RÖPORTAJ – Prof. Dr. Ali Murat DARYAL ile Mülâkat-

Prof. Dr. Ali Murat DARYAL Kimdir?

1931’de İstanbul’da doğdu. 1950’de Taksim Erkek Lisesini, 1959’da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümünü bitirdi. Aynı üniversitenin Psikoloji Bölümünden de mezun oldu. İslâmî ilimler üzerine özel dersler aldı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Bölümünde asistanlık ve orta dereceli okullarda din bilgisi öğretmenliği yaptıktan sonra, 1966’da İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsüne öğretim görevlisi olarak tayin edildi. 1988’de doktorasını tamamladı, 1998’te profesör oldu. Aynı yıl yaş haddinden emekli olan Prof. Dr. Ali Murat DARYAL bir süre daha Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde sözleşmeli olarak öğretime devam etti.

Eserleri:

İslâm’ın Doğuşu ve İlk Yayılışının Psiko-sosyal Açıdan Tahlili, (doktora tezi), 1988; İFAV yayınları, 1989.
Kurban Kesmenin Psikolojik Temelleri, 1980; İFAV Yayınları, 1994.
Dinî Hayatın Psiko-sosyal Temelleri, İFAV Yayınları, 1994.
Psiko-sosyal açıdan Medeniyetler ve Mesajları, Seyran Kitap, 1997.

KÜLTÜR İSTÎLÂSI!

Bunun Adı Küreselleşme Değil;

İnsanoğlunun mâneviyat ihtiyacı reddedilemez bir gerçek. Dünyaya dalan ve maddeci felsefeler peşinde savrulan, üstelik İslâm’a karşı peşin fikirler taşıyan batı dünyasında bir arayış var. Bu arayış neticesinde, batıda olduğu gibi bizde de; Hint ve Uzak Doğu din, kültür ve medeniyetlerine ait; yoga, meditasyon, reiki, feng-shui, karma, nirvana ve benzeri felsefe, teknik ve akîdeler de pazara dökülüyor. Bu sayımızda Din Psikolojisi sahasındaki eserleriyle tanıdığımız Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Ali Murat DARYAL Beyefendi ile küreselleşme ve kültür çerçevesinde bu konuyu konuştuk.

Yüzakı: Efendim, sizi özellikle kültür ve medeniyet tahlillerinizle, İslâm’ın yayılışı ve kurban, oruç gibi ibadetlerimiz üzerine psiko-sosyal açıdan yaptığınız değerlendirmelerinizle tanıyoruz. Günümüzde küreselleşme adı altında, bütün dünya kültür ve medeniyetlerinin düşünce, inanç ve davranış şekilleri birbirine benzer hâle geliyor veya getirilmeye çalışılıyor. Öncelikle bu noktada insanlığın geleceği açısından neler söylemek istersiniz?

Ali Murat DARYAL: Aslında bu küreselleşme dedikleri kendinden menkul bir şey. Küreselleşme filân yok.

Marks: “Ey işçiler birleşin. Zincirlerinizden başka kaybedecek neyiniz var?” diye insanları birleşmeye çağırmıştı. Yetmiş-seksen yıl komünist blokta oldukları hâlde Çin ile Rusya birleşmedi. Polonya ile Romanya birleşmedi. Bunların hepsi göstermelik lâflardır. Reklâm ve propagandadır.

Küreselleşme ile neyi kastediyorlar?

Thomas HOBBES diyor ki: “İnsan insanın kurdudur.”

19. asır anarşistlerinden Proudhon; “Mülkiyet hırsızlıktır.” diyor.

Makyavel: “Gayeye varmak için her yol mubahtır.” diyor.

Böyle düşünen bir dünyada küreselleşmek demek, kendinizi kurtlara yedirmeniz demektir.

Hele kültür konusunda küreselleşme diye bir şey olamaz. Bir defa kültür; yapısı gereği bir cemiyete, aşirete, kabileye, klâna, millete ait olan değerlerdir. Bunu bütün dünyaya yaydığınız zaman bu, kültür olmaktan çıkar. Bir şeyin kültür olması için en az, iki bin-üç bin yıl kesintisiz devam etmesi lâzımdır. Öyle altı ayda, sekiz ayda bir hâdise, bir değer kültür olmaz.

