. Netice değişmiyor.

İnsanı yutan, harap eden tuzaklar da değişmiyor. Sadece çağdaş bir hâle getiriliyor. Tabiî yeni ilâveleriyle birlikte.

Bu şuurla bakın;

Gözünüze yığınla çağdaş tuzaklar çarpacak.

Bunlar;

Günümüz gençliğine en güzel hayat plânları, şahsiyet programları, başarı maddeleri, müreffeh bir şekilde yaşama taktikleri, hürriyetine düşkün kişilik modelleri ve evden okula, çarşıdan pazara kadar modern yaklaşımlar etrafında sunulmakta.

Sanki zamane ölçüleri içinde olunca, modern ölçüler içinde olunca gerçek değişiyor! Asla. Kötülük her zaman kötülük, yanlış her zaman yanlış, tuzak her zaman tuzak.

Sadece insanların bunu idrak edişleri değişik.

Geçmişte insanlara kan ağlatan bir kölelik sistemi vardı. Buna, bozulmamış her vicdan feryat hâlindeydi. Nihayet İslâm’ın her vesileyle köle âzad etme ve benzeri ölçüleri neticesinde kölelik kalktı. Fakat köleler üstünde saltanat kurup yaşayanlar her zaman var olduğu için bu defa köleliği modern bir hâle soktular. Yani insanları onların rızâlarıyla köleleştirmeye başladılar. Özgürlük adını kullanmayı da ihmal etmeyerek.

Bu metot çok tuttuğu için şimdilerde her meselede kullanılır hâle geldi. Eğitimdeki yanlışlarda, ahlâkî çöküntüde, bozuk münasebetlerde, cehalette, bin bir kötülükte…

Bu metodun hele râzı edici olması başlı başına bir belâ. Evvelden insanlar bir yanlışa sürüklenip düşseler, mahcup olurlardı. Şimdi o yanlışı savunur bir konumda oluyorlar. Kötülük yapanın gözü tevbe ihtimaline de dönük olurdu. Şimdi kötülüğü bir hak olarak işleme kavgasında.

Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi:

“Uçan kuşun tuzağı görmeyip ona yakalanması, helâk olması şaşılacak şeydir.

Fakaat;

Asıl şaşılacak şey; kuşun hem tuzağı hem mıhı gördüğü hâlde, ister istemez ona tutulmasıdır. Ne gariptir, ne kadar tuhaftır ki;

Gözü açık, kulağı duyuyor, tuzak da önünde; yine de kanat çırpa çırpa varıp tuzağa düşmekte…”

Ne yazık ki düşmekte;

Çünkü bu düşüş ve düşüklük maharet olarak telkin edilmeye başlandı. Çünkü «modern» kelimesi, «çağ» kelimesi, «zamanımızda» kelimesi hangi şeyin yanına gelirse ona göre şekillenme normalmiş gibi şırınga ediliyor. En uyduruk ve en berbat işler bile bu şekilde paha biçilemez gibi gösteriliyor.

Sonra;

İnsanların iç dünyalarında oluşan boşlukların ucu-bucağı görünmüyor.

Sonra da;

Bu boşlukların doldurulması için her şey mubah hâle geliyor. Dikkat edin; bir sürü yasak şey bir şeyler adına mubah. Batının tekniği adına ahlâksızlığını almak da mubah. Artıları adına internetin eksileri de mubah. Kolaylığı adına cep telefonlarındaki çılgınlık da mubah. Helâller adına haramlara verilen vizeler de mubah. Stresten kurtulmak adına, yoga gibi metotlarla başka dinlerin empozelerini kabullenmek de mubah. Gönül huzuru için ten plânında her türlü çarpıklık da mubah.

Bu tür mubahlar bitip tükenmek bilmiyor.

Zamanımızdaki acı tuzaklar, acımasız tuzaklar bunlar…

Bir malı satmak için insanların nasıl ayartılacağını ilim hâline getiren ve reklâm ile en kötü malzemeyi bile en iyi şekilde pazarlayabilen mantık; kültürde de bunu yapıyor, îmanda da, ahlâkta da, medeniyette de, gelenekte de, gelecekte de.

Çünkü insanlar o zaman daha rahat av oluyorlar.

Böyle olunca;

Bugün insanımız daha derin, daha tecrübeli ve daha uyanık bir karakterde yetişmek mecburiyetinde. Yoksa pek çok işin künhüne vâkıf olmak ve kendimizi koruyabilmek mümkün değil. Hattâ bu durumda insan bazen burnunun ucunu bile görmekten âciz.

