Maddiyatla Mâneviyat Arasında UZAK DOĞUDAN YAKIN TEHLİKE

H. Kübra ERGİN

hkubraergin@hotmail.com

Genç, güzel bir hanım; gözleri yumulu, yüzünde sakin bir ifade, avuçları yukarı bakar vaziyette ellerini dizlerinin üzerine koymuş, bağdaş kurup oturmuş.

Bu resmi görünce; «Bu kadın ne yapıyor acaba?» diye merak eden yoktur zannederim.

Son zamanlarda Uzak Doğu dinlerinin pratikleri basın-yayın kuruluşlarında o kadar çok yer buluyor ki; her ne kadar tam mânâsını ve maksadını pek çoğu bilmese de, artık gençlerimiz ve kadınlarımız bu akımların yabancısı değil. Bilhassa sağlıklı hayat, şifacılık ve kişisel gelişim konulu yayınlarda bu öğretiler oldukça fazla yer tutuyor.

Bu metotlar medyada öyle bir dille anlatılıyor, öyle özendiriliyor ki; halkımızın belli bir kesimi için, bu pratikleri uygulayan bir kimse; namaz kılan, tesbih çeken, bir Müslümana nazaran çok daha modern bir manzara oluşturuyor.

Zaten bu akımların cazibesi de «modern» kabul edilmelerinden ileri geliyor.

«Sosyete Din Arıyor» başlıklı yazısında Adem ARSLAN, bir yoga öğreticisinin, «öğrencilerinin inanç konusunda boşluk duyduğunu, ama kendi dinlerine yönelecek olurlarsa irticacı damgası yiyeceklerinden endişe ettiklerini»* söylediğini aktarıyor.

Gerçekten de günümüzde gerek meditasyon ve yoga adı verilen pratiklerin öğretildiği kurslar, gerekse yine bu dünya görüşünün mahsulü olan; şifacılık, kişisel gelişim, NLP gibi eğitim faaliyetlerine en fazla; belli bir seviyede eğitim almış, maddî durumu yerinde olan kişiler başvuruyor.

Kursların, seminerlerin ve eğitimlerinin çoğunun lüks otellerin salonlarında ya da şehir merkezlerine yakın, oldukça şık merkezlerde yapıldığını ve katılım ücretinin hayli yüksek olduğunu düşünürseniz bu pek şaşırtıcı da değil.

Amerika gibi ülkelerde bu merkezleri, gerek eğitimden, gerek çeşitli eşyaların satışından elde ettikleri gelirlerle üniversiteler, televizyon kanalları, partiler; hattâ sembolik de olsa hükûmetler kuruyorlar. Böylece etki sahalarını her geçen gün genişleten merkezler, kendilerini âhirzamanda gelip altın çağı başlatacak olan «kalki» (kurtarıcı) olarak lanse etmeye hazırlanıyorlar. Savaş, açlık, siyasî gerginlikler, terör gibi birçok meselenin çözümünün kendi doktrinlerinde olduğunu ileri süren bu merkezlerden yalnızca birinin altı milyondan fazla kişiye eğitim verdiğini bildiriyorlar.

Dünyada kazandıkları başarılardan sonra ülkemizde de organize olmaya başlayan eğitmenler; millî direnci kırmak için Mevlânâ gibi sûfîlerimizin adını kullanmaktan da çekinmiyorlar. Meselâ bazı internet sitelerinde; «Mevlânâ’nın semâ‘ının da meditatif bir dans usûlü olduğu», «onun mesajının bakthi yogaya çok benzediği» gibi aldatıcı iddiaları dile getirenler, bir yandan da; «kendilerinin bir dini yaymaya çalışmadıklarını, zaten bütün dinlerin özde bir, sadece şekilde farklı» olduğunu ileri sürüyorlar.

Onların bu sözleri dinî bilgisi olmayanlara pek barışçı ve sevimli geldiği için, aslında bu sözlerin alttan alta dine, bilhassa İslâm’a hakaret içerdiğini anlamıyorlar. «Biz dinler gibi insanları bölmüyoruz, birleştiriyoruz.», derken aslında tam da; «Dinler, insanları ayırıyor.» demiş oluyorlar.

Öte yandan bu kurslara katılanların pek çoğu zaten din hususunda endişe çekecek hassasiyetten yoksunlar. Çoğunun bu gruplara katılmalarının maksadı, aldıkları eğitim sayesinde psikolojik sıkıntılarından kurtulup rahatlamak, daha zinde ve sağlıklı olmak, beynini daha yüksek kapasitede kullanıp daha başarılı olmak gibi peşin menfaatlerden ibaret. Ancak insanoğlu için inanmak kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu için, pratiklerle birlikte telkin edilen inançları da çok direnç göstermeden kabul ediyorlar. Öyle ki, meselâ sadece boyun kireçlenmesi rahatsızlığı için reiki tedavisi almak isteyen bir hanıma; «Sen geçmiş hayatında boynun kırılarak ölmüş olabilirsin. Bunun gibi bir karma sebebiyle bu acıyı çekiyorsun.» gibi telkinlerde bulunulabiliyor. Meditasyon ve yoga teknikleri öğrenmek için uzun uzadıya merkezlerine devam edenler ise bu gibi telkinlere çok daha fazla maruz kalıyorlar elbette.