Böyle bir şey ancak kendi kökleri üzerinde geliştirilecek ilâvelerin çabuk filiz vermesi şeklinde olabilir. O bile iki günde olmaz. O bakımdan buna; İslâm’ın geliş süreci bir örnektir.

Kur’ân birinci kat semâya Berat Gecesinde bir gecede indi. (Duhân, 1-3) Ama yeryüzüne yirmi üç senede kısım kısım indi. Bunu hiç kimse vahyin psikolojisi yahut sosyolojisi olarak ele alıp düşünmemiştir.

Bu, şu demektir:

Bir cemiyette, bir hareket başladığı zaman, bu hareket eğer yirmi dört senede kendini tamamlayamıyorsa; o, inkırâz edecektir, kabuk bağlayacaktır, çürüyecektir ve kendini bir daha geliştiremeyecektir.

Kur’ân, cemiyeti sıfırdan aldı. Yirmi dört sene içinde kendini tamamladı, yepyeni bir düzenle ortaya çıktı ve kendi kültürünü kurdu. Ondan sonra bu kültürü bugüne kadar her millet kendi kabiliyeti, coğrafyası, tarihiyle, kendine göre ayrıca ilâvelerle, eklemelerle bugünlere kadar getirdi.

Küreselleşme gibi kavramlar çok önemli. Kavramlar çok güçlüdür, dünyayı yıkar. Size, bir misal vereyim:

Amerika kıtasında göl kenarında yaşayan bir Kızılderili kabilesi varmış. Bu kabile balık yer, kırmızı et yemezmiş. Niçin yemezler, bu ayrı bir konu. Etraflarında alageyikler dolaşıyor, onlara dokunmuyorlar.

Derken, bir zaman sonra kuraklık olmuş, gölün suyu çekilmiş, azalmış… Gölden çıkan balık, kabileye yetmez olmuş. İnsanlar açlıktan birer-ikişer ölmeye başlamışlar. Bunun üzerine kabilenin büyücüsü -ki bugün o adamın dünyada en sayılı liderlerden biri olması lâzım- meseleyi anlamış, kabilesiyle hiç münakaşaya girmeden bir alageyik sürüsüne bakarak: “Aaa, bakın dağ balığı!” demiş.

Balık yemeye şartlanmış olan, açlıktan ölse de geyik yemeyen bu kabile, alageyiğe; «dağ balığı» adı verilince onu yemiş.

Balığı zaten yiyorlardı, değerleriyle bir çatışma yok. Alageyik yemeye başlıyorlar ve böylece kabile yok olmaktan kurtuluyor ve o kabile o günden sonra yine kırmızı et yemiyor ama alageyik eti yiyor. Çünkü o, dağ balığı!..

Küreselleşme, globalleşme… bunların hepsi yutturmacadır. İstilâya verilmiş süslü adlardır. İnsanları kavramlarla aldatmaktır. Osmanlı’yı da uhuvvet, müsâvat, adalet, hürriyet… gibi süslü kavramlarla yıktılar.

Bütün dünyanın tek bir kültüre, tek bir hayat tarzına yönelmesi gibi bir durum yok. Reklâm ve propaganda ile böyle imiş gibi gösteriliyor. Çinli hâlâ Çinli gibi yaşıyor, Hintli hâlâ Hintli gibi yaşıyor. Zaten bir Çinli, Amerikalı gibi yaşamak istese de yaşayamaz. İklimi, coğrafyası, şartları… farklıdır. Yaşamak da istemez. Yaşarsa eğer Amerika’ya karşı direncini kaybeder.

Ufak-tefek etkilenmeler oluyor tabiî ki, bunu sıfıra indirmeniz de mümkün değil.

