TATİLE GİDERKEN…

Sadettin KAPLAN

sadettinkaplan@gmail.com

Haziran, Temmuz ve Ağustos; sıcak yaz ayları…

Bizim çocukluğumuzda, doğup büyüdüğümüz yörede yılın en çetin aylarıydı bu aylar. Çetin ama rahat geçirilecek kış aylarına yönelik bıcırdak beklentilerin, yumuşak tüylü sevdaların, uzun gölgeli umutların rûhumuzda rahvan atlarla nal dövdükleri aylardı bu aylar… Kanlarımızın bir alev gibi deverân ettiği damarlarımızda, birer kar kurdu gibi bıcırdayan o beklentiler, gönlümüzün koltuk altını gıdıklayan o yumuşak tüylü sevdalar, beynimizi tavasında eriten kor gibi güneşe engel olan o uzun gölgeli umutlarımız olmayaydı; can mı dayanırdı o yangın gibi yazlara?..

Sarı sıcak, bir yangın gibi kavururken ovaları; başaklar, bu sarı devin önünde hürmetle başlarını öne eğer, birer derviş tevekkülüyle ve anlayamadığımız bir cezbeyle rüzgârsızlığa rağmen sallanıp dururlardı. Biçilmeyi kabullenmenin zikriydi belki de bu salınışlar…

Önce oraklar, tırpanlar, tutuşurdu gün çalığı tarlalarda; sonra dövenler dönerdi harman yerlerinde. Mor çehreli akşamüstlerinde bir yerleri ağrırdı ötelerde kabaran mor dağların…

Sıcaktan ötürü bir türlü açılamayan gözlerin altında derinleşen kırışıklara umut çıngıları düşerdi saman tozuyla birlikte her akşam…

Gün boyu ovada yüzükoyun horlayarak uyuyan sarı-sıcak denen dev, akşama gerinince, Zeycan’ın gönlünde devinen sevda, dövenin her dönüşünde biraz daha esrir; top tepenin yamacından yuvarlanarak gelen Hasan’ın yanık sesinin üstüne devriliverirdi.

Umutlar, son kuş katarlarının kanatlarında yükselirdi semâya dua kıvamında… Harman sonu dünür gönderebilirdi Yanık Hasan. Ama önce şu taneler ayrılmalıydı başaktan. Yel esmeli, harman savrulmalı, taneler çuvallara doldurulmalıydı bir yol… Sonra çuvallar, çuval dolusu paraya satılmalıydı ki, her bir şey alınabile.

Ayakların altında döven, dövenin altında çakılı çakmak taşlarının hışır hışır doğradığı saman, samanın altında toprak, toprağın altında kara korkular dövülürdü.

Toprak…

Fânî bedenlerin özü olan topraktı üstünde devinip debelendiğimiz…

Sürdüğümüz, bağrını kotan kotan yardığımız, tohumlarla beleyip birbirine kardığımız topraktı, o tüm beklentilerimizi düğümlediğimiz solgun basma…

Toprak…

Yaz-bahar aylarında onca bitkiyi birer bıçak gibi böğründen sıyıran, bizleri doyuran, kayıran; sıcakta gölgesine, rüzgârda duldasına, kan donduran ayazlarda kutu gibi odasına sığındığımız evlerimizin kerpici, sıvası, ot bitmeyen yayvan damıydı toprak…

Ve bir süre sonra yaşamaktan usandığımızda; mecalsiz gövdemiz bükülüp, ağır gelen çileli başımızı koyacak müşfik bir diz, sığınacak bir kucak aradığımızda bizi bağrına basacak anaydı toprak…

Öyle düşünürdük. Ya da düşüncelerimiz öyle düğümlenip kirkitlenirdi düşünce tezgâhımızda…

Dilinden anlamasak da, toprağa her baktıkça; onun da bize yüz binlerce göz ile baktığını vehmeder, bu garip duyguyla ürperirdik.

O çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda, tatil dendiği zaman okulların kapandığı üç-dört aylık zaman dilimi gelirdi aklımıza… Ot biçimi, buğday biçimi, koyun kırkımı, yün yıkama, harman zamanı ve daha nice yıpratıcı zaman, bu tatil denen zaman dilimi içinde yerini alırdı ki, asla tatilin gelmesini istemezdik.

El ellikten, ayak ayaklıktan çıkardı. Kanlı gözler, sahtiyan gibi çehrelerle; bir kış boyu giyeceğimiz bir çift astarsız katran ayakkabı, bir fitilli pantolon ve bir pazen işlik için içimizde beliren sevinci dışa vuramazdım. Gülümseme, çorak bir bozkıra dönmüş çehremizde gül açtırmazdı. Kazara gülecek olsak, kanardı gerilen çatlak dudaklarımız…

O yıllarda, kimilerinin kimi yerlerde tatil yaptıklarını; sarışın sahillerde yıkanmış güneş altında ıpıslak kumlara döşlerini değdirdiklerini, dolunaylı gecelerde akıllarını ak köpüklü dalgacıklarda yıkadıklarını ne bilir, ne de aklımızdan geçirirdik.

Ama hemen belirteyim ki;

Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben

şarkısını, en azından ben biliyor ve kuşların yuvalarına döndükleri o hüzünlü yaz akşamlarında, batan güneşe karşı inler gibi mırıldanıyordum içim oyularak…

Denizi nereden bilecektik?..