Tıpkı kuşun yemi görüp de tuzağı görmemesi gibi. Üstelik kendi isteğiyle, kendi arzusuyla; «En doğrusunu yapıyorum.» düşüncesi ile tuzağa dalması, en zararlı olana teslim olması gibi.

Hele zamanedeki çağdaş/modern ve teknik tuzakları fark edebilmek, oldukça zor. Bâkî’nin;

Müşkil budur ki sûret-i Hak’tan zuhûr ide…

dediği üzre hiçbir tuzak, avcılık görüntüsü içerisinde değil. Hepsi de gerek ailede, gerek toplumda, eğitimde ve öğretimde kıyak hususlar, en güzel çareler ve en mükemmel hayat iksiri mührü ve markasını kullanıyor.

Devrinde şahit oldukları etrafında Hazret-i Mevlânâ bu çarpıcı gerçeği pek mânidar temsil eder:

“Bir kuş çayırlığa uçtu, orada av için bir tuzak kurulmuştu. Avcı yere bir kaç tane yem atmış, kendisi de orada pusuya yatmıştı. Zavallı kuşu yakalamak için, kendisini otlarla, yapraklarla gizlemişti.

Kuşcağız, onu tanımadan geldi, avcının etrafında dolaşmaya başladı. O avcıya:

«–Sen kimsin ki böyle yeşiller giymiş gelmiş, ovada bu vahşi hayvanlar arasına katılmışsın?» dedi.

Avcı bozuntuya vermeden sakin bir şekilde konuştu:

«–Ben dünyadan elini-eteğini çekmiş bir zahidim, burada otlarla kanaat ediyorum, ot yiyerek geçiniyorum. Ecelimi çok yakın gördüm de zahidliği, Allah’tan korkmayı kendime din ve îman olarak seçtim.

Mademki sonunda mezara gireceğim, Cenâb-ı Hak’la yaşamaya alışmam lâzım. Değil mi ki, sonunda çenemi bağlayacaklar; çenemi az oynatmam, az konuşmam daha iyi. Zaten ömrün yarısı, gönül alan sevgilinin peşinde koşmakla geçti, yarısı da düşmanların dertleri ile harcandı, gitti.»

Kuş dedi ki:

«–Hoca! Yapayalnız oturma, Ahmed’in dininde rahiplik doğru değildir. Unutma ki Hazret-i Peygamber, rahipliği ümmetine yasak etti. Sen ne diye böyle bir bid’ate kapıldın?

Namazı cemaatle eda etmek, halka iyilik yapmalarını, Hakk’ın emirlerini yerine getirmelerini buyurmak ve kötülükten sakındırmak şarttır.

Kötü huylu insanların zahmetlerini çekip sabretmek, bulut gibi halka faydalı olmak gerek. Bilmiyor musun, insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Eğer taş değilsen; neden taşla, kesekle arkadaş oluyorsun?»

Tuzağını gizleyen avcı bu suale şu karşılığı verdi:

«–Aklı, anlayışı az olan kişi, akıllı adamın yanında taşa, kerpice benzer. Hattâ onlar taştan ve kerpiçten de beter varlıklardır. Çünkü taş ve kerpiç kimsenin yolunu vurmaz. Fakat bu kerpiç gibi olan kişilerden insana yüz binlerce âfet gelir.»

Kuş, adama dedi ki:

«–Sen candan dost ol da, sayısız dost gör! Sen iyi dost olmazsan, dostsuz kalırsın, yardım da göremezsin.

Kurt, çoğu zaman, sürüden ayrılıp yalnız başına giden kuzucağızı kapar.

Sünneti, topluluğu bırakan kişi, bu yırtıcı canavarlarla dolu yerde kendi kanını dökmez de ne yapar?

Sünnet yoldur, topluluk da yol arkadaşı gibidir; insan yolsuz, arkadaşsız kalırsa, pek sıkılır, darlığa düşer.

Fakat unutma;

Aklın düşmanı olan kişi yol arkadaşı değildir. O, elbiseni çalmak için fırsat kollamaktadır. O; sana yol arkadaşı olur, seninle beraber gider ama, aşılması zor bir boğaza gelince seni soymak için fırsat kovalar.

Yahut da cesur görünür, fakat hakikatte korkağın biridir, iş sarpa sardı mı, başa korkulu bir iş düştü mü, sana yoldan dönmek için ders vermeye kalkar.

O, korkaklığından dostunu da korkutur. Böyle yol arkadaşını sen dost bilme, düşman bil!