Yüzakı: Bugün bir vâkıa var. Bütün dünyada yoga, transandantal meditasyon, reiki, feng-shui, karma, tenâsüh… Bunlar bütün dünyaya bir el tarafından yayılıyor. Mâneviyat açlığı ve tahrif edilmiş Hıristiyanlıkta bunu bulamama, batı insanını doğunun «egzotik/dışarıdan gelen» inanç ve felsefelerine yöneltiyor. Bunu nasıl değerlendirmeliyiz?

Ali Murat DARYAL: Hıristiyan geleneğinde hiçbir şey yok ki. Dışarıdan mâneviyat desteği batılılar için bir mecburiyetti… Çünkü onlar, madde ötesinde ne varsa bunları inkâr ettiler. Materyalizm de böyle, komünizm de böyle… Çıkmaz bir sokaktı onların gittiği. Tabiî bu boşluk yüzünden kişi dengelerini kuramadı.

Tamam, teknoloji var. İleri ilâçlar var, inkâr etmiyoruz. Fakat ihtiyarlığın ilâcı yok. Sonra ölüm gibi bir hâdise var… Adamın bir tek evlâdı var. Trafik kazasında gidiyor. Bu adamı cemiyet nasıl teselli edecek? Batı için konuşuyorum. Allâh’a ve âhirete inanmıyorsa, evlâdına kavuşacağına inanmıyorsa, bir tek evlâdını toprak altına gömdükten sonra bu insan, o acıya nasıl dayanacak?

Burada büyük bir boşluk çıktı. Batı bu boşluğu İslâmiyet dışında bir yolla doldurmak; İslâm’ın hayat veren iksirini unutturmak ve meseleyi oradan atlatarak kendilerine zarar vermeyecek, ama bir nevi avutma olacak birtakım sahte tedbirlerle geçiştirmek için, kendi insanlarının dikkatini Hindistan’a çevirdi.

Batı, buna mecburdu. Çünkü batı, ferdiyetçi toplum. Fakat İslâm, cemiyeti öne alır. Hazret-i Peygamber: “Cemiyete hizmet eden, cemiyetin efendisidir.” buyuruyor.

Böyle bir cemiyette ilk başta menfaati ön plâna almak size güzel görünür. Fakat herkesin kendi menfaatine koştuğu bir cemiyette tabiî ki çatışmalar çıkıyor. Bu çatışmalar insanları rahatsız ediyor. Meselâ; bugün dünyada en çok kullanılan ilâç türü, yatıştırıcılar, müsekkinlerdir.

Batılı fert, geceleri uyuyamıyor, illâ bir şeyler yutacak ki, uyku tutsun. Niye? Gergin yaşıyor.

Batılılar niye içki içiyorlar? Unutmak ve uyuşmak için.

Çok miktarda uyuşturucu kullanıyor.

Niye?

Çünkü çok gergin bir hayat yaşıyor.

Bu gerginlik nedendir?

Bu gerginlik şundan kaynaklanıyor: Herkesin kendi menfaatini düşündüğü bir cemiyette herkes; «Acaba birinin menfaatinin önüne mi çıktım, öbürünün menfaatinin önünü mü kestim?» diye korkuyor.

Bu gerginliğin bir tedavisi sandıkları içki ve uyuşturucu, batıda hızla yayılıyor.

Bu yoga vesair modaların çıkmasının da tek sebebi; batı tarafından, kendi insanlarının kurtarıcı olarak İslâm’a sarılmasına karşı alınmış bir tedbirdir. Çünkü Hint’ten onlara zarar gelmez. Çünkü Hint, kendini anlatmak isteyen ve kendi mensuplarını çoğaltmak isteyen bir din değil.

Batı, Hint’ten korkmuyor. Kendi adamları Budist olsa bile onlardan korkmuyor. Hindistan kalkıp gelip Avrupa’yı istîlâ mı edecek? Ama biliyor ki Türk bunu yapmış. Almanya’nın ortalarına kadar gitmiş.

Avrupa’nın öbür ucundan Endülüs’te de Müslümanlar Fransa’nın ortalarına kadar inmiş.