Harman tozunun cam elyafı gibi tenimize terimizle birlikte sıvandığı o dayanılmaz sıcakta, o vıcık vıcık sızıları; öğle sıcağında manda ve öküzleri yıkadığımız çamurlu göletlere, durgun derelere dökerdik. Biz denizi yaz-bahar aylarında taşan Badişan Çayı’nın durgunlaştığı noktalar olan Biçâre Gölü, Güvercin Gölü, Bey Gölü’nden ibaret sanıyorduk.

Tenimiz topraksıydı.

Terimiz toprak kokardı bir kristal damla gibi toprağa düşende…

Denizi bilmezdik ama bilirdik bu toprağın türküsünü. Çünkü bu toprağın türküsü bizdik.

«Mazı»sına sütleğen denen ve kaygan bir süt salgılayan otlar sarıldığı hâlde, inleyişi dinmeyen kağnıların ağıtlarında arardık geçmişi. Geleceğimize güleç bir yüzle bakamazdık nedense…

Anadolu vatan edilirken de var mıydı kağnılar acep?

Doğup büyüdüğüm kasabaya otuz kilometre mesafedeki Malazgirt Ovası’na kağnılarla mı taşınmıştı Alparslan’ın cephaneleri?.. Onu pek bilemezdik, şimdi de bilmiyorum. Ama bildiğimiz bir şey var ki, Temmuz ve Ağustos sıcakları yeğin olur.

Ve yine iyi bildiğimiz, bize öğretmenlerimiz tarafından çok iyi belletilen bir şey daha vardı:

Anadolu’nun kilidi Malazgirt’te açılırken, Anadolu vatan edilirken Ağustos ayının 26’sıymış. Bu sıcak Temmuz ve Ağustos aylarının; Türk zaferlerinin Mehmetçik süngüsünün şimşeğiyle yazıldığı gün sıcağında dövülmüş birer altın levha olduğunu bellemiştik. Bunları düşünürken, daha bir gayrete gelir; altımızda dünya gibi dönüp duran dövenin apansız bir Süphan Dağı bulutu gibi havalanıp, Malazgirt’e, oradan Dumlupınar’a, Sakarya’ya, Kocatepe’ye uçacağını hayal ederdik.

Sonra… Sonra okulda ezberlediğimiz şiirlerden kırık dökük mısralar gelir dudağımıza alevden birer öpücük gibi konuverirdi:

Sakarya’da ebediyet sırrına eren
Kahramanlar arasından geçiyor tren…

Ya da;

Yirmi altı Ağustos, gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı!..

Ah kağnılar…

O kağnılar ki; hayallerimizde, hâtıralarımızda bile kağşadı gitti.

Yerine gelen traktörler; ay boynuzlu mandaları, ağzı menevişli öküzleri ezip geçtiler. Tarım da bitti, hayvancılık da…

O sıcak yaz aylarında, sahtiyan tenli çocukların manda ve öküz yıkama bahanesiyle serinleyecekleri dereler yok gayrı. Kurudular, kurutuldular. Hâlâ kurumamakta direnen dereleri de fabrika atığı zehirlerle kirletmekteler. İşin en acı tarafı, kirleten fabrikaların da sesleri kesildi, dumanları kısıldı, çalışanlarına küsüldü. Şimdi yoksa, varsa; BORSA!.. Nedir borsa? Bilmem. Cevap veremem biri bana sorsa…

Vatan denen bu mübarek toprağa sevgimiz mi azaldı ne? Saptık mı, sapıttık mı?..

«Vatan, millet, Sakarya!» argosuyla alaya alınır oldu kahramanlık ve vatan sevgisi…

Sevgiler azaldı, saygılar azaldı. Ama kaygılar çoğaldı gönül olan yüreklerde… Bir de tatile gidenler çoğaldı günbegün…

Sahillerimiz yetmiyor «ecnebî dostlar» ve tuzu kuru, avuçları terli yerli tatilcilere… Sahillerde, denize nâzır tatlı su havuzlarında yüzüyorlar.

Yetmiyor demek ki «Ada sahilleri…» Onun için beklemiyorlar o sahillerde mahzun…

Topraklarımızı daraltmak pahasına, içe doğru biraz daha genişletsek mi denizleri? Tır hattına, fır hattına bir fâidesi olur mu acep?..

Daralan sahiller midir dersiniz? Bana göre gönüllerdir daralan. Sevgi kuşu terk edeli daraldı bu gönül denen altın kafes…

İşte bundandır ki; kimileri denizin içinde denizi içine çekerken bile mutsuzlar. Oysa kimileri şu yaz sıcağında, bir dağın yamacından asılmış köyde içecek bir damla suyu kırbasına doldurabilmek uğruna seherden kuşluğa kadar taban tepiyor yalınayak…

Vatan denen bu Türkmen kilimi, herkese yeter. İnanın…

Yeter ki; kimileri üzerinde boylu boyuna uzanmış yatarken, kimileri diz çöküp oturabilsin, kimilerine de hiç değilse nakışını hayranlıkla seyredebilme, kenar püsküllerine dokunabilme imkânı verilsin… Tatile giderken; aklı, fikri, vicdanı, merhameti de tatile göndermemek gerekir herhâlde…