Bu yol tehlikelerle doludur. Bu yol insanın canıyla, başıyla oynayacağı yoldur. Her meşelikte, her sazlıkta yufka yüreklileri ürkütecek, geri çevirecek bir âfet vardır.

Din yolu, her kötü yaratılışlının gideceği yol değildir. Bu yüzden de o yol tehlikelerle dopdolu bir yoldur. Bu korkulu yoldaki imtihanlar, denemeler, unu kepekten ayıran elek gibi, yüreklileri yüreksizlerden ayırt eder.

Bu yol nasıl bir yoldur? Yolcuların ayak izleriyle dolu bir yol. Yar nasıl bir yardır? Kararları ile sana merdivenlik eden, aklı ile seni yücelere çıkaran bir yar.

Öyle düşünelim ki; sen ihtiyatla hareket ettin de kurt sana rastlamadı, seni kapmadı. Fakat topluluk olmadıkça, o rûhânî neşeyi bulamazsın ki.

Yalnız başına bir yolda neşeli neşeli giden kişinin duyduğu sevinç, dostlarla, arkadaşlarla giderse, yüz misli artar.

Her işi yavaştan alan, hantal tabiatlı eşek bile, dost ile beraber bulununca neşelenir, çevikleşir, kuvvet bulur.

Kervandan ayrılıp yalnız başına yol almaya kalkışan eşeğe, o yol yüz misli uzar, onu yorar.

Duvarların yardımı, desteği olmasaydı, evler, ambarlar ayakta durabilir miydi? Her duvar, öteki duvarlardan ayrı olsa, tavan, havada direksiz, dayanaksız nasıl durabilirdi?»

İşte bu şekilde kâh avcı söyledi, kâh kuş söyledi. Konuşmalar uzadı gitti. Nihayet karnı aç olan kuş;

«–Bu buğdaylar kimin?» diye sordu.

Avcı;

«–Vasîsi bulunmayan bir yetimin.» dedi.

Kuş dedi ki:

«–Ben pek açım, pek perişanım, şu anda leş bile bana helâl olur. Ey emin, ey zâhid, ey muhterem kişi! Haydi izin ver, müsaade et de şu buğdaylardan yiyeyim.»

Zaten bu fırsatı bekleyen avcı da son olarak;

«–Zaruret olunca, haramın bile helâl olacağına dair fetva veren sensin. Zaruret olsa da yememen daha iyi, ama yiyeceksen bari parasını ver.» dedi.

Kuş o anda kendinden geçmiş, aklını kullanamaz hâle gelmiş, iradesini kaybetmişti.

Hemen düşüncesizce o buğdayları yemeye koyuldu. Yazık ki o anda tuzağa düştü kaldı. Başı derde girmişti. Kurtulmak için o kadar Yâsin okudu, o kadar En’âm okudu.

Heyhat!

Belâ gelip çattıktan sonra, ağlamak, feryat, etmek, sızlanmak ne işe yarar. Bu ah ve feryat, tuzağa düşmeden önce gerekirdi.”

Ne diyelim; deveyi yardan uçuran bir tutam ottur. Ya da kuşu tuzağa düşüren birkaç buğday tanesi…

Dikkat çekicidir ki, hikâyede anlatılan kuş, o kadar bilgeliğine ve tecrübesine rağmen sırf hırsı yüzünden nefsaniyet tuzağına aldandı. Bağrında çöreklenmiş nefs denilen avcının yaldızlı ve masum edalı fısıltılarına kandı.

Biraz daha bilge, biraz daha uyanık ve ârif olmalıydı. Gönül kabı tok ve kanaat ile dolu olmalıydı.

Eğer kalbi dolu olsaydı, hırs ve tamah oraya giremezdi. Nefs orada kendine yer bulamazdı. Çünkü;

Gönül denen kap, boş olursa ancak o zaman nefs oraya bir şeyler koyma imkânı bulur. Fakat bardağınız doluysa, kendiniz doluysanız, yapınız doluysa o bardağa başkaları ne katmaya çalışırsa çalışsın, neticeye ulaşamaz. Çünkü doluluk müsaade etmez.

Kısaca;

Siz sizin artılarınızla doluysanız başkalarının eksisine yer çıkmaz. Fakat gönül kabınızda kendi artılarınız yoksa, içinizde boşluklar varsa, bu takdirde, başkalarının eksileri orada kendine bin bir türlü yer bulur. Akıl testimizde, gönül kırbamızda ve hayat dağarcığımızdaki işleyiş hep böyle.

Ama tersi de olur. Dağarcığı eksilerle doldurmuşsanız, artık oraya artılar koymak isteseniz de yer bulamazsınız. Önce eksileri oradan atmak, içeriyi boşaltmak lâzımdır.