Bunlar olduğu için Avrupa’da, şu anlayış hâkim:

“Türk’ü reddedeceksen her şeyi ile reddedeceksin. İnançlarıyla, insanıyla, tarihiyle… Türk’ün inancı İslâm, öyle ise batılının kafasına İslâmî motifler, İslâmî tebliğler, mesajlar yanaşmasın, gelmesin.”

Bu sebeple kendi insanlarını Hint’le, Uzak Doğu ile meşgul ediyorlar. Bütün gayret budur. Bütün mesâî budur.

Yüzakı: Efendim; ülkemizde de batılılaşan bir kesim, batı ile aynı çizgide gidiyor. Hâlbuki bahsettiğiniz sebepler bizim ülkemizde, geleneğimizde yok.

Ali Murat DARYAL: Bunun Türkiye’deki akisleri de şudur: İnsanda birtakım içgüdüler var. Saldırganlık içgüdüsü, yaşama içgüdüsü… var. Siz, bunların önünü keserseniz, değişik yollardan tatmin ararlar. Şimdi Türk insanı kasıtlı olarak batıya özendirme adı altında dinsizleştiriliyor. Özenti adı altında.

Niçin?

Çünkü siz bu milleti dinden uzaklaştırdığınız zaman; parçalamanız, bölmeniz, köleleştirmeniz kolay olacaktır. İslâm îmanı; esarete, sömürge olmaya yüzde yüz karşıdır. Yüzde doksan dokuz değil. Yüzde yüz karşıdır. Müslümanın elinde böyle bir potansiyel varken, siz onu esirleştirme ve köleleştirmeye tâbî tutacaksanız evvelâ onun direnç noktalarını kıracaksınız. Milliyetçilik duygularını kıracaksınız.

Şimdi bizi, Türk’ü, bu milleti ayakta tutan değerleri alırsanız, temellerini boşaltırsınız. Temellerini boşalttıktan sonra onu her yere yönlendirirsiniz.

Bir misal vereceğim:

Mahir ÇAYAN ve grubu Orta Doğu Teknik Üniversitesindendi.

Şimdi sormak lâzım. Bu Orta Doğu Teknik Üniversitesi Amerika’ya adam yetiştirmek için kuruldu. Buradan çıkan nasıl Amerikan düşmanı olur? Bu soruyu kimse sormadı.

Olur.

Nasıl olur, anlatayım…

Sizin bir kayığınız var, rıhtımda iple bağlıyorsunuz, kayık duruyor, dalga geliyor, rüzgâr geliyor, kıpırdıyor, duruyor. Birisi gelip ipi kesiyor. Bu kayık; kuzeye mi gider, güneye mi gider, batıya mı gider, doğuya mı gider? Bunu hesap edemezsiniz. Ne olur? Akıntıya ve rüzgâra göre…

Orta Doğu Teknik Üniversitesi bu çocukların memleketle olan bağlarını kesiyor. Ondan sonra moda fikir neyse, rüzgâr nereyeyse oraya yanaşıyorlar.

Şimdi İslâm’a da bunu getirdiler. İnanmak bir nevi aptallık gibi gösterilirken yoga özendirildi…

Bakın reklâm çok önemlidir. İnsanları şartlandırmak çok önemlidir. Siz, insanlara bir şeyi tekrar tekrar söylerseniz, o adam öyle düşünür, öyle kabullenir ve değerlerini ona göre kurar. İslâm küçük gösterilmeye çalışıldı. Netice ne oldu?

Bu arada batıyı örnek veriyor:

“Bak, batı Hindistan’dan aldığı yogayı, meditasyonu yapıyor.” O da reklâma aldanacak;

“Batı aptal mı? Demek ki iyi bir şey.” diyecek.

Şimdi Türk insanına diyor ki:

“–Senin örnek aldığın Avrupa yoga yapıyor, meditasyon yapıyor.”

“–A, ben namaz kılıyorum.”

“–Sen gericisin.”

“–Niye? Niye gerici olayım ki?”…

Bunların hepsi batının tezgâhları.