Bu telkinler çoğu zaman, kişinin enaniyetini okşayan iltifatlar şeklinde oluyor.

Meselâ; «Senin auran çok farklı. Belki de geçmiş hayatında ermiş bir kişi idin.» gibi sözlere inanmak çoğu genç insana oldukça cazip geliyor.

Ayrıca bu merkezlerde gençlere sadece gurur vaat edilmiyor, dünyevî menfaat elde etme imkânı da sunuluyor. Bir takım eğitimlerden geçip sertifikalar aldıktan sonra eğitmen olabilmek imkânı, çoğu gence; «Bu masrafa değer!» dedirtiyor.

Bu kurslar medyada daima bilimce desteklenen, son derece mantıklı sistemlermiş gibi gösterilseler de, işin içine girenler yavaş yavaş hurafe derecesinde saçma-sapan bir inanç akımı içinde buluyorlar kendilerini. Meselâ bir süre, bedeninde hayat enerjisinin daha iyi dolaşmasını sağlamak ve hastalıkları iyileştirmek için; «vücudunda ışığın dolaştığını hayal etmesi» söylenen bir öğrenciye, bir müddet sonra; «yaratıcı imgelem» denilen dersler verilmeye başlanıyor. Öğrenci, içine düştüğü su yavaş yavaş ısındığı için haşlandığının farkına varmıyor ama aslında akıl dışı bir varlık felsefesinin ve hattâ büyücü bir inancın içine doğru çekiliyor.

Çünkü yaratıcı imgelem veya çekim yasası dedikleri şeylerin aslı, eski Hint dininin bel kemiği yerindeki büyücülük temeline dayanıyor.

Bu öğretilerin cazibesi ve aynı zamanda aldatıcılığı, dilinden kaynaklanıyor.

Bu akımların sözde tanıtıldığı, -ama aslında doğru-düzgün açıklanmadan sadece telkin edildiği- kitap ve yazıların kendine mahsus bir dili var. Bu dil, son derece müphem, birçok mânâya gelmesi muhtemel, mânâsını neredeyse kimsenin açıklamadığı teknik terimlerle ve akıl şaşırtan karmaşık bir üslûpla örülü, tuhaf bir lisan. Sanki anlaşılmaktan çok merak uyandırmak için kullanılan bu cazip dil, karşısındaki kişiyi; «Henüz anlayamıyorsun, çünkü eğitim almadın. Ama gelip öğrenirsen anlayacaksın.» edasıyla esrarlı bir dehlize davet ediyor.

Sevinilecek bir husus varsa, o da, çekime kapılan insanların pek çoğunun şuur altlarındaki tasavvuf kültürü birikiminin ışığı sayesinde, kısa bir müddet sonra bu çevrelerden rahatsızlık duyup çıkması. Bunların, internet günlüklerinde paylaştıkları tecrübelerini okuduğumuzda, kültür mirasımızın her ne kadar aşınsa da hâlâ çok sağlam olduğunu düşünüp seviniyoruz.

Ancak bu arada maalesef pek çok gencimiz uyanmakta geç kalıyor. Bazen bir gencin kendisine Hintli adı aldığını, bir diğerinin Budist olduğunu ilân ettiğini okuyoruz. Bu gençlerimizin bir kısmının mensup oldukları merkezler adına âdeta bir misyoner gibi çalıştığını bilmek ise yüreğimizi kanatıyor.

Pek az bir karşılık için sadece dünyalarını değil âhiretlerini de kaybeden bu gençler de gösteriyor ki, insanoğlu rûhânî ihtiyaçlarını mutlaka bir şekilde gidermeye mecbur kalıyor. Kemal SAYAR’ın; «Mâneviyatın Light Olanı» yazısında belirttiği gibi, günlük hayatına dokunmadan rûhunun üşümesini bir ölçüde dindiren «pansuman niyetine» öğretilerle de olsa çare arıyor.

Günümüzde bazı dindar insanların da, hoşgörü adı altında bu akımlar hakkında verilen masum fotoğrafa aldandığına şahit oluyoruz. Hattâ; «Namaz da bir çeşit meditasyondur.» gibi cümleler işitiyoruz. Bu cümlede meditasyonun namaza dayanak gösterilecek kadar güvenilir bir metotmuş gibi sunulduğunu nasıl fark edemiyorlar? Oysa konunun uzmanı bir psikiyatr olan Mustafa MERTER’in kendi hastalarından edindiği tecrübeye dayanarak; «Rûhun ayarlarıyla oynanmaz!» diye uyarıda bulunduğunu düşünürsek, bu uygulamaların, Allah ve âhiret inancından mahrum bir kültürün, batıda ambalâjlanmış ürünleri olduğunu çekinmeden dile getirmeliyiz.

* ARSLAN, Adem Yavuz, «Sosyete Din Arıyor», Aksiyon, 6 Mayıs 2002 / Sayı: 387.