Bütün Cepheleriyle REŞAD EKREM KOÇU

Dursun GÜRLEK

dursun.gurlek@mynet.com

Mehmed Âkif ERSOY’un Çanakkale şehidlerini tasvir eden o şâheser şiirinde şöyle iki mısra yer alıyor:

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb
Seni ancak ebediyyetler eder istîâb!

Birinci mısrada geçen «edvar» kelimesinin ne anlama geldiğini sokaktan geçen beş kişiye rastgele sorsak, acaba doğru cevap verebilirler mi? Hiç sanmıyorum. Ne yazık ki, sadece bugün değil, dün de aynı cehalet söz konusuydu. Buna şöyle bir örnek vereyim:

Yücel Dergisi 1947 yılının Ocak ayında bir anket düzenliyor; Âkif’in şiirinde geçen «edvâr» kelimesini 5 gence soruyor. Onların verdikleri cevapları bir ibret tablosu yahut cehalet numunesi olarak şöyle sıralıyor:

1. Yüksek ticaret mezunu bir yedek teğmen:

Bilmiyorum, şiiri hatırlıyorum. Mehmed Âkif’in Çanakkale şehidleri için yazdığı bir şiirdir. Olsa olsa İngiliz kralı Edward’ı kast ediyor olmalıdır. Zira malûm ya Çanakkale’de İngilizleri mağlûp etmiştik. Edward da İngiliz kralıdır.

2. Muvazzaf bir levazım teğmen:

Bilmiyorum. Bu mısra Mehmed Âkif’in Çanakkale şehidlerine yazılmış bir şiirinden alınmıştır. O zamanlarda İngilizler baş düşmanımızdı. Edward da kralları idi. Bunun için Edward’ın mânâsı, herhâlde Kral Edward’dır. Fakat vezin icabı Âkif, kral kelimesini kullanamamıştır.

3. İstanbul Hukuk Fakültesinden 1942 senesinde mezun olmuş bir stajyer hâkim:

Bilmiyorum. Tahmin de etmiyorum. «Acaba Kral Edward’la alâkalı bir kelime midir?» diye sorduk. «Olmaması icap eder gibi geliyor ama bilmem ki!..» dedi.

4. Yüksek Kimya Enstitüsünden bir üniversiteli genç:

Bilmiyorum. Edvar duvarın cem‘idir. (Çoğuludur) Çanakkale’de yıkılan duvarları, yani şehidleri kastetmiştir Mehmed Âkif.

5. Teknik Üniversitenin son sınıfından bir yüksek mühendis adayı:

Edvar, etfalin bir diğer şeklidir. Etfal çocuk demektir (Hayır çocuklar demektir). Harbin alt üst ettiği çocukları kastediyor.

İşte size korkunç bir cehalet örneği. Âkif’in okuyanları ve dinleyenleri galeyana getiren, gözyaşları döktüren «Çanakkale Şehidleri»nde geçen bir kelime ve onun mânâsını bilmeyen okumuş (!) gençlik. Şu komik ve dramatik manzaraya bakınız. Kendilerine soru yöneltilen beş diplomalıdan üçü, «devirler, asırlar, zaman dilimleri» anlamına gelen «edvâr» kelimesini, Kral Edward diye anlıyor. Dördüncüsü edvarı, duvarın çoğulu yaparak, cehalet duvarına çarpıyor. Fena hâlde çarpılmış olmalı ki, Âkif’in Çanakkale şehidlerini, yıkılan duvarlara benzettiğini zannediyor. Zehî cehalet!.. Beşincisi ise, edvarı, etfal diye yorumlayıp, Âkif’in savaşın alt üst ettiği çocukları kastettiğini söylüyor. Ne çocukça, aman efendim affedersiniz ne cahilce bir cevap!..

Bugün de böyle bir anket yapılsa, meselâ aynı şiirde geçen akvâm-ı beşer, enkāz-ı beşer, a‘mak, ridâ, ecrâm, lebrîz, ehl-i salîb kelimeleri bir takım profesörlere, akademisyenlere, entellere, dantellere, anlı-şanlı köşe yazarlarına sorulsa kim bilir, cevap diye ne garip sözler söylenir, ne ilginç ve korkunç fikirler beyan edilir. Bence denemeye değer. Meselâ şiirin son bölümünde görülen:

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat

mısraında geçen «cihat» kelimesini «kutsal savaş» diye açıklayacaklarını; «yönler, cihetler» anlamına geldiğini akıllarının ucundan bile geçirmeyeceklerini adım gibi biliyorum. Gayet iyi hatırlıyorum; Âkif’i anma toplantılarından birinde konuşan bir ilim adamı (!):

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber

mısraını; «Sana avucunu açmış duruyor Peygamber» diye açıklamıştı. Hâlbuki «âğûş» kelimesinin mânâsı, avuç değil, «kucak»tı.

İnsan böyle kucak dolusu cehalet örnekleriyle karşılaşınca köşe-bucak kaçmak istiyor.

Efendim; yazının girişindeki beş kişilik cehalet tablosunu Hilmi YÜCEBAŞ’ın «Bütün Cepheleriyle Mehmed Âkif» isimli kitabından naklettim. Elli yılda elli eser kaleme alan Yücebaş, birçok şairi ve yazarı, bütün cepheleriyle yeni nesillere tanıtmak için özel bir gayret sarf etti.