Bunu da tek yolla yapmıyorlar. Birkaç yol takip ediyorlar. Mekik gibi dokuyorlar. Bir yerde İslâm’ı ve îmanı alay konusu ediyorlar.

Alay edilen bir gruba dâhil olmayı kimse istemez.

Bu, dini küçük düşürme faaliyetini içeriden insanlarla da yapıyorlar. Meselâ; çıkıp bu memleketin bir ferdi, Hazret-i Peygamber’in kullandığı misvaka odun parçası diyor. Sakal-ı şerîfe tüy diyor. Öbürü çıkıyor; «Tavuktan kurban olur.» diyor.

Niye?

«Ne açık, ileri görüşlü insan!» dedirtip belli çevrelerden alkış toplamak için.

Böylece İslâm’ı Türkiye’de basın-yayın yoluyla küçük düşürmeye çalışıyorlar. Kendi adamlarıyla veya dışarıdan sokulmuş kişilerle… Bunları yapanlar içinde aslında Rum, Ermeni, Yahudi, Süryanî olan ama bizim bilemediğimiz kişiler de var. Bunlar vasıtasıyla çalışıyorlar.

Ondan sonra da dinine soğumuş insanlara diyorlar ki:

“Bak senin örnek aldığın batı, Hint medeniyetine tapıyor.” Öylece insanları oraya kanalize ediyorlar.

Tabiî bu arada bizim tarihimizden işlerine gelen isimleri de değerlendiriyorlar. Kim meselâ?

Muhyiddîn-i Arabî…

Muhyiddîn-i Arabî, var olduğu günden bugüne kadar, İslâm’da devamlı tartışılmış bir kimsedir. Haklı mı, haksız mı, çalışmadım bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o günden bugüne devamlı tartışılan bir kişi. Yedi yüz yıldır.

Şimdi bazı batılılar niye Muhyiddîn-i Arabî’yi ortaya atıyor?

“Efendim tasavvuf…” diyecek.

Niçin Ahmed Yesevî değil?

Ahmed Yesevî; îmanlı bir vatan kurdu. Bugün Orta Asya ve Türkiye Müslümansa Ahmed Yesevî’nin kerametiyledir. Ama Ahmed Yesevî işine gelmez.

Ben şarkiyat mezunuyum, ilk fakülteyi orada bitirdim. Arap-Fars filolojisinde Oskar RESCHER, Helmut RITTER gibi müsteşriklerden ders okuduk. Helmut RITTER meselâ çok büyük bir âlim. Onun ilmini küçümsüyor veya reddediyor değilim. Ama bilgisini, müktesebâtını İslâm’ı inşa etmek için değil, onu batırmak için kullanıyor, mesele bu.

Meselâ; müsteşrik Louis MASSIGNON, Hallâc-ı Mansur hakkında doktora yapmıştır. Bu kadar mutasavvıf var. Hallâc-ı Mansur, bir numaralı mutasavvıf değildir. Niçin o?

Hallâc-ı Mansur; «Ene’l-Hak!» diyerek bir problemi başlatmıştır. Onun için onun üzerinde duruyorlar.

Ben bir Muhyiddîn-i Arabî sempozyumuna gittim. Konuşulanlar, anlatılanlar bana şunu düşündürdü:

Maria ANTOINETTE’ye atfedilen söz var ya; “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.”

İbn-i Arabî çerçevesinde üretilen fikirler de son derece yüksek seviyede, anlaşılması güç, anlatılması güç meselelerdir. Bugünkü Müslümanlar için bunlar fantezidir. Yani ekmek bulamayanın pastayla uğraşması demektir.

Tefekkürden uzak mı kalalım? Tefekkürden uzak kalmayalım ama Muhyiddîn-i Arabî bir mütefekkir değildir. Tasavvufî mânâda fikirleri tabiî ki vardır. Ama sistem filozofu değildir. Muhyiddîn-i Arabî hâlis bir mü’mindir. Bunda benim hiç şüphem yok ama sözlerini çarpıtıyorlar.

