Son Yılların Modası TAKILMAMAK LÂZIM!

Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI

tali@yuzaki.com

Son yılların modası. Dost bildiğiniz bir insana, kendisinde gördüğünüz bir yanlışı, bir bozukluğu usûlünce, üslûbunca dile getirecek olsanız hemen o bildik sözle karşılaşırsınız:

“Efendim, artık böyle şeylere takılmamak lâzım!”

Genç bir kardeşinizi görürsünüz, daha bir asrı bile bulmayan bir zaman önce, kendisini tarihten silmek için üzerine çullanan İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ın tarzına göre saçını-sakalını şekillendirmiş. Tatlı dille; «Hayrola?» dersiniz, bu cevabı alırsınız; «Artık kıldan-tüyden şeylere takılmamak lâzım!»

Bir öğretmene rastlarsınız, dilinde kaba-saba; «tanıklar, kanıtlar, rastlantısal olasılıklar…», «Aman!» dersiniz, «Dilimizin sâfiyeti, özlü ve köklü Türkçemiz…» Aynı cevabı alırsınız: «Önemli olan derdimizi anlatmak… Artık böyle şeylere takılmamak lâzım!»

Bu sihirli (!) cümle, yapılan tenkidi anlamsız; ikaz eden kişiyi de boş işlerle uğraşan biri olarak ilân etmek için birebirdir.

Cümlede geçen «artık» kelimesi, ikaz edilen konunun, geçmiş için geçerli ve değerli olduğu itirafını, bugün ise o mevzuun geçerlilik ve değerini kaybettiği iddiasını ifade eder. «Bugün geçmişe göre ne değişti?» diye sorsanız, verilecek mantıklı bir cevap yoktur. Fakat maalesef, geçmişte bu «ayrıntıların» kavgasını vermiş niceleri, bugün bu meseleleri geçmiş-bitmiş lüzumsuz takıntılar olarak görüyor.

Cümledeki «takılmak» fiili de itina ile seçilmiştir. İkaz eden kişi, bugün önemini yitirmiş bir mevzua «takılıp kalmak»la, daha önemli şeylere geçememekle itham edilmektedir.

Elbette, talim ve terbiye işinde bir sıralama esastır. Şekille ilgili hususiyetler, özden sonra verilir. Cihanın gördüğü en büyük mürebbî olan Cenâb-ı Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, uyguladığı eğitimde, ıstılah olarak tedricîlik adı verilen bu sıralamayı gözetmiştir. Hazret-i Âişe –radıyallâhu anhâ-’nın da tespit ettiği gibi, eğer bu sıralama gözetilmese, o cehalet toplumunu, su gibi tüketilen içki, tabiî görülen zina gibi şeylerden vazgeçirmek mümkün olmazdı. Hazret-i Ali’nin tespitiyle de gönüller ve akıllar hazır olmadan yapılacak ikazlar, insanları Allâh’ın kelâmını yalanlamaya kadar götürür. Bu sebeple önce akıllar vardırılmalı, gönüller ikna edilmelidir.

Evet, bir sıralama vardır. Îman, amelden; rûha verilecek kıvam, bedene kazandırılacak şekilden önceliklidir. Âcil servise ağır yaralı gelmiş bir kazazedenin, kalbine müdahale dururken, eline-koluna dikiş atmazlar. Fakat gerekli müdahaleden sonra, elinden-kolundan akan kanı da önemsiz görmezler. Çünkü sıra ondadır ve artık o da hayatî bir problemdir. Kaldı ki bazen küçük, önemsiz görünen bir ârıza, çok büyük bir hastalığın belirtisi olabilir.

İşin özü; öncelik taşımayan hususları önemsiz saymamak lâzımdır.

Peygamberimiz, böyle küçük zannedilen pek çok hususa, öyle zamane tabiriyle «takılmaz», dikkat ve dirayetle müdahale ederlerdi. Meselâ;

Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’ın elbisesinde, kadınların kullandığı renkli bir ıtırın izini görünce, hemen çağırıp, “Hayrola?!.” demiş, izahat almışlardı.

“Önemli olan mescide gelmiş olmaları” demez, namazda safları, ok gibi dümdüz kılana kadar namaza başlamaz, hattâ saflardaki düzensizliğin kalplere yansıyacağını ihtar ederlerdi.