Çok kimsede görüyoruz;

Adam düzelmek, iyi bir şeyler yapmak istiyor. Fakat bir türlü yapamıyor. Sebebi? Dağarcık olumsuzluklarla dolu. Yanlışlarla dolu, eksilerle dolu, boş heveslerle dolu…

Zira zamane tuzakları dağarcıkları bir şekilde dolduruyor. Çizdiği rotada bir şekilde insanları çıkmaza sokuyor.

Sonra da; bilen veya bilmeyen niceleri bu gerçekleri göremiyor.

Bazen de;

İnsanlar yaşamadığı hâdiseler etrafındaki gerçekleri, kendilerine ne kadar canhıraş bir şekilde söylense de tam anlamıyla idrak edemiyor.

Meselâ;

Çanakkale’yi ve İstiklâl muharebelerini yaşamış olan insanın düşmanı tanıma idraki ile yaşamamış olan insanın idraki gibi. O günlere ait bir hakikati ikisine de aynı şekilde anlatsanız, yansıma ve idrakleri arasında dağlar kadar farklar müşahede edersiniz.

Kezâ;

Mahrumiyet çekmiş bir insanın, çekmemiş olana göre varlık ve yokluk hususunda idraki aynı değildir.

Kezâ;

Eli sobaya değmiş olan bir çocuğun, ateşi ve canının kıymetini bilme hususunda idraki, eli sıcak suya bile değmemiş olanınkine göre çok daha yüksektir.

Bugün eğitim camiasının ve ana-babaların kavrayamadığı gerçek bu. Hiçbir mahrumiyet tatmadan yetişen evlâtlar hiçbir kıymet bilmeden büyüyorlar ve neticeler hazin oluyor.

O hâlde, bir eğitim prensibi olarak, çocuk, hak etmediğinde ona mutlaka mahrumiyet tattırılmalı, mükâfat da ancak hak ettiği ölçüde sunulmalıdır. Aksi hâlde çalışmadan sınıf geçen çocuklar, frensiz araçlar gibi sokaklara ve sokaklardan da karanlık çıkmazlara dağılmaya devam ederler.

Tedbirli ve uyanık olmak şart.

Her şeyi bir adım ötesine göre düşünmek, değerlendirmek ve gerçekleştirmek zarurî. Çağı da zamanı da modernizmi de teknik imkânları da bir adım ötesine göre ele almalı.

O bir adım ötesinde karşımıza ne çıkıyor? Bilhassa dikkat etmeli.

Meselâ yaşıyoruz.

Fakat bu yaşayışı bir adım ötesine, yani kabrin içerisine götürdüğümüz zaman, işte ancak o zaman, hayatta yaptıklarımızın hangisi faydalı olacak hangisi olmayacak daha net bir şekilde belli olur.

Demek istediğim;

Hangi meseleyi ve mevzuu bir adım ötesine götürerek ele alırsak, o zaman daha doğru adım atma imkânına kavuşuruz.

Nice nimet görünen şeyler var ki bir adım sonrası âfet! Nice âfet sanılan şeyler var ki bir adım sonrası tamamen nimet!

İşte bunu görebilmek lâzım.

Görebilirsek, hayatı daha gerçekçi yaşamış oluruz.

Ne yazık ki, bugün insanlar hayatı gerçekçi yaşayamıyorlar. Sunî bir atmosfer içerisinde, hayalde oluşturulmuş bir dünya içerisinde tıkanık bir vaziyette ömür tüketiyorlar. Hülyalara gömülü bir hayatta boğuluyorlar. Bunu gerçeğe döndürmek lâzım. Ayakların yere basması lâzım. Doğum var, ölüm var, ölüm sonrası var. Bu hakikatleri unutamayız. Çünkü asıl yaşadığımız ve yaşayacağımız bunlar.

Yeme dalan tuzağa düşer. Kaldı ki Allah, kuşu tuzaklardaki bir buğday tanesine mahkûm etmemiş. Tuzağın dışında yığınla buğday taneleri var. Ama avcılar, tuzaktakini cazip hâle getirmişler, bir adım ötesini göremeyenleri avlayıp duruyorlar.

Kendimizin de gençliğimizin de gözlerini dört açmak lâzım.

Hazret-i Mevlânâ, bu hususta feryat hâlindedir. Der ki:

“Ovanın yüzü dümdüzdür, fakat her adımda bir tuzak vardır; korkusuzca hareket etme! Dağ keçisi;

«Tuzak nerede?» diye koşar.