Mevlânâ da öyle. Mevlânâ hâlis-muhlis mü’min. Bunda hiç kimsenin şüphesi yok. Mevlânâ’daki bazı deyimler, tabirler, davranışlar çarpıtılmaya müsait. Böyle olunca, Mevlânâ’yı hiç sevmeyen insanlar onu öne çıkarıyorlar ve Mevlevîliği istismar ediyorlar.

Bakın sözlerim yanlış anlaşılmasın. Her şey kötüye kullanılabilir: İslâm, îman, Kur’ân, tarih, coğrafya, İslâm’ın büyüklüğü, âhiretin dehşeti de… Her şey kötüye kullanılabilir. Size bir misal vereyim:

Cezayir taraflarında bir Fransız montaj fabrikasında Berberî işçiler greve gidiyorlar. Fransızlar ne yapsalar grevi kaldıramıyorlar. «Batının Üzerine Doğan İslâm Güneşi» adlı kitabın yazarı Sigrid HUNKE’yi çağırıyorlar. Bir konferans verdirtiyorlar. Hanım, İslâm medeniyetini ve Arapları o kadar methediyor ki;

“Efendim, siz olmasaydınız, biz sıfırı bilmiyorduk; logaritmayı bilmiyorduk, trigonometriyi bilmiyorduk; sabunla elimizi yıkamayı bilmiyorduk; saat diye bir şeyi bilmiyorduk, şunu bilmiyorduk; bunu bilmiyorduk… Siz bize hayat verdiniz…”

O kadar methediyor ki Müslüman işçiler:

«Biz bu kadar büyük bir medeniyete mensubuz da, beş-on kuruş para için bu yaptıklarımız bize yakışıyor mu?» diyorlar ve tekrar işbaşı yapıyorlar.

Bakın, bir îmanın mefâhiri, bir îmanın büyüklüğü ve yüceliği, mensuplarını sömürmek için bir vasıta olarak nasıl kullanılıyor.

O bakımdan dikkat edin yabancı bir kişinin İslâm’ı, Müslümanları methetmesi, zemmetmesinden daha tehlikelidir.

Dikkat edeceksiniz, niçin methediyor? Kim methediyor? Çünkü zemmetmek daha uyarıcıdır. Benim değerlerime hakaret ettiğin zaman ben dikilirim. Ama beni methederek daha çabuk kendi koridoruna sokabilirsin.

Küreselleşme, bilmem ne… bunlar batılıların doğrudan doğruya sömürgeleştirme diyemediği, onun yerine koyduğu kavramlar. Sömürgeleştirme ürkütücü bir kavram. O zaman ürkütme. Adını küreselleşme koy!

Şimdi tekrar özetleyelim:

1. Kültür, yapısı ve tarifi gereği küreselleşmez.

2. Küreselleşiyorsa bu kültür değildir.

3. Bunun altında yatan mânâ batı kültürü diğer kültürleri istîlâ ediyor. Orada kültür hâline gelmiyor. İstîlâ ediyor.

Ne kendisi oraya oturabilir, ne eski kültüre hayat hakkı tanır, kültürler birbiriyle çatışır. İki taraf da bundan zarar görür. Kültürleri dejenere olmuş, bozulmuş, kültürsüz kalmış toplumlar ortaya çıkar.

Ne diyor bir sosyolog?: “Bir kişinin gülmesi bir medeniyetin gülmesidir.” Gülmek bile bir kültürün alâmetidir.

Şimdi bu sömürgeleştirme gibi kelimeleri kullanamayınca ne yapıyor?

İşte Amerika; «Demokrasi getireceğim!» iddiasıyla Irak’a girdi. Irak’taki petrolleri sömürüyor.

O bakımdan küreselleşmeler, globalleşmeler batılıların, emperyalist emellerini sürdürebilmeleri için icat ettikleri kavramlardır.

Yüzakı: Hocam, sizden kurban, oruç gibi ibadetlerimizin psikolojik arka plânlarını okuduk… İslâm’ın doğuş yıllarının psikolojik temellerini okuduk. Bugün; «Bu yoga, meditasyon gibi şeyler, birer tekniktir, din değildir, ben Müslümanım ama gider yogamı da yaparım.» gibi savunmalar geliştiriliyor. Bu yaklaşım doğru mu?