Bugün «artık» takılmamak gerektiği iddia edilen, kılık-kıyafet, saç-sakal, oturup-kalkma, yemek-içmenin ayrıntıları üzerine yüzlerce hadîs-i şerifte, onlarca nebevî ölçü verilmiştir. Elbette, tornadan çıkmışçasına herkesi tek tipleştirecek ayarlar değil, işin rûhunu kazandıracak prensiplerdir bunlar. Gayrimüslimlerin alışkanlıklarına muhalefet, cinslerin karşı cinse benzememesi, hayvanlara benzememek, avreti örtmek, cinsiyeti teşhir etmemek, kibirden, israftan kaçınmak gibi önemini hiçbir zaman kaybetmeyen ölçüler…

Bugün de;

Sizden biriniz bir kötülük gördüğü an,
Islâhı için yapsın elinden geleni.
Şâyet gücü yetmezse konuşsun o zaman,
Bilmezlere öğretsin, uyarsın bileni.
Korkarsa eğer doğruyu anlatmaktan,
Kalbiyle belirtsin onu terk ettiğini,
Artık bu olur za‘f ile mâlûl îmân!

şeklinde nazmen tercüme ettiğimiz hadîs-i şerife uymak için kardeşlerini ikaz edenler; kabukla, şekille uğraşmamakta, bu mânâ dolu ölçülerle hareket etmektedirler. Bu sebeple, onlara «böyle şeylere takılmamak lâzım!» deme takıntısından «artık» vazgeçmek lâzımdır.

Şöyle bir düşünmek lâzım…

Başkasına; «Böyle şeylere takılmamak lâzım» diyerek savunulan meselâ yabancı kelime, uydurukça kullanma hastalığı olmasın asıl takıntı?

Yabancı akıntılara kapılarak bürünülen o kılıklar, olmasın asıl takıntılar?

İnsanımızı, gençlerimizi oyalayan modalar, gel-geç hevesler, akımlar, süflî alışkanlıklar… Asıl takılma nerededir? Asıl takılıp kalanlar kimlerdir?

Evet, takılmamak lâzımdır!

Akşemseddinlerin, Fâtihlerin, sâdıkların, sâlihlerin ardınca vakarla gitmek dururken, gaflet ve zillet içinde daha dün seni işgale gelen düşmanlarının peşine takılmamak lâzımdır!

Bugün, öz medeniyetin, köklerden gelen kültürün içinde suda balık gibi kānî ve mutmain olmak ve bizi hevâya, yani ölüme çağıran zehirli oltalara, çirkef «ağ»lara, şebekelere takılmamak lâzımdır.

«Nazar ber-kadem» fehvâsınca gözleri önünde, dikenli yollarda, mayın tarlalarında yürürcesine bir takvâ yürüyüşü sergilemek dururken, akıl bir karış havada, göz ve gönül balon gibi yüksek ve boş heveslerde, yalpalayarak, yollara dikilmiş taklit taşlarına takılmamak ve kafa üstü çakılmamak lâzımdır.

Boş heveslere îman gibi sarılıp da, dâreyn saadetinin temeli olan değerleri el ucuyla tutmamak; statlara, kafelere müdavim olup, kütüphanelere, mescidlere şöyle bir «takılmamak» lâzımdır.

Sahte ve bâtıl telkinlere karşı, dostuna hakkı tavsiye eden, şiddetli rüzgârlara karşı, kardeşine sabrı tavsiye edenlere, sırf altta kalmamak uğruna sataşmamak, «takılmamak» lâzımdır.

Mânâ öncelikli, ruh öncelikli, îman öncelikli diye her şeyi dümdüz edip, hayat imtihanında şekil diye küçümsenen o en basit sorularda takılmamak lâzımdır.

Ve son olarak;

En hayâsız hâli görsek hak ve hürriyyet sayıp,
Emr bi’l-mârûfu attık, nehy ani’l-münker kayıp!
Öyle azgınlaştı şeytan öyle pişkinleşti ki;
Şerri yapmak suç değil, artık eleştirmek ayıp! (Tâlî)

hayıflanması içinde, yanlışı gören, düzeltme arzusu taşıyan, bunun yolunu-yordamını da bilen ama cemiyetin bahse konu ettiğimiz tepkilerinden çekinenlere son söz:

Bir derdi çözünceye kadar zihnen, fikren, kalben o probleme çakılı kalmak lâzımdır, fırça gibi takılıp geçmek değil. Hele savunma duygusuyla gelen boş itirazlara hiç takılmamak lâzımdır.

Asıl son söz gönlümüze;

Küçük ve büyük ne varsa tara,
İçinde Hüdâ rızâsı ara,
Hevâ ve heves asıllılara;
Basit sanarak takılma gönül!.. (Tâlî)