«Bütün Cepheleriyle Yahya Kemal»i, «Bütün Cepheleriyle Namık Kemal»i, «Bütün Cepheleriyle Ercüment Ekrem»i, «Bütün Cepheleriyle Reşat Nuri»yi, «Bütün Cepheleriyle Ahmed Hâşim»i, «Bütün Cepheleriyle Tevfik Fikret»i, «Bütün Cepheleriyle Sait Faik»i, «Bütün Cepheleriyle Halide Edib»i, «Bütün Cepheleriyle Hüseyin Rahmi»yi, «Bütün Cepheleriyle Rıza Tevfik»i, Fatih Sultan Mehmed’i, Süleyman Nazif’i, şair Eşref’i, Ömer Hayyam’ı, Neyzen Tevfik’i ve daha birçok ünlü şahsiyeti bize tanıttı. Hâlbuki o zamanlar, bazı kimseler tarafından eleştirilmiş, bütün bu eserleri, derleme-toplama kitaplar diye küçümsenmişti. Oysa hiç de öyle değildi. Hilmi YÜCEBAŞ’ın hayırlı bir hizmet yaptığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Diyelim ki, Yahya Kemal’le ilgili bir fıkrayı, Neyzen Tevfik hakkında bir anekdotu onun eserlerinde kolayca bulup uzun uzun arama-tarama zahmetine katlanmıyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse onun eserleri, Türkçe, edebiyat ve tarih dersleri için, önemli bir kaynak teşkil ediyor. Öğretmenler, araştırmacılar, kültür adamları, tarihî ve edebî şahsiyetleri bu kitaplar sayesinde derli-toplu öğrenme imkânına kavuşuyorlar. Böyle hazır bir malzemeyle karşı karşıya geldikleri için mutlu oluyorlar. Ragıp AKYAVAŞ, Refi Cevat ULUNAY, Orhan Seyfi ORHON gibi şairlerin ve yazarların ellili, altmışlı yıllarda, Hilmi YÜCEBAŞ hakkında övücü yazılar yazdıklarını da bu arada söylemiş olalım. Meselâ; Refi Cevat ULUNAY, 4 Ocak 1968 tarihli Milliyet’te yayımlanan bir makalesinde Hilmi YÜCEBAŞ için; «Bâbıâli’de, kadir-kıymet bilen ve bildiren yegâne şahsiyet…» diyor.

Birçok araştırma, inceleme ve biyografi eserlerine imza atan bir arkadaşım aradı. Telefonda; «Bana, Osmanlıların son zamanında, Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa’nın, İstanbul sokaklarında çalmaları için bekçilere düdük verdirmesi üzerine, Namık Kemal’in söylemiş olduğu hicviye lâzım, bulabilir misin?» diye sorunca hemen aklıma «Hiciv ve Mizah Edebiyatı Antolojisi» adındaki eseri geldi. Kitabı elime alıp şöyle bir rastgele açınca; aranan, fakat bir türlü bulunamayan dörtlük karşıma çıktı. Dört gözle okudum. Arkadaşımın da zevkten dört köşe olması için hemen müjdeyi verdim. Sizin de, bu dörtlüğü, dört gözle beklediğinizi biliyorum. Buyurun okuyun:

Zaptiyyede müşîr olacak nâ-sezâ teres,
Çok ehl-i iffeti yüzü üstü sürükledi.
Âfâkı tuttu velvele-i sıyt ü şöhreti,
Bekçileri dahî yola koydu düdükledi.

Ölümünden bir süre önceydi. Kendisiyle Eminönü-Üsküdar seferini yapan bir gemide karşılaştım.

“–Üstad, birçok önemli şahsiyeti bütün cepheleriyle kaleme aldınız. Neden İbnülemin Mahmud Kemal hakkında aynı minval üzere bir eser hazırlamadınız?” diye sordum.

“–Onu da yazdım, fakat daha yayımlanmadı.” dedi. İlgilendiğim bir konu olduğu için çok heyecanlandım. Fakat bu mülâkattan kısa bir süre sonra vefat ettiği için, benim heyecanım ve hevesim de kursağımda kaldı. Daha sonra oğluyla tanışıp, böyle bir müsveddenin olup olmadığını sorduysam da maalesef tatmin edeci cevap alamadığım gibi, hüzün verici sözlerle karşılaştım. Birçok kitapsever gibi, Hilmi YÜCEBAŞ’ın zengin kütüphanesi de ölümünden sonra yer yokluğu sebep gösterilerek yok edilmiş. Her ne ise…

Bu vesileyle bir anekdot daha nakledeyim:

Hilmi YÜCEBAŞ ile Reşad Ekrem KOÇU, bir gün karşılaşmışlar. Oturup sohbet etmişler. Bir ara Hilmi YÜCEBAŞ, dikkatli dikkatli yüzüne bakınca, muhatabı şöyle demiş:

“Hilmi! Ne düşündüğünü biliyorum. Şu adam bir an önce ölse de, ben de; «Bütün Cepheleriyle Reşad Ekrem KOÇU» kitabını yazsam diye aklından geçiriyorsun. Boşuna bekleme, öyle çabuk ölmeyeceğim!..”

Hilmi Bey, keşke daha yaşarken, «tarihi sevdiren adam» Reşad Ekrem KOÇU’yu, bütün cepheleriyle bize tanıtsaydı. Ve «İstanbul Ansiklopedisi»nin hazin hikâyesini biz onun kendi kaleminden öğrenseydik…

Ne iyi olurdu…