Suffe’den Süleymaniye’ye… CAMİ AKADEMİLERİ MEDENİYETİ

Dr. Harun ÖĞMÜŞ

Medeniyetimizin merkezinde cami yer alır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Medine’ye hicret eder etmez ilk yaptığı işin mescid bina etmek olması da bunu göstermektedir.

Çevresinde oluşan çarşılarla ekonomik hayatın merkezinde yer alan Mescid-i Nebevî, namaz kılınan ve tebliğ faaliyetleri yürütülen bir yer olmasının yanı sıra birçok fonksiyon icra ediyordu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gerektiğinde münadîler çıkarmak sûretiyle halkı mescide çağırıyor, sosyal yardım faaliyetlerini orada yürütüyor, savaş ve benzeri mühim kararları ashâbıyla birlikte orada istişâre edip karara bağlıyor, adlî meselelere orada bakıyor, yabancı heyetleri orada kabul edip ağırlıyordu. Meselâ; hicrî 9. yılda Medine’ye gelmiş olan Necran Hıristiyanlarının heyeti Mescid-i Nebevî’de kalmış ve hattâ kendi dinlerine göre orada ibadet etmişlerdi.

Mescid aynı zamanda bir şiir mahfiliydi. Ensârın önde gelen şairlerinden Hassan bin Sâbit -radıyallâhu anh-, bizzat Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emriyle konulan kürsüye çıkıp; Hazret-i Peygamber’i ve İslâm’ı savunan, müşrikleri hicveden şiirlerini orada inşâd ediyordu.

Mescidin yukarıda sayılanlardan farklı ve en önemli fonksiyonlarından biri de, bizim bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğimiz, mektep vazifesi görmesiydi. Allah Rasûlü’nün arkasında namaz kılan ashâb-ı kirâmın hepsi imkân ölçüsünde ondan feyz alıyordu. Ama ashâb-ı suffe adı verilen kimseler için mescid, yatılı bir mektep mesabesindeydi. Onlar; Hazret-i Peygamber ’in yanından hiç ayrılmaz, akşam da mescidde ikamet ederlerdi. Ashâb-ı kiram içinde en çok hadis rivayet edenlerden biri olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- bunlardan biriydi.

Mescid-i Nebevî, îfâ ettiği bu mühim vazife ile İslâm’ın ilk akademisini oluşturdu ve daha sonra inşa edilecek mescidlere de örnek oldu. Abdullah bin Abbas -radıyallâhu anhümâ- Mescid-i Haram’da, Abdullah bin Mes’ud -radıyallâhu anh- Kûfe mescidinde, Hasan-ı Basrî -rahimehullah- Basra mescidinde çevrelerinde halka olan insanlara ders vermeye başladılar.

Hicrî ikinci asra gelindiğinde İslâm âleminde bulunan Kûfe, Medine, Basra, Fustat (Kahire), Şam, Mekke ve Bağdat gibi büyük şehirlerin merkez mescidleri, ihtisaslaşmanın da olduğu birer üniversite gibiydiler. Mescidin sütunlarının yanında hocanın çevresinde halka olan her bir topluluk bir ilimle meşguldü. Bir sütunun yanında fıkhî mevzular müzakere edilir, yanındaki halkada hadis rivayet edilir, yanındaki halkada kıraat okunur, yanındaki halkada şiir inşâd edilir ve nahiv (gramer) kāideleri belirlenir, yanındaki halkada kelâm meseleleri münakaşa edilirdi… Bu halkalarda görüşülen her bir ilim dalında, takip edilen metotların farklılığı sebebiyle akılcı, nakilci, belirlediği usûle sıkı sıkıya bağlı veya bu hususta müsamahakâr olarak vasıflandırılabilecek çeşitli ekoller oluşmuştu.

Hülâsa, itikatla ilgili prensipler ve dinî hayatın yaşanmasında hâlâ ehemmiyetini koruyan tüm esaslar; mescidlerde, yani camilerde belirlenmiştir. Hicrî ikinci asrın ortalarından itibaren Abbasî halîfelerinin ve onlardan kopan coğrafyalarda saltanat süren hükümdarların saray ve kütüphaneleri de bir ilim merkezi olmakla birlikte, mescidler ehemmiyetini hiç yitirmemiştir. Ancak beşinci asırda İslâm dünyasının merkezi olan Orta Doğu’ya Selçuklu Türkleri hâkim oldular. Ordu-millet olmaları hasebiyle tabiatları gereği her şeyin ordu gibi muntazam olmasını isteyen Türkler, başta Bağdat olmak üzere hâkim oldukları büyük şehirlerde vezir Nizâmü’l-Mülk’ün adına nispet edilen Nizâmiye Medreselerini kurdular. Zaten dördüncü asırda Mısır’da hâkim olan aşırı Şiî mezheplerden İsmâiliyye’ye bağlı Fâtımîlerin ve başkalarının yaydığı bâtınî fikirlere karşı sünnî düşüncenin desteklenmesi zarureti bunu gerektiriyordu.

Medreselerin kurulmasıyla eğitim, mescidin dışına çıkmakla birlikte ondan tamamıyla kopmadı. Çünkü medreseler; merkezinde camilerin yer aldığı, hastane, aşhane, kütüphane, çarşı, han, hamam ve çeşme gibi eserleri ihtiva eden külliyeler içinde yer alıyordu.

Yüksek tahsile muâdil olan medreseler gibi ilköğretim de aynı şekilde cami ile irtibatlı idi. Başta Kur’ân’ın öğretilmesi olmak üzere, okuma-yazma, matematik gibi temel bilgilerin verildiği, hocanın inisiyatifine göre şiir ve edebiyat melekelerinin de kazandırıldığı, Arapçada «küttab», Türkçede «sıbyan mektebi» veya «mahalle mektebi» adı verilen ilk mektepler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devrinden itibaren önce mescidlerde öğretime başladı, sonra mescidin yanındaki müstakil binalarda yerini aldı.

Tarihimiz boyunca çeşitli seviyelerdeki tahsil hayatının nerede yapıldığını hülâsa ettiğimiz bu yazı, -girişte de belirttiğimiz gibi- medeniyetimizin merkezinde caminin yer aldığını ortaya koymaktadır. İlhamını vahiyden alan tevhid merkezli bir medeniyette bundan başkası da mevzubahis olamazdı zaten. Çünkü «toplayıcı, kuşatıcı» mânâsına gelen camilerin, ihtiva ettiği anlamın aksine -maalesef bugün olduğu gibi- sadece «namaz kılma yeri» olarak görülmesi, eksik bir ibadet anlayışının eseridir. Zira ibadet, kulluk etmek demektir. Kulluk ise sadece namaz kılmaya mahsus bir mefhum olmayıp bütün hayatı Allâh’ın buyruklarına göre tanzim etmek mânâsına gelir. Tarih boyunca bu, doğru anlaşıldığı için hayatın çeşitli sahalarıyla alâkalı müesseseler mescidlerin etrafına yapılmış ve bu çerçevede bir medeniyet inşa edilmişti.

Bugün bizler, zamanımız şartlarını da dikkate alarak aynı anlayışa dönmeliyiz. Bir cami yanında mutlaka kütüphane, konferans salonu, çay ocağı, bilgisayar odası, kültür merkezi, spor salonu ve benzeri yaygın eğitim müesseseleri olmalıdır. Çocuklarımız ancak bu sayede cami atmosferi içerisinde yetişebilir.

Zîrâ kişi kalkar denilir düştüğü yerden
(Muallim Nâcî)