Fakat koşarken tuzağa düşer, boğazından yakalanır.

Ey keçi! Hani; «Tuzak nerede?» diyordun; işte şuracıkta, gel de gör! Sen; ovayı görüyorsun ama; tuzağı, pusuyu göremiyorsun.

Unutma ey insan! Yeryüzünde küstahça, pervasızca nice yaşayanlar olmuştu. Yaşadıkları yerlerde ibretle dolaş; onların kemiklerini, kafataslarını seyret!

Onların hırsları dağlar gibiydi. Fakat kısmetleri saman çöpü kadardı. Çoğu kükremiş bir aslana benzerdi, lâkin avladığını yiyemeden dünyadan geçip gitti.”

Hazret-i Mevlânâ, ikazlarına şöyle devam eder:

“Avcı, yani şeytan; dünya hırsı, para sevgisi, yüksek mevki arzusu, hiddet ve şehvet yemlerini saçar durur. Yemler meydandadır. Fakat bu yemlerin başımıza getireceği felâketler gizlidir; o görünmez. Öyleyse nerede yem görürsen ondan sakın, sakın ki tuzağa düşmeyesin. Kolun-kanadın bağlanmasın.”

Bilmeli ki tuzak da av da insanın kendindedir. Hazret-i Mevlânâ buna dikkat çeker:

“Sen hayatın müddetince kendini avladın durdun. Kendini hapsettin, maksada erişmekten de mahrum kaldın.

Dünyada böyle kendi kendini avlayan, bizim gibi bir tuzak sahibi ahmak var mıdır?”

Evet, insanoğlu gibi tuzak sahibi bir varlık daha yok. O, eğri basar ayağını burkar da yola kızar; nimetlerinden istifade eder de canı sıkılınca yaratıcısına bile sırt döner; yem hırsı yüzünden oltaya takılır da denize öfkelenir.

Yine Hazret-i Mevlânâ bu hâldekileri de şöyle ikaz eder:

“Balık suya öfkelenir, düşman olursa, sen dikkatle bak da, gör; bu hiddetin, bu öfkenin, bu düşmanlığın zararı kime dokunur? Sonunda, bu kızgınlık yüzünden kimin bahtı kararır?

Ey hakikati göremeyen; hasedi, çirkin huyu yüzünden nebîlere ve velîlere düşman olan kişi! Kendine gel, aklını başına al da çirkin huylu olma.

Şeytan aşağılıktan utandığı, yani Hazret-i Âdem’e secde etmenin ve onu üstün görmenin kendisini küçük düşüreceğini sandığı için, alçaldı; yüzlerce kötülüğe düştü.

Ebû Cehil de; o asil, fakat yetim ve servetsiz bulunan Hazret-i Muhammed’in, Allâh’ın elçisi olmasına haset etti de, hasedi yüzünden kendisini aziz Peygamberimiz’den üstün tutmaya kalkıştı. Adı Ebu’l-Hakem iken, Ebû Cehil oldu.

Böyle nice ehliyetli kişiler vardır ki haset yüzünden ehliyetsiz olmuşlardır.

Nice balık vardır ki, su içinde emandadır; boğazının hırsı yüzünden oltaya takılır, avlanır.

Nice iyi huylu, bilgili kadı vardır ki, boğazı yüzünden rüşvet almış; lekelendiği için yüzü sararmıştır.

Ben insanların çalışıp çabaladıkları, didinip durdukları bu arayış dünyasında, iyi huydan daha iyi bir ehliyet görmedim.

Bâyezîd-i Bestâmî, namaz kılmak hususunda kendisinde bir isteksizlik görünce boğaz derdinden kaçındı.

O çok akıllı, çok ârif velî; namaza karşı duyduğu isteksizliğin sebebini düşündü, bunu fazla su içmekte buldu. Su içmeyi azalttı.

Onun bu önemsiz gayreti din içindi; o yüzden de mânevî sultan oldu, âriflere kutup kesildi.”

Son söz şiirin;

Ey can, cihân evinde uyunmaz, tuzak dolu,
Bir an güvenme, nefs ile şeytan keser yolu!
Dünyâda imtihan bu, tuzaklar çeşit çeşit,
Her gün, ecel alarmına dikkat kesil, işit;
Târihtekiyle aynı şu çağdaş tuzaklara,
Bir av olup da düşme Hudâ’dan uzaklara!
Doğrul tuzak başında olup tevbe sâhibi,
Âriflerin safında kutup ol güneş gibi…
Her yanda bir tuzak dolu her yanda bir mayın;
Seyrî diyor ki böylesi dünyâya kanmayın!