Ali Murat DARYAL: Bu doğru olmaz. Yanlıştır. Şimdi siz bir medeniyetten, bir kültürden herhangi bir müesseseyi alırsanız, onun yan kuruluşlarını da alırsınız.

Meselâ meditasyon yapılırken bizim zikirde okuduğumuz evrad gibi mantra denilen, Hint dilinden bazı sözler vardır. Bu mantrada ne var ne yok bunun tercümesini bilmiyorum, ben onunla meşgul olmadım. Fakat en azından o meditasyon veya yogayı yaparken kafanızda, duygularınızda, düşüncelerinizde Hint kültürüyle, Hint medeniyetiyle, Hint’in değerleri ile bütünleşeceksiniz. Yoksa onu yapamazsınız.

Siz Allâh’ı zikrederken Yunan’ı düşünebilir misiniz?

Ama bu akımlara kapıldığınızda daha başta Hint kültürünün değerlerine göre oturmanız, kalkmanız gerekiyor.

Ben şu sıralar namazın psikolojisini çalışıyorum. Hiçbir şey söylemese de hareket ve davranışların dili vardır.

Bir gayrimüslim Müslüman oldu, vakit geldi, namaz kılacak. Ama Fâtiha veya sûreleri henüz bilmiyor; olsun, namaz kılacak. Önce hareket. Bu durumda Kur’ân namazdan önemli değil, ikinci plânda.

İlk plânda ne var? Hareket var:

Abdest alacak, secde edecek.

Secdenin bir dili vardır. Şimdi siz yoga yaparken Hintlilerin kendi değerlerine göre geliştirdikleri hareket ve davranışları yapacaksınız. Bu da size birtakım duygular, birtakım düşünceler verecek.

Hareketlerin dili çok önemlidir. Bakın, namazda secde vardır. «Sübhâne Rabbiye’l-A‘lâ» demesen de secde secdedir. İslâm’ın ve namazın bir alâmet-i fârikası secdedir. Herkese secde ettiremezsiniz. Size şimdi secde kolay geliyor. Deneyin başkalarına, ettiremezsiniz, deneyin. Müslüman alıştığı için secde ediyor.

Ebû Tâlib’in Müslüman olmamasının tek sebebi secdedir. Eskiler derlerdi: «Ser be-hâk, düm be-havâ: Baş toprakta, arka havada.» secdede öyledir ya. Ebû Tâlib öyle diyor: “Başımı yere koyup, gerimi havaya kaldırmam.”

Şimdi secdeyi emreden bir dinin bu hareket ile Müslümana vermek istediği bir rûhî mertebe, bir rûhî tekâmül vardır.

Bunun gibi siz yoga yaptığınız zaman, yoganın da kendi adamına vardırmak istediği bir nokta vardır. Ama o, istenilen bir nokta değildir.

Yüzakı: Efendim diğer tarafta, inanç boyutunda da karma, tenâsüh gibi inancımıza temelinden aykırı hususlar ülkemize giriyor. Bugün; “Eski yaşantımda şöyleydim, bir dahaki hayatımda böyle olacağım gibi…” iddiaları, daha doğrusu telkinleri sıkça duyuyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Ali Murat DARYAL: Hareketler düşünceleri, düşünceler hareketleri tetikler, destekler. Ne diyorlar: “İnandığın gibi yaşamazsan, yaşadığın gibi inanırsın.” İnsan çelişemez, insan ikiye bölünemez, şahsiyet parçalanamaz… Ve bu yüzdendir ki; böyle bir zorlamayla karşı karşıya kalmış pek çok insan, intihar etmiş veya kafasının kesilmesine râzı olmuştur. Çünkü şahsiyeti parçalanmış olarak yaşamak daha kötü, daha imkânsız.

Müslümanlar, kendi îmanlarını, kendi inançlarını dünyaya, kamuoyuna yüzlerinin nûruyla, büyüklüğüyle anlatamadılar. Batıyı bırak, kendi evlâtlarına anlatamadılar.

Müslüman; kendi tarihini, kendi değerlerini, meselâ niçin domuz eti yemediğini bilmeli…

Bakın Gandhi’ye diyorlar ki: “Ne olur müsaade et, inek eti yiyelim.” Diyor ki; “Bizi on bin yıldan beri Hintli olarak ayakta tutan inek eti yemememizdir. Bırakın Hintli olarak kalalım, inek eti de yemeyelim.”

Onların bâtıl dinlerine sarıldığından daha fazla biz Hak dinimize sarılmalı ve hikmetlerini düşünmeliyiz. Eserlere değişik açılardan bakmalıyız. Medeniyetimizde, dilimizde her şey bizim değerlerimizi yansıtır:

Meselâ biz, «birçok» deriz. Birse çok değildir, çoksa bir değildir. Ne demek «birçok?» Önce bir olan Allah vardı. O bir olan Allah tecellî etti, çokluk ve kesret âlemi ortaya çıktı. «Birçok defa»nın altında yatan îman budur. Şimdi «çok kez» diyorlar. Bir yok. Niye yok?

Şimdi dilden bu îmanı silmeye çalışıyorlar. Biz şahadet parmağı derdik. Bunu işaret parmağı olarak değiştirdiler. Evvelden biz parmak kaldırırdık. Şimdi «el kaldır» diyorlar. Niye? Biz parmak kaldırarak dolaylı olarak, Allâh’ın birliğini ispat ederdik. Parmak kaldırmak; «Allah birdir!» demektir. Şimdi el kaldırıyorlar, kesret.

Yüzakı: Son olarak gençlere neler tavsiye edersiniz?

Ali Murat DARYAL: Bir defa taklitle hiç kimse hiçbir yere varamaz. Biz, biz olduğumuz müddetçe bu dünyada varız.

İslâm’a gönül veren bir genç; ne içki, ne sigara, ne de uyuşturucu kullanır.

Bu neyi gösteriyor? Kendi mutluluğunu İslâm’ın içinde kalarak temin eder. Dışarıda mutluluk aramaz. Arasa sen onu engelleyebilir misin? Bu lâfla olmaz. «Haydi aslanım!» demekle de olmaz, kanun çıkarmakla hiç olmaz.

Amerika’da 1931-1932 yıllarında içki yasağı kondu. Kaç bin kişi sayısını bilemiyorum, polisle çatıştı. Onlar polisi öldürdü. Polis onları öldürdü. Elektrikli sandalyede can verdiler, yine de içki yasağını sürdüremediler, serbest bıraktılar.

Böyle bir dünyada sen, Kur’ân-ı Kerim’de; «İçkiden sakının!», yazıyor diye hemen insanlar buna uyacaklar mı zannediyorsun? Allah Teâlâ, içkiyi yasak kılmadan önce ibadetlerle bir meleke kazandırıyor. Bunun içinde secde vardır, bunun içinde oruç vardır, bunun içinde diğer ibadetlerin feyzi, bereketi vardır. Ondan sonra; «İçki haramdır!» diyor.

O bakımdan benim gençlere tavsiyem şu:

Kendi değerlerine dönmelerini arzu ediyorum. Müspet mânâda aradıkları ve arayacakları her şeyin; kendi değerlerinde, kendi îmanlarında, kendi kültürlerinde var olduğunu iddia etmiyorum; böyle olduğunu biliyorum.

Yabancıya hiç ihtiyacımız yok.

O kadar yok ki, bunu anlatmak kābil değil. Batının dünyaya getirdiği felâketten başka hiçbir şey yoktur.

Ve gençlere en önemli tavsiyem;

Ne olursanız olun, hangi ilimle uğraşırsanız uğraşın, hangi bilim ve sanat dalında olursanız olun. Birinci olun, yani ikincilik yok. İkinciyle sonuncu arasında fark yoktur. Birinci olacaksınız.

Yüzakı: Hocam, teşekkür ederiz.

Ali Murat DARYAL: Ben de teşekkür